Charles Robert Darwin, doğal seçilim yoluyla evrim kuramını ortaya koyduğu Türlerin Kökeni (1859) adlı eserinde, insan hakkında neredeyse hiçbir iddiaya yer vermemişti. Ancak kuramın doğal bir sonucu, insanların da doğal seçilimle ortaya çıktığıydı. Her ne kadar Darwin kendisi de kuramını insana uygulanabilir gördüyse de kuram, canlıların nasıl olduklarına ilişkin savlarda bulunuyor, nasıl olmaları gerektiği konusunda normatif yargılar içermiyordu. Bu yazıda Darwinci bilimin normatif alanda yargı üretip üretemeyeceği sorusunu tartışacağım. Öncelikle Darwin’in kuramından yola çıkarak “insanlar nasıl yaşamalıdır?” sorusuna yanıt arayan kimi çalışmalar üzerinde duracak; daha sonra bunların sorunlarına işaret edeceğim. Son olarak Darwinci bilimin, normatif alanda söz söylemesinin tümüyle olanaksız olmadığı savunacağım.
Sosyal Darwinizm
Sosyal darwinizm, evrim kuramından yola çıkarak, insan topluluklarını değiştirmeyi ve geliştirmeyi hedefleyen çalışmalar olarak anlaşıldığında, Herbert Spencer’dan Francis Galton’a, Pyotr Alekseyeviç Kropotkin’den, Adolf Hitler’e pek çok figürü içerir. Kabaca, toplumsal düzenlemelerin “en uyumlu olanın yaşar kalması” biçimindeki doğa yasasına paralel biçimde yapılmaları gerektiğini söyleyen görüştür.
Burada vurgulanması gereken iki nokta vardır. İlki sosyal darwinizmin yalnızca insanın da biyolojinin yasalarına uyduğunu söylemekten ibaret olmadığıdır. Bu kadarı oldukça açıktır. Ancak sosyal darwinizm, topluma ilişkin normatif yasaların, doğal seçilim yasasına uygun olarak yapılmasını öneren ve salt biyolojik olmayan bir görüştür. İkinci önemli nokta ise sosyal darwinizmin, Darwin’den eski oluşudur. Yani bugün sosyal darwinizm adıyla andığımız görüşler, biyoloji kuramlarımızdan türetilmemişlerdir. Sosyal darwinizm olarak anılmalarının nedeni, başta Herbert Spencer olmak üzere bu görüşleri savunanların, Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasının ardından, Darwin’in doğal seçilim yasasının kendi savlarını desteklediğini iddia etmiş olmalarıdır.
Sosyal darwinizmin nasıl korkutucu sonuçları olduğuna ilişkin yaygın bilinen birkaç örneği hatırlamak konunun önemini açığa çıkaracaktır. Darwin’in doğal seçilim kuramını ortaya koymasının ardından kuzeni Francis Galton, insan türünü geliştirmek için yapılabilecekler üzerine çalışmaya başlamıştır. Öjeni kavramının da mucidi olan Galton, örneğin üst sınıftan insanların genç yaşlarda evlenmesini ve çok çocuk sahibi olmasını destekleyecek yasal düzenlemeler önermişti. Sosyal darwinizmin en korkunç biçimi ise Hitler döneminde uygulanan öjeni programlarında görebilmekteyiz. Hitler—tıpkı kendinden önce Spencer’ın yaptığı gibi—zayıf, hasta çocukların öldürülmesini, yoksul ve hastalara yardım etmekten “daha insancıl” bulduğunu yazmıştır.[2] Zira bu, ırkı saflaştırma konusunda atılacak bir adımdır ve kalıtsal kusurları ortadan kaldırarak daha “iyi” bir gelecek yaratmaya katkıda bulunacaktır. 1933’te yayınlanan zorunlu kısırlaşırma kanunuyla kusurlu bireylerin üremesinin engellenmesine, böylece “en uyumlu olanın yaşar kalabilmesine” çalışılmıştır.
Bu ifadenin kaynağı ise Spencer’dır. Biyolojinin İlkeleri (1864) adlı kitabında “en uyumlu olanın yaşar kalması” deyişini kullanmıştır. Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinden beş yıl sonra yayınlanan bu kitabında, daha önceki görüşleri için “bilimsel” bir temel bulduğunu söylemekte ve bu bilimsel temelin de “doğal seçilim” yasası olduğunu iddia etmektedir. Yasayı da “en uyumlu olanın yaşar kalması” biçiminde ifade etmenin daha doğru olduğunu düşünür. Bu kalıp öyle popüler olmuştur ki Darwin, Türlerin Kökeni’nin beşinci baskısında bu ifadeyi kullanmak gereksinimi duymuştur. Ancak buradan yola çıkarak Darwin’in Spencer’dan önemli ölçüde etkilendiğini söylemek doğru olmayacaktır. Darwin’in sonunda bu kalıbı kullanmaya razı olmasının nedeni Spencer ile fikir birliğinde olması değil, “doğal seçilim” deyişindeki “seçme”nin bilinçli bir aktör çağrıştırdığı yönündeki eleştirilerdir. Otobiyografisinde, Spencer’ın çalışmalarından etkilenmediğini yazmaktadır:
Temel genellemeleri (bazı kişilerce önemi bakımından Newton’ın yasalarıyla kıyaslansa da!)—belki felsefi bir bakış açısından çok değerli olabilecekleri söylenebilirse de, öyle bir yapıdadır ki bana, hiçbir bilimsel kullanımları olamazmış gibi görünüyor. Doğa yasalarından çok tanımların doğasını paylaşıyorlar. Belirli bir durumda ne olacağını öngörmekte yol göstermiyorlar. Her neyse, bana hiçbir yararları olmadı (Darwin, 1958, s.109).
Darwin’in çalışmalarıyla, Spencer’ınkiler karşılaştırıldığında bu düşüncelerin nedeni kolayca anlaşılabilir. Spencer, iki temel konuda Darwin’den farklı düşünmektedir. İlk olarak Spencer, insan topluluklarında savaşımın sonucu olarak, yaşar kalanın bunu, kimi üstün nitelikleri sayesinde gerçekleştirdiğini savunur. Örneğin daha girişimci, daha çalışkan, daha zeki, risk alabilen bireyler daha başarılı olacaklardır. Bu nedenle Spencer’a göre yoksullara yardım etmek, aslında evrimsel süreci yavaşlatan bir politikadır.
Oysa Darwin bu konuda çok daha dikkatlidir: “Tüm medeni ülkelerde insanlar, varlık biriktirir ve bunu çocuklarına aktarır. Dolayısıyla bir ülkedeki çocuklar hiçbir biçimde başarı yarışına eşit başlamazlar.” (Darwin, 1871, s. 169). Zenginlik, her ne kadar ebeveynlerden çocuklara geçiyorsa da kalıtsal değildir; ama toplumda yaşar kalmak için önemli bir avantaj sağlar. Bu nedenle Darwin, insan topluluklarında yaşar kalma yarışının son derece karmaşık olduğuna ve zenginin ya da fakirin durumunun, her zaman kişisel niteliklerinin mantıksal bir sonucu olmadığına dikkat çeker.
Darwin ve Spencer’ın anlaşamadıkları bir diğer önemli nokta ise, ilerleme fikridir. Spencer, evrimsel sürecin sonucunun doğal olarak ilerlemeye yol açacağını savunur. Kitabının “Yasakoyucuların Günahları” başlıklı bölümünde şu ifadelere yer verir:
Pek çoklarını sığlığa ve sefalete düşüren, beceriksizin yoksulluğu, tedbirsizin başına gelen rahatsızlıklar, tembelin açlıktan kırılması ve zayıfın, güçlü tarafından kenara itilmesi; daha büyük ve ileri görüşlü bir hayırseverliğin hükmüdür (Spencer, 1885, s.67).
Yani yoksullara yardım, yalnızca doğal sürece müdahale olmakla kalmaz, aynı zamanda insanlığın çıkarlarına aykırıdır. Zira güçlünün zayıfı ezmesi ne kadar vahşi görünürse görünsün, bir ilerlemeye yol açması bakımında “iyi”dir.
Durumu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Diyelim girişimci olmanın “iyi” bir özellik olduğunu ve toplumdaki bireylerin ortalama girişimcilik düzeylerinin artmasının “ilerleme” olacağını düşünüyoruz. Ve yine varsayalım girişimcilik, kalıtsal bir özellik olsun.[3] Bu durumda Spencer kabaca, yoksullara yardım etmemenin ilerlemeye yol açacağını savunur. Zira girişimciler yeni olanaklar yaratıp yaşar kalmak için gereksinimlerini karşılayabilecekler, yaşar kalmalarının sonucu olarak da çocuk yapıp, girişimcilik özelliklerini daha sonraki kuşaklara aktarabileceklerdir. Diğer taraftan girişimci olmayanlar, gereksinimlerini karşılamayı başaramayarak toplumdan ayıklanacaklardır. Darwin de kuramında bu tür bir ayıklanmanın türde değişikliğe yol açabileceğini söyler. Ancak Spencer’ın bu modelinde Darwin’in kuramına fazladan eklenen iki unsur vardır. İlki girişimciliğin “iyi” olduğu ve ortalama girişimcilik düzeyinin artmasının “ilerleme” olacağı biçimindeki normatif yargılardır. Bunlar biyoloji biliminin bulguları değildir. Bu yargılara karşı çıkmak biyoloji kuramlarımıza karşı çıkmayı gerektirmez. İkinci olarak Darwin toplumsal yaşayışımızda var olan düzenlemelerin bu yapıyı bozduğunu söyler. Miras edinmiş bir birey, girişimci olmasa da kolayca yaşar kalabilecek ve çocuk sahibi olabilecektir. Dolayısıyla miras olanağının bulunduğu bir toplumsal sistem (ki Spencer buna asla karşı çıkmamıştır), Spencer’ın umduğu sonuçları vermez. Bunlardan dolayı Spencer’ın savunduğu toplum mühendisliği projeleri, Darwin’in kuramıyla desteklenmiş olmaz.
Aslında Spencer’ın evrim anlayışı Darwinci olmaktan çok Lamarckcıdır. Zira Lamarck, canlıları hiyerarşik bir biçimde ilkelden, gelişmişe doğru sınıflar ve evrimi de bu gelişmişlik çizgisinde daha ileri basamaklara tırmanmak olarak anlatır. Oysa Darwin’in kuramında ortak ata fikri, ilkelden gelişmişe doğru olmadığı gibi, şu an yaşayan canlılar arasında bir hiyerarşi de içermez.
