Çöküşe Rıza 6

kriz mi

Kimi “kripto” iktisatçılar, kripto derken kastedilen kendisini “solcu” olarak ya da “yandaş olmayan” olarak pazarlayan, bol akademik unvanlı -yani YÖK’ün kendisine bahşettiği unvanı gururla taşıyan ve her fırsatta göstermekten çekinmeyen- ve Tv Tv dolaşıp değerli fikirlerini bize sunmaktan kaçınmayan vs iktisatçılardır; “bu ekonomik program uygulandığı takdirde, bedelde ödesek, sonbahara doğru düze çıkacağımızı ve enflasyonun düşeceğini” söylüyorlar. Çoğunun dile getirmekten kaçındığı “şey” ise enflasyon düşse bile yoksulluğun açlığın ve sefaletin gittikçe artacağı ve geri dönülmez bir biçimde derinleşeceği gerçeği. Aslında hepimizin bildiği ve gördüğü…

Burada değinmek istediğim şey ise iktisatçıların çözümü tartışırken tekelci/vahşi kapitalizmin, bu düzenin içindeki “çözümleri” dillendirmeleri. Kanıksanmış bir hal; başlarken dediğim gibi “solcu” iktisatçıların zihinlerini/söylemlerini bile rehin alma-iğfal etme durumu. Yoksulların krizi derinleştikçe kitlesel biat hali artıyor. Ülke kapitalizmin deney ve toplama kampına dönüşmüş durumda; açlar/çoğunluk/ezici çoğunluk bu durumu reddetmek, bu sefalet haline direnmek, her ne olursa olsun direnmek yerine, onur diye bir şey vardı değil mi, tıpkı 80 sene önce başka yerlerde olduğu gibi –bu bir metafor- yüzde doksan dokuzu kirli sudan ibaret aş kazanının dibine çöken solaninli patates kabuklarından yararlanabilirim umuduyla sıra kendisine geldiğinde dağıtıcının kepçeyi dibe daldırmasