Tabiat döngüsünün belirli kuralları vardır. Bunun içinde değişimler, dönüşümler, oluşumlar, devinimler ve binbir doğal hareket ve olay yer alır.
Yağmuru, seli, karı, çığı, yıldırımı, fırtınası, heyelanı, depremi vs. Bu, olması gereken doğa olaylarının “afet” haline gelmesi biraz da insan marifetiyledir. Yapılması gerekeni yapmamak ya da yapılmaması gerekeni yapmak, ardından da felaketlerle karşılaşmak kader değildir. Dere yatağına yaptığın evi sel götürür. Dayanıksız ev yaptığında deprem yıkar. Doğanın tekdirine (uyarısına), işleyişine kulak vereceksin, ona göre davranacaksın, yoksa üzer…
“Batılılar kaderle dövüşür, Doğulular kadere teslim olur.” demiş, bir düşünen. Adıyaman’da Belediye binası kadere teslim yapılmıştı yıkıldı. Aynı sokağın hemen karşısındaki Kommagene Kültür Merkezi AB fonuyla, AB mevzuatına, deprem yönetmeliğine göre yapılmıştı, camları dahi kırılmadı. Hadi buyurun… Bu yüzlerce örnekten sadece biri. Demek ki kader kurbanı olmaktan çıkıp da, kadere hükmeder hale geliniyormuş. Tercihlerimizin kaderimize etkisidir bu…
İlkokul öğrencileri de biliyor artık; aynı depremlerin başka yerlerde böyle yıkım ve çok ölüm yaratmadığını da, nedenlerini de….
Günahlar arttığı için, bu İlahi cezadır masallarına da kimse inanmıyor.
Allahın bize bir garezi mi var? Yok.
Milyonlarca yıldan beri, yani insanoğlu dünyada yokken de depremler oluyordu. Mesela dinozorlar zamanında. O zaman da onlar mı günahkârdı?
Dolayısıyla yaptıklarımızdan, yapmadıklarımızdan ve bunların sonuçlarından da biz sorumluyuz. Demek ki, dünya işlerimizi dünya bilimine, bilgisine, aklına ve doğanın oluşumlarına göre planlayıp yapmak gerekiyor. Tabii ki bunun için bilimin klavuzluğu, doğruyu yapma yeteneği ve akıl gücüne sahip olmak gerekiyor. Ancak vicdani ve ahlaki değerlerden de yoksun olmadan. Bu olmadan olmaz. Bu yıkımlarda da bu arsızlığın payını görmedik mi?
Eski Milli Eğitim Bakanlarından Ali Naili Erdem: “Bilim her zaman inancın önünde olmalıdır. İnancı ilmin önüne koymak, cehalettir.” diyor. Kimsenin inanca, kimsenin bir şey dediği yok. Ancak onu da doğru bilmeliyiz. İlahiyatçı Prof. Nihat Hatipoğlu bile sonunda dayanamadı. Sitem ederek söylediklerine bakın:
“Bilim adamlarının sözü dini emir gibidir. Geçmişte dinlemediğimiz için başımıza felaket gelmişse bunu kaderle ifade etmeyeceğiz. Kader bu değil, kader akıllı düşünmektir, tedbir almaktır.” Adam haklı…
Kader, karar anlarında belirlenir ve biçimlenir derler. Bireyler olarak bizler, hayatımızda verdiğimiz kararların sonucunu yaşamıyor muyuz çoğunlukla.
Peki, toplumsal kararları alanlar kimler? Yöneticiler. Kararlar, yönetenlerin sınanma yeridir aynı zamanda. Peki, doğru kararlar neyle alınır? Akılla, bilgiyle, ustalıkla, liyakatle, uzmanlıkla, işinin ehli olmakla. Bir de yine dürüstlük tabii ki. Çünkü o yoksa; kişi, bilgisini başka şekilde, yani ahlaksızca kullanır. Yöneticilerde bilgi, birikim, yetkinlik, yeterlilik yetersizse, yanlış kararlar alınması kaçınılmazdır. Bunun sonucunda da gelsin toplumsal acılar, sıkıntılar ve felaketler. Cefasını da hep halk çeker.
“İşi ehline vermezsen kıyamet yaklaşmış demektir” diye dememiş miydi Hz. Muhammet?
Çürük zihniyet, cehalet, ihmal, aç gözlülük, denetimsizlik ve düşük ahlakla yapılan işlerin sonucudur her türlü yıkımlar ve de kötülükler. İnsanın kendi kendine kastıdır bu. Yaşananlardan ders almıyorsak olanlardan sorumluyuz ve bu olaylar ders alana kadar sürer.
Bakın bir Türkmen atasözü ne güzel özetliyor bunu. Diyor ki: “Eğer yaşadığın felaket seni ayıltmadı ise, felaket sen kendinsin!”
E be arkadaş, yağmur yağacağını biliyorsun, şemsiyesiz çıkıyorsun ve yağmur yağıyor ıslanıyorsun. Sonra da; “ya ben niye ıslandım” diye soruyorsun. Veya ıslanmak kaderimde varmış diyorsun.
Örneğin TOKİ binalarının depremde ayakta kalması ile övünülüyorsa, yıkılanlar için de kader denmemeli. Veya, “depreme dayanıksız” raporu olan hastaneyi çalıştırıyorsun, depremde de yıkılıyor ve onlarca ölüm oluyor. Peki buna ne diyeceğiz? Uzatmayayım…
Kısacası, bunların hepsi kader planı değil, imar planıdır ve insan üretimi facialardır.
Acıların coğrafyası diye tarif edilen; ama, aslında acınası coğrafya olan bir Ortadoğu ülkesine mi benzeyeceğiz; yoksa, kaderine hükmeden, bilimle, akılla gelişmiş bir batı medeniyetine sahip ülke mi olacağız. Buna karar vermek durumundayız. Uzun boylu düşünmeye de gerek yok aslında.
Yüz yıllar öncesinde Hacı Bektaş-ı Veli söylemiş zaten; “Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diye. Doğru ve gerçek yol gösterici odur çünkü. Bu kadar…
Kişi, toplum ve ülkeler; hem kendi yaşadıklarından, hem de başkalarının yaşadıklarından ders aldıklarında gelişirler. Ne kendi yaşadıklarından, ne de başkalarının yaşadıklarından dersler çıkarmayanların ise vay haline…
Aynı kötülüklerin, aynı felaketlerin, aynı acıların içinde debelenip dururlar. Çünkü; yanlışlar yaparak doğruları yaşayamazsın.
Her işi kadere bağlarsak; eğitime, bilime, bilgiye, kanuna, denetime, tedbire, sorumluluğa, teknolojiye gerek yok. Aynı şeyleri yapıp farklı sonuç beklemek akıllıca bir davranış mıdır?
İnsan aynı çukura iki defa düşer mi ya hu?
Tam da doğaya göre olan şu atasözünü doğa acımaz, uygular: “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
Doğanın tekdirlerini (uyarılarını) ve bir de ekolojik dengesini dikkate almalı.
Çünkü şakası da yok, affı da yok… Çarpar.
- Sadece Bir Ölüm Değildir Bu… - 20 Eylül 2024
- Köpeği Bırak, Kendine Bir Bak Ey İnsan!.. - 20 Temmuz 2024
- İdeolojik eğitim mi, pedagojik eğitim mi? – Varol Kara - 18 Haziran 2024