Darwin her ne kadar insanın da diğer canlılar gibi doğal seçilime konu olduğunu ve sistemli bir çalışma ile toplumun dönüştürülebileceğini düşünse de, evrimde bir ilerleme görmediğinden, bu tür çabalara kuşku ile yaklaşmaktadır:
Bir cerrah, ameliyat sırasında acımasızlaşabilir, çünkü bilir ki hastasının iyiliği için çalışmaktadır; ama zayıf ve yardıma muhtaçları bilinçli olarak göz ardı edersek bu hemen, kesin ve büyük bir kötülükle birlikte, yalnızca olumsal bir yarar için olacak. Bu nedenle zayıfların yaşar kalmasının ve nesillerini sürdürmesinin kuşkusuz kötü sonuçlarına, şikayet etmeksizin katlanmalıyız… (Darwin, 1871, s.169).
Şunu da belirtelim ki, Spencer’ın fakirlik ve zayıflığı eşitlemesine karşın Darwin’in zayıflıktan anladığı, sakatlıklar gibi kalıtsal olan ve yaşar kalmayı güçleştiren özelliklerdir. Burada kalıtsal kusurların ne olduğuna ilişkin kararların ne kadar değişken olabildiğinin de vurgulanması gerekir. Spencer’ın “girişimciliği” hatta “zenginliği” kalıtsal sanması, sosyal darwinizmin Nazi versiyonuna kıyasla daha küçük bir hatadır. Nazi döneminde kalıtsal hastalıklar, alkolizm ve anti-sosyal davranışların yanı sıra eşcinsellik ve evlenmeden çocuk sahibi olmak gibi “ahlaksızlıkları” da içermekteydi. Bu gerekçelerle 12 yılda 360 bin kadın ve erkek kısırlaştırılmıştı (Hawkins, 1997, s. 279).
Nazi dönemi öjeni programı, Darwinci olmadan hatta ona karşı olarak sosyal darwinist olma olanağına da işaret eden bir örnektir. Bir yandan bu sosyal darwinist proje sürerken bir yandan da hem Darwin’in hem de çağdaşı Alman biyolog Ernst Haeckel’ın eserleri bilimsel değerden yoksun görülerek yasaklanmıştı.[4]
Darwin “en uyumlu olanın yaşar kalması” kalıbını beşinci basımdan itibaren kullanmaya karar verdiğinde de, Spencer ile farklarını vurgulamak için özen göstermiş ve ifadeyi kullandığı bölümde “yaşam savaşımı”nı metaforik anlamda kullandığını ve doğada canlılar arası yardımlaşmanın da olduğunu vurgulamıştır (Darwin, 1869: 73). Ne var ki bu aşamadan sonra yaygın olarak Spencer’ın görüşleri Darwinci bilim ile destekleniyormuş gibi algılanmaya başlanmıştır.
Oysa Spencer’ın sosyal darwinizmi, ilerleme fikri içermesi, kalıtsal olmayan nitelikleri dikkate alması ve insan topluluklarındaki yaşar kalma savaşımını bir iki basit nitelikten ibaret görmesi bakımından Darwinci olmayan bir yaklaşımdır.
Sosyal darwinizmi eğer biyoloji kuramlarında toplumsal normlar üretme çabası olarak alırsak bu, yalnızca Spencer gibi kapitalizm savunucularıyla kısıtlı bir görüş olmaz. Örneğin Pyotr Alekseyeviç Kropotkin, 1890 ve 1896 yılları arasında İngilizce olarak bölüm bölüm yayınlanan, Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimde bir Etmen adlı kitabında, canlıların yaşam savaşımının önemli bir bölümünün gözden kaçmakta olduğunu iddia eder. Ona göre Darwinciler, bireyler arası çatışmayı fazla vurgulamış ve yaşam savaşımının aslında, zorlu doğa koşullarına karşı gerçekleştiğini gözden kaçırmışlardı. Kropotkin, canlıların doğaya karşı verilen savaşımda birbirlerine destek olduklarını savunmaktadır. Bu bir ölçüde Darwin’in kendisi tarafından da hatırlatılan bir noktadır. Kitabın yaklaşık dörtte birinde diğer canlılarda yardımlaşma örneklerini ve bunun yaşam savaşımındaki önemini anlattıktan sonra sırasıyla, ilkel topluluklarda, ortaçağ şehirlerinde ve son olarak da modern şehirlerde durumu incelemektedir.
“Darwinciler”—Kropotkin’e göre Darwin’den farklı olarak—bireyler arası savaşımı evrimin temel etmeni olarak görmektedirler ve bu bir yanılgıdır. Yaşam savaşı diğer bireylere karşı değil, doğaya karşı verilmektedir. Ve bu da bireylerin yardımlaşmasını evrimde çok önemli bir etmen yapar.
Alan çalışmalarının çoğunu Sibirya gibi yaşamın çok güç olduğu ve büyük alanlarda az sayıda canlının bulunduğu yerlerde yapmış olmasının sonuçlarını etkilediği açıktır. Darwin ve Wallace gibi araştırmacılar tropik bölgelerde, son derece yoğun yaşam bulunan alanlarda çalıştıklarından, bireyler arası savaşımı vurgulamışlardı. Her ne kadar Kropotkin kitabının başında canlıların yoğun olduğu bölgelerde de durumun değişmediğine ilişkin kimi savlar öne sürse de, örneklerinin en güçlü olanları Sibirya’dan olanlarıdır.
Söz konusu kitap, her ne kadar Spencer’ın sosyal darwinizm fikrine karşı yazılmışsa da, salt içindekiler bölümünden bile insan toplumlarının nasıl düzenlenmesi gerektiğine ilişkin biyolojik verilere başvuran başka tür bir sosyal darwinizm kitabı olarak karşımıza çıkar. Kropotkin temelde insanların birbirlerine destek olmalarının önemini vurgulamaya çalışmaktadır.
