Rehine Krizi

 

Uzun bir süredir yazmaya çalıştığım, bir türlü beceremediğim bu yazıya yeni bir başlık, yeni bir giriş yaparken hala yazıyı bitirip bitiremeyeceğimi bilmiyorum.

Yazmak istediğim konu, başlıktan anlaşılacağı gibi bildik bir konu. Sıklıkla mafyanın baş vurduğu bir yöntemdir bu. Bazı radikal örgütlerin de bu yönteme başvurduğunu Türkiye ve dünyada örneklerinden biliyoruz. Suriye Savaşıyla birlikte rehine alma olgusunun en kanlı örneklerine tanıklık ettik. IŞİD barbarlarının ele geçirdiği yabancı gazetecilere, asker ve insan hakları savunucularına, (karşılanması zor istekleri yerine getirilmediğinde) yaptıkları yıllarca hafızamızdan silinmeyecek.

Katledilen onlarca insan arasından, Türkiye’nin Musul Konsolosluğu çalışanlarının burunları dahi kanamadan, İŞİD Barbarlarının elinden alınmış olması, hangi isteklerin karşılandığı sorusunu akıllara getirdiyse de, rehinelerin sağ salim kurtarılmış olması konun ötelenmesine neden oldu. Ancak gerçek kötü huylu olduğunu bir kez daha gösterdi, MİT TIR’ları tartışmasıyla perde bir ölçüde araladı, karşılanan taleplerin neler olduğu konusunda az da olsa bir fikir vermeye başladı.

Buradan, Can Dündar, Enis Berberoğlu diyerek devam etmek, yaşanan mağduriyetlerin trajik yüzünü, iktidar sahiplerinin ve destekçilerinin korkulu rüyalarından söz etmek mümkün. Bunu bir başka yazıya bırakıp, asıl yazmak istediğime bir soru sorarak gelmeye çalışayım.

Bir devlet, kimi isteklerinin yerine getirilmesini sağlamak için güvence olarak ele geçirdiği kişileri, hukuku da kullanarak elinde tutabilir mi?

Soruyu başlığa uygun hale getirerek bir daha sorayım: bir devlet bazı kişileri yargıyı da kullanarak rehin alır mı?

Sorunun cevabı tahmin edebileceğiniz gibi, “Alır” olacak. Çünkü dünyada bunun yaşanmış birçok örneği var. Benim aklıma ilk gelen örnek, 1979 İran İslam Devrimi sonrası, 4 Kasım’da ABD Büyükelçiliği çalışanlarının Humeyni yanlısı öğrencilerin rehin alınması oluyor. Bu “rehine krizi” en uzun sürmüş krizlerinden biridir. 90 çalışanın rehin almasıyla başlayan kriz, 444 gün sonra, 52 rehine ile son buldu. İran, bu eylemin İran devletiyle ilişkilendirilmesine sürekli karşı çıkmış, ama kimseyi inandıramamıştır. Amerika’nın, İran’a saldırı planları içinde olduğu ve bu saldırıyı önlemek için güvence olarak Büyükelçilik çalışanlarının rehin alınması için devletin göz yumarak işgale yol verdiği genel kabul gören görüş olageldi.

Bir başka örnek, Saddam dönemi yaşandı. Körfez savaşı sürerken Saddam Hüseyin 700’ü Amerikalı 2000 yabancıyı rehin almıştı. Bir politikacı olarak değil, bir Müslüman olarak devreye girdiğini söyleyen Muhammed Ali Bağdat’a gidip Saddam Hüseyin’den rehineleri serbest bırakmasını istedi ve 15 rehineyle beraber Amerika’ya döndü. Bir başka örnek, Kaddafi dönemi Libya’sının Bulgar sağlıkçıları tutuklaması ve son olarak Kuzey Kore yakın örneklerden biri olarak öne çıkıyor…