Yukarıda da gördüğümüz gibi Darwin, insan toplumlarında güçlünün zayıfı ezmesine karşıdır. Ancak bunun nedeni doğada yardımlaşmanın olması değildir. Darwin doğada olanın zorunlu olarak iyi olduğunu kabul etmez. Bu bakımdan Kropotkin’in sonuçlarına değilse de akıl yürütme biçimine karşı çıkacaktır. Ayrıca Darwin, olgusal olarak da Kropotkin’in yanıldığı görüşündedir. Bireyler arası savaşımın evrimin itici gücü olduğunu, özellikle de aynı tür içi bireylerin savaşımının önemini açıkça vurgulamıştır.
Hem Spencer hem de Kropotkin doğal seçilim sonucunda yaşar kalmanın salt biyolojik bir sonuç değil ahlaki bir değer de sunduğunu düşünmüşlerdir. Bu bakımdan yaşar kalmayı sağlayan ilkeyi, insanların toplumsal yaşayışlarını düzenlemekte de kullanmak gerektiğini düşünmüşlerdir. Spencer kendi politik bakış açısı gereği sürekli bir savaşımın varlığına işaret ederken; Kropotkin ise yardımlaşmaya dikkat çekmiştir.[5]
Sosyal Darwinistlerin Yanılgıları
Spencer ve Kropotkin, toplumsal yaşayıştaki “iyi” ve “ahlaklı” olan davranışlar ile, canlıların ortaya çıkışına neden olan davranışların çakışması gerektiğini savunmaları bakımından benzerlik gösterirler. Ayrıldıkları nokta söz konusu “iyi” davranışların neler olduğudur. Savaşım fikri Spencer tarafından doğrudan kullanılabildiği için o, yanlış anladığı Darwinci yaklaşımı sevinçle karşılamıştır. Kropotkin, kuramdaki vurguları değiştirip, başka biçimde bir çarpıtmayla dayanışmayı ön plana çıkarmaya çalışmıştır.
Gerek Spencer gerekse Kropotkin’in yaklaşımlarına getirilebilecek en kolay eleştiri “doğalcılık yanılgısı”na düştükleridir. Bu bölümde doğalcılık yanılgısına kısaca değindikten sonra neden bunun iyi bir eleştiri olarak görülemeyeceğini ve daha başarılı bir eleştirinin dayanması gereken ilkeleri ele alacağım.
Doğalcılık yanılgısı, modern bilimin ortaya çıkışında Galileo Galilei tarafından da dile getirilen bir fikirle açıklanabilir. Galileo doğabiliminin temellerini atan çalışmalarını din düşmanlığıyla değil, aksine dinin desteğiyle yürütmüştür. Kutsal metinlerde yazanların yanlış olduğunu asla söylememiştir. Ancak Galileo, doğanın da—tıpkı kutsal kitap gibi—tanrının bir eseri olduğunu, tam da bu nedenle bilgi vereceğini öne sürmüştü. Yani karşı çıktığı, deneysel yöntemin bilgi veremeyeceği savıdır. Ona göre olgular doğanın gözlenmesi sonucunda bulunabilir. Kutsal kitabın varlığını ise olguların incelenmesinin sınırlılığına dayandırır. Zira nasıl yaşamamız gerektiği sorusu olguların incelenmesiyle yanıtlanamaz. Bu yüzden tanrı, kutsal kitabı göndermiş ve yalnızca, doğa gözlemiyle yanıtlanamayacak sorularımız için ona başvurmamızı istemişti. Galileo’nun bilime yer açmak için yaptığı bu ayrım olgusal ve normatif yargıları birbirinden ayrı tutmak gerektiği yönünde bir savdır.
Basit bir örnek verirsek, trafik kurallarının neler olduğu yalnızca insanların trafikte nasıl davrandıklarını gözlemleyerek bulamayız. Çünkü kırmızı ışıkta geçen insanlar da olacaktır. Bu tür davranışları bir kural ihlali olarak mı, yoksa belli koşullarda kırmızıda geçmenin kurallara uygun olduğu biçiminde mi yorumlamamız gerektiği açık değildir. İlk bakışta son derece ikna edici görünen bu akıl yürütme biçimleri; olandan, olması gerekene ulaşma çabasının, “doğalcılık yanılgısı” dediğimiz bir çıkarım hatası olduğuna işaret eder.
Gerek Spencer gerekse Kropotkin bu yanılgıya düşmüş görünmektedir. Doğada savaşım olması, insan toplumlarında da savaşımın olması gerektiğini göstermediği gibi yardımlaşma olması da yine, insanlar arasında yardımlaşma olması gerektiğini kanıtlamaz. İnsan toplumlarını düzenleyecek kuralların neler olması gerektiği konusunda otorite, tek başına doğa bilimciler değildir.
Ancak sosyal darwinizmi ya da benzeri yaklaşımları doğalcılık yanılgısı olarak etiketleyip dışlamak, bilimsel verilerin toplumsal olaylara ilişkin hiçbir işlevi olamayacağı sanısına yol açar. Oysa bilim, yalnızca doğanın nasıl olduğunun gözlemi değildir. Bu nedenle sosyal darwinizme yapılacak eleştirinin farklı bir yerden temellendirilmesi gerekir.
Bu gerekliliği bir örnek üzerinden kolayca görebiliriz. Öncelikle dikkat etmemiz gereken bir unsur teknolojik gelişmelerin, normlarımızın uygulanabilirliği konusunda önemli veriler sunduğudur. Örneğin kürtajın, doğacak çocuğun cinsiyetine ilişkin bir tercihe dayanarak yapılmasını istemiyor isek, hamileliğin hangi evresinden itibaren cinsiyetin belirlenebildiğine bakmamız gerekir. Ve bu süreden sonra, kürtajı yasaklamak isteriz. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: “kürtajın, doğacak çocuğun cinsiyetine ilişkin bir tercihe dayanarak yapılmasını isteyip istememek” biyologların ya da ultrason cihazı üreten firmaların alacağı bir karar değildir. Onların bilgi ve becerileri bu konudaki karardan sonra yararlı olacaktır.
Ancak tekniğin bizi, tercihlerimizi yeniden düzenlemeye zorlaması da olanaklıdır. Örneğin eğer çeşitli teknikler doğacak çocuğun cinsiyetini hamileliğin belirlenebildiği andan itibaren öngörmeyi olanaklı kılarsa, artık eski yaklaşımımız bizi, kürtaj hakkını tümden yasaklama noktasına getirir. Bu durumda cinsiyete dayalı gerekçelerle kürtajın yasaklanması fikrinden vazgeçmeyi düşünmeye başlayabiliriz. Dolayısıyla teknik gelişmeler yalnızca toplumsal düzenlemelerin uygulanmasına yönelik ve bu kararlardan sonra ilgi alanımıza girecek çalışmalar da değillerdir.
Burada asıl nokta şudur, herhangi bir normun benimsenmesi için öncelikle onun uygulanabilir olması gerekir. Fiziksel ya da biyolojik olarak olanaksız eylemleri ahlaki norm olarak benimseyemeyeceğimizden bilim, bu olanaklar evrenini hem değiştirerek hem de daha iyi kavramamıza yardımcı olarak normatif alana katkı sunar.
Bu örnekten de anlaşılacağı üzere bilimsel ve teknolojik çalışmalar, yaşantımızı ve onu nasıl düzenleyebileceğimizi etkiler. Dolayısıyla Spencer da dahil hiçbir araştırmacı, bilimsel verilere dayanarak normatif alanda söz söylemek istediği için eleştirilemez. Öte yandan Spencer’ın yaklaşımındaki asıl sorun, savlarının bilimsel temelinin olmayışıdır. Daha önce de belirtildiği üzere görüşleri, bilim çevrelerince çoktan terk edilmiş Lamarckcı bir kurama dayanmaktadır. Üstelik Spencer, kuramın terimlerini topluma uygulamada geçersiz varsayımlarda bulunmuştur. Bunun en açık örneği, biyolojik anlamda kalıtımsal olmayan zenginlik gibi bir niteliğin toplumdaki yerini inceliyor oluşudur.
İnsanın Doğası
Spencer’ın yanılgısını doğru belirlemenin önemi, bilimsel çalışmaların normatif alana katkı sunabileceğini görmemiz açısından önemlidir. Doğalcılık yanılgısı kuşkusuz, naif biçimde gördüğümüz her şeyi norm alarak almamızın bizi yanıltacağını söylerken haklıdır. Ancak Quine’ın da vurguladığı gibi bir insanın sahip olabileceği tüm veri, duyu verileridir (Quine, 1969:75). Normatif yargılara ulaşırken bu verileri görmezden gelmek büyük bir hata olacaktır. Quine’ın savunduğu biçimiyle olmasa da günümüzde giderek daha da yaygınlaşan doğalcı anlayış, doğalcılık yanılgısını reddeder. Zira bilimin içinde bulunduğumuz dünyayı anlamamıza katkıda bulunduğu ve teknolojinin onu dönüştürdüğü göz önünde bulundurulursa, toplumsal düzenin nasıl olması gerektiği tartışmalarında bilimin tümüyle ilgisiz kalacağı düşüncesi, asıl sorunlu olan düşüncedir.[6]
Darwin’in bilimsel çalışmalarının bu alanda söz söylemeye nasıl yetkin olduğuna ilişkin bir örnek durumu açık kılacaktır. Darwin kuramı incelendiğinde “tür” kavramının iyi tanımlı olmadığını öğrenmekteyiz. Darwin hemen her yazısında tür kavramındaki muğlaklığa dikkat çekmekle kalmamış bunu, Türlerin Kökeni adlı eserinde kuramını destekleyen güçlü bir argüman olarak ortaya koymuştur. Bu, canlılar arasında bir süreklilik getirmenin ötesinde, belirli bir türü tanımlayan özlerin bulunmadığına işaret eder. Dolayısıyla “insan doğası gereği şöyledir” biçimindeki savları kuşkuyla karşılamamız gerektiğini söyler.
İşte Spencer’ın yanılgısı, bir bilimsel kuramdan normatif yasalar çıkarmaya çalışması değildir. Sorun, savunduğu normun bilimsel verilere aykırı olmasıdır. “İnsan, doğası gereği hırslıdır, mücadelecidir” gibi savlar tam da Darwin’in kuramına uymayacak bir yapıdadır. Benzer biçimde ülkemizde de sözde bilimsellik kisvesi altında sıklıkla dillendirilen “eşcinselliğin insan doğasına aykırı olduğu” biçimindeki nefret söylemi de, Darwinci bir biyoloji anlayışına ters düşmektedir.