Bu tür örnekleri özelikle tek adam rejimlerinin hüküm sürdüğü ülke ve rejimlerle çoğaltmak mümkün. Bunun için İnternette küçük bir araştırma yetebilir. Bu ülke ve rejimlerde yabancı ülke yurttaşlarına, gazetecilere sıra gelmeden önce ülkedeki muhalif insanlar, gazeteciler, yazarlar tutuklanır. Onlar, öncelikle casuslukla suçlanır. Hukukun, diktatörün iki dudağı arasına sıkıştığı, büyük kalabalıkların seyirci edildiği, bu tür rejimlerde, muhalif gazeteci, yazar ve siyasilerin tutuklanarak rehin alınmasıyla başlayan süreç, en sonunda yabacı gazetecilere, misyoner papazlara, insan hakları savunucularına ve hatta sıradan yabancı ülke vatandaşlarına kadar uzanır.

Bu tutuklamalar sonrası, yargıdan, hukuktan sıkça söz edilse de, hukuki boyutu hep tartışmalı kalır. Bunun için zaman ayırıp iddianamelere bakmaya, hukuksal yetmezliğini gözler önüne sermeye gerek yok. Rehineci ülkenin resmi ağızları tarafından yapılan açıklamalara bakmak, fazlasıyla yeterli olur. Bu açıklamalarda bolca kullanılan “hukuk” sözcüğü cümleyi süslemekten başka bir işlev görmez. Satır aralarına sıkıştırılan, istekler ve beklentiler gerçek niyeti, tutuklamaların asıl amacını ifşa eder. Bu açıklamalarda dile geldiği gibi, tutuklunun bırakılması belli güvenceler, isteklerin yerine getirilmesine bağlanıyorsa, bunun Türk Dil Kurumu Sözlüğündeki karşılığı rehinedir[1].

Şimdi sözü daha fazla uzatmadan Türkiye’nin son bir yıldır yapmış olduğu tutuklamalarla Almanya ve Amerika ile yaşadığı krizin adını koyalım. Eğip bükmeye gerek yok; bu bir “rehine krizi.” İzmir’de tutuklu bulunan Amerikalı papaz, Deniz Yücel, Meşala Tolu, Büyükada’da önce gözaltına alınan, sonra tutuklanan İnsan Hakları Savunucuları ve diğerleri karşılığında Türkiye en yetkili ağızdan, Erdoğan’ın ağzından; uzun bir, “Eyy” çektikten sonra “sizdeki hukukta bizdeki guguk mu” dedikten sonra Almanya’ya verilmiş uzun bir listeden söz ediyor. Türkiye’nin isteklerinin karşılanmadığını, 4 bin “terör” suçlusunun Almanya’dan istediği halde verilmediğini söylüyor. Bir başka konuşmasında, Amerika’ya seslenirken, “verin sizdeki papazı, alın papazınızı” diyor, takas öneriyor. Bununla yetinilmedi, eldeki rehineler yeterli bulunmayıp bir adım daha ileri gidildi. ABD Konsolosluk çalışanları tutuklanmaya çalışıldı. Bu yeni hamle ve rehine pazarlığının çıkmaza girmesi, üstüne üstlük bir krize dönüşmesini anti-emperyalist bir duruşa bağlama çabası, en az hukuksal boyutu kadar aldatıcı ve içi boş bir söylem.

Hukuksal hiçbir kanıt içermeyen iddianamelerle insanların aylar süren tutukluğu ve yapılan açıklamalar, Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan ne kadar uzaklaştığını, uluslararası saygınlığının ne düzeye gerilediğini gösteriyor. Ama hepsinden önemlisi yönetimin giderek tek adam yönetimine dönüşerek Ortadoğu’daki devlet geleneğine yakınlaştığını, oradaki benzerlerinin yaşadığı acı sona koştuğunu gösteriyor…


[1] Rehine: Bir anlaşma, sözleşme veya isteğin yerine getirilmesini sağlamak için güvence olarak ele geçirilen kimse, tutak.

 

Hasan KAYA