Görüldüğü gibi teknolojiden farklı olarak bilim, kimi kavramların kullanımının geçerliliğini sorgulayarak tüm tartışmayı yeni bir zemine taşıma olanağına da sahiptir.
Bununla birlikte insan doğasına ilişkin böyle kolay yargılar türetme çabaları zaman zaman çok daha gülünç hale gelebilmektedir. Örneğin tüm insanlar yerine belirli bir grubun doğasını saptama iddiasındaki ırkçı savlar, yalnızca özcü olmak bakımından Darwinci bir anlayışa aykırı olmakla kalmaz, tüm biyolojik sınıflandırma kriterlerimize de aykırıdır. Belirli insan grupları biyolojik olarak ayrık türler gibi değerlendirilemez.[7] Kadınların ve erkeklerin doğaları gereği nasıl olduklarına ilişkin savlar da bu türdendir.
Darwin ve Kadına Yönelik Ayrımcılık
Her ne kadar sosyal darwinizm, Darwinci bir toplum kuramı değilse de, Darwin’in kendisinin de bu konuda bazı yanlış yollara saptığını belirmek gerekir. Kuşkusuz bir kuramın kurucusu da o kuramın kimi uygulamaları konusunda yanılgıya düşebilir. Darwin kadınlara yönelik değerlendirmelerinde döneminin önyargılarına kapılmaktan kurtulamamıştır. İnsanın Türeyişi ve Cinsiyete Dayalı Seçilim adlı kitabında kısa bir bölümü kadın ve erkeğin zihinsel yetilerinin karşılastırmasına ayırmış ve erkeğin kadından, zihinsel yetiler bakımından üstün olduğunu söylemiştir.[8] Bu tartışmanın İnsanın Türeyişi adlı bir eserde yer alması da şaşırtıcı değildir. Zira eser insanın “tüm” niteliklerinin yavaş yavaş ortaya çıktığını gösterme çabasıdır. Bu her niteliği kapsama çabası, zihinsel yetilerin de aşama aşama, doğal seçilim yoluyla ortaya çıktığını göstermeyi de gerektirir. Dolayısıyla zihinsel yetilerin seçilime tabi olduğunu savunmaktadır.[9]
Darwin söz konusu kitabında, cinsiyete dayalı seçilim nedeniyle bir türün farklı cinsiyetleri arasında nasıl farklar oluştuğunu ortaya koymuştur. En yaygın bilinen örnek, erkek tavuskuşunun süslü ve büyük kuyruğudur. Darwin bu örnekte, eş seçiminde kullanılan ölçütlerin zamanla, yaşar kalmayı güçleştirecek nitelikler bile geliştirebileceğini gözlemlemiştir. Yine bu örnekte eş seçimini dişi yaptığından, bu biçimde değişen bireyler erkek bireyler olmaktadır. Durumun insana uygulanması için gerekli bilgi, insanda eş seçimini hangi cinsin yaptığıdır. Darwin’in bu konuda tavrı çok açıktır. Ona göre erkekler “güzel” kadınları seçer ve eş seçiminde kadınların hiçbir tercihi yoktur. Buna delil olarak kendi kişisel yaşamı ve içinde bulunduğu kültürü sunar. Tavuskuşlarının aksine, insanda kadınların süsleniyor oluşu da görüşünü destekler. Erkeklerin seçim kriteri “güzellik” olduğundan insanlarda kadınların zihinsel yetileri erkeklerinkinden geri kalmıştır. Erkeklerde bu yetilerin gelişme nedeni ise, seçtikleri eş için diğer erkeklerle rekabet etme zorunluluklarıdır.
Darwin’in yanılgısı, açıkça belirli bir yerel çevrenin kısa süreli kültürel öğrelerini insan toplumları için evrensel sanmış olmasıdır. Darwin’in sonucunun kabul edilemez oluşuna karşın yanılgısının Spencer ve benzerlerinden çok daha özenli bir çalışmanın sonucu olduğunu da belirtmek gerekir. Öncelikle Darwin, biyolojik olarak—hiç değilse kısmen—kalıtsal olduğunu düşünmenin olanaklı olduğu bir nitelikle başlamıştır. Ancak daha da önemlisi Darwin zihinsel yetiler bakımında geri kalmış olmayı kadının ya da erkeğin “doğası”na bağlamaz. Kadınların da sistematik olarak iyi eğitim alması ve iyi eğitim almış kadınların çok sayıda çocuk yapması sonucu zamanla bu durumun değiştirilebileceğini açıkça belirtmiştir. Yani Darwin, Spencer’ın aksine kadınların kadın olmaktan dolayı değil, içinde yaşadığımız toplumsal düzen sonucu zihinsel olarak geri kaldığını söyler. Üstelik durumu değiştirmek ilkece olanaklıdır. Yine de Darwin’in bu konuyu önemsemediğini ve kadınların toplumsal rollerinin ailelerine hizmet etmek olmasını sorun olarak görmediğini de belirtelim.
Darwin, var olduğunu düşündüğü zihinsel yetilerdeki eşitsizliği, bilimsel biçimde ele almış, bunda toplumsal yapının rol oynadığını ve durumun değiştirilebileceğini belirtmekten geri durmamıştır. Zira onun çabası var olan toplumsal düzenin biyolojik olarak en doğru düzen olduğunu kanıtlamak değildir; bunun yapıabileceğini bile kabul etmez. Ancak durumu anlamak, nasıl ortaya çıktığını ve nasıl değiştirilebileceğini bilmek, istenirse söz konusu durumu değiştirmeyi olanaklı kılacak gücü vercektir.
Doğallaştırılmış Etik
Elbette Darwin’in evrim kuramı da dahil tüm bilimsel kuramlar bize ancak tartışmalarımızı şekillendirecek biçimde ışık tutabilirler. Toplumsal düzene ilişkin kararlar basitçe bir bilimsel otoriteye terk edilemezler. Spencer’ın yaklaşımını doğalcılık yanılgısı başlığı altında değerlendirmek bilimin toplumsal yaşamımızdaki karmaşık rolünü gözden kaçırmamıza yol açar. Burada Galileo’nun sandığı gibi ayrık iki alan yoktur; oldukça karmaşık bir ilişki söz konusudur. Trafik kurallarını Newton’ın metinlerinden öğrenemeyeceğimiz açıktır; ancak kurallar o metinlere dayanarak belirlenmelidir. Kuralların amacı trafikte insanların ölmesinin engellenmesi ise, kaygan yüzeylerde fren mesafesinin artacağını bilmek kurallarımıza etki edecektir. Kurallar konusunda son sözü fizikçilerin söyleyemeyecek olmasının nedeni ise, ulaşılmaya çalışılacak amacın ne olduğu sorusunun, bir fizik sorusu olmayışıdır.
Güncel bir sorun olan bilişim suçları ile ilgili düzenlemelerde bu karmaşık durum oldukça belirgin hale gelir. Eski tip yasal düzenlemeleri tümüyle uygulanamaz hale getiren yeni teknolojik gelişmeler, birkaç ilave kuralın çok ötesinde yeni yaklaşımlar gerektirmektedir. Öte yandan teknik olarak olanaklı olanın yapılması gerekip gerekmediği sorusu, farklı tür bir sorudur. Örneğin Richard Dawkins, Galton’ın projesinin daha dikkatli tasarlanmış bir biçiminin işleyebileceği görüşündedir (Dawkins 2009:38-39). Darwin’in doğal seçilim fikrine dayanarak yalnızca göz rengi gibi özelliklerin değil, kişilik özelliklerinin de evrim ile ortaya çıkmış olduğunu dolayısıyla onların da seçilim yoluyla değiştirilebileceğini söyler. Gerçekten de bu Darwinci bir yaklaşımdır. İnsanda ve Hayvanlarda Duyguların Dışavurumu (1872) adlı kitabında Darwin de, salt bedensel değil, zihinsel yetilerimizin de evrim ile ortaya çıktığının ipuçlarını verir.[10] Dolayısıyla tıpkı belirli köpek cinslerini[11] belirli davranış özelliklerine göre seçilimle değiştirebildiğimiz gibi ilkece insanları da uzun süreli yapay seçilime bağlı bırakarak onlarda davranışsal değişikliklere yol açmak olanaklıdır. Ancak Dawkins hemen, bunun ne denli tehlikeli bir proje olduğu konusunda da bizi uyarır. Olanaklı olduğunu söylemesine rağmen, böyle bir projeye karşıdır. Çünkü hangi özellikleri seçmemiz gerektiği hiç de açık değildir. Üstelik bu tür bir proje pek çok insanın yaşamını ağır biçimde etkiler. Ve bu bedeli ödemek istemeyiz.
Normatif kurallar koymada bilim ve tercihlerin nasıl iç içe olduğunu gösteren belki de en çarpıcı örnek beslenme alışkanlıklarımıza ilişkindir. Besinlerin tadları doğal seçilim ile ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan aslında bize en yararlı olan yiyecekler en lezzetli bulduklarımızdır. Örneğin şeker doğada az bulunan ancak bedenimizin çokça gereksinim duyduğu bir besindir. Dolayısıyla her erişebildiğimizde olabildiğince çok tüketmek isteriz. Ancak içinde yaşadığımız kültür, bu durumu sorun haline getirmiştir. Zira bir şehirde şeker bulmak hiç de güç değildir. Bunun sonucu olarak pek çok insan, günümüzdeki kültürel ortam oluşmadan önce çok yararlı olan bu damak zevki nedeniyle sağlık sorunları yaşamaya başlamıştır.
Şekerli besinleri neden çok lezzetli bulduğumuzun bilimsel bir açıklamasına sahip olmamız doğrudan bir normatif yargı üretmemizi sağlamaz. Spencer ve benzerlerinin yaptığı hata, şeker sevmenin “doğal” olduğu bulgusundan yola çıkarak, aşırı şeker tüketiminin insanlar için “iyi” olacağını savunmak gibidir. Oysa insanlar bu doğal dürtüye karşı koyabilirler. Modern tıp bunun hem olanaklı hem de gerekli olduğunu göstermiştir. İşte burada bilim, bize aşırı şeker tüketiminin zararlarını göstererek—örneğin bir şeker hastasına—“şeker yememelisin” biçiminde bir kural koyabilir.
Bütün bunlara karşın halen diyetimizi belirleyenin bilimciler olması gerektiğini de söyleyemeyiz. Zira yukarıda da örneklenen kural “başka her şeyden çok, uzun yaşamak istediğiniz” varsayımına dayanır. Yani yalnızca biyoloji ile değil, yaşamak istiyor oluşumuzun da katkısı ile bu kural türetilebilmiştir. Oysa yalnızca yaşar kalmaktan fazlasını da düşleyebilmekteyiz. Yaşamanın yanı sıra, yaşam kalitemizi de önemseriz. Dolayısıyla kimi zaman doktorun önerisine tam olarak uymamayı seçebiliriz. Bilim bize hangi amaçlarla hareket etmemiz gerektiğini söylemez. Ancak davranışlarımızın olası sonuçlarını ortaya koyarak daha bilinçli seçimler yapmamızı sağlar.
Bilimsel kuramların olanaklılar evrenimizi tanımlayarak ve değiştirerek belirlediği özgürlük alanımız içinde normatif yasalar koymaktayız. Normatif alanın kullandığı kavramlar da yine bilimsel kuramlarımız tarafından biçimlendirilmektedir. Dolayısıyla bilim ve teknoloji normatif alana etki eder ve etmelidir. Yine de Spencer’ın önerdiği bilimsel verilere aykırı toplumsal düzen yerine, bilimsel verilere uygun başka bir düzen önerilse, ona da karşı çıkabiliriz. Çünkü bilim ve teknoloji doğrudan normatif yasaları belirlemez. Gelecek bir toplumun “iyi” olmasının ne demek olduğu bilimsel olarak keşfedilemez. Ayrıca iyi bir toplumsal düzenin ne olduğu konusunda tartışılmaz bir sonuca varabilmiş olsak bile, ona ulaşmak için bugün hangi bedelleri ödemeye razı olacağımız bir doğa bilimi sorusu değildir.
Bu yazı italikleri silinmiş atıf sistemi değiştirilmiş biçimi Felsefelogos adlı dergide yayınlanmıştır (Sayı 42: 2011/3, Sayfa 87- 97). İçerik aynıdır…
[1] Bu çalışma Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi tarafından desteklenmiştir. “Sosyal Darwinizm” ya da “Darwinci” gibi sözcüklerin yazımında—editörün uyarısına karşın—“w” harfini kullanmayı tercih ettim.
[2] Hitler’den aktaran Hawkins (1997, s. 276).
[3] Girişimciliğin kalıtsal olduğunu savunmak için bilimsel verilerden yoksun olmamız bir yana, bunun kalıtsal olamayacağını düşünmek için nedenlerimiz vardır. Ancak bu tartışmaya girmeyeceğim. Burada Spencer’ın önerisini en savunulabilir durumda tutmak için kalıtsal olduğunu varsaydım.
[4] Bu yasaklamaya dikkatimi çeken Mustafa Yılmaz’a teşekkür ederim. Söz konusu yasaklamaya ilişkin kararlar için bakınız: http://www.library.arizona.edu/exhibits/burnedbooks/documents.htm#guidelines (indirme tarihi: 21/06/2011).
[5] Engels ve Marx’ın, Darwin kuramına ilişkin yaklaşımları için bakınız (Beck, 2009).
[6] Doğalcı bir bilgi kuramına ilişkin bir tartışma için bakınız (Kornblith, 1999).
[7] Bu konuda güzel bir tartışma için bakınız (Gould, 1987).
[8] Bu konu eserin ikinci cildinde bulunan “İki Cinsiyetin Zihinsel Güçlerindeki Farklar” başlıklı bölümde kısaca ele alınmıştır (Darwin, 1871: cilt II, s. 326-329).
[9] Darwin, insan ve diğer canlılar arasında bu bakımdan da bir süreklilik olduğunu gösterme çabasını daha sonra özellikle İnsanda ve Hayvanlarda Duyguların Dışavurumu adlı kitabıyla sürdürmüştür (Darwin, 1872).
[10] Bu, Alfred R. Wallace ile fikirlerinin ayrıldığı kilit bir konudur (Krş. Wallace, 1891:461-478).
[11] Burada “cins” sözcüğü biyolojideki teknik anlamıyla kullanılmamıştır.
Kaynakça
Beck, N. 2009. “The Origin and Political Thought” içinde yer aldığı eser: Ruse, M. ve Richards, R. J. 2009. The Cambridge Companion to the “Origin of Species”, Cambridge Uni. Press, s. 295-313.
Darwin, C. R. 1859. On the Origin of Species by Means of Natural Selection. John Murray. (Birinci Basım)
Darwin, C. R. 1869. On the Origin of Species by Means of Natural Selection. John Murray. (Beşinci Basım)
Darwin, C. R. 1871. The Descent of Man, and Selection in Relation to Sex. John Murray. Cilt II.
Darwin, C. R. 1872. The Expression of the Emotions in Man and Animals. John Murray.
Darwin, C. R. 1958. The Autobiography of Charles Darwin. Nora Barlow (ed.), W.W.Norton & Company.
Dawkins, R. 2009. The Greatest Show on Earth. Bantam Press.
Gould, S. J. 1987. “Human Equality Is a Contingent Fact of History” içinde yer aldığı eser: Gould, S. J. 1987. The Flamingo’s Smile, Norton, s. 185-198.
Hawkins, M. 1997. Social Darwinism in European and American Thought, 1860-1945: Nature as Model and Nature as Threat. Cambridge University Press.
Kornblith, H. 1999. “In Defense of a Naturalized Epistemology” İçinde yer aldığı eser: J. Greco ve E. Sosa, (eds.) 1999. Epistemology, Blackwell, s. 158-169.
Kropotkin, P. 1972. Mutual Aid: A Factor of Evolution. New York University Press.
Quine, W. V. O. 1969. Ontological Relativity and Other Essays, Columbia University Press.
Spencer, H. 1885. The Man versus The State. Williams and Norgate.
Wallace, A. R. 1891. Darwinism, AMS Press.
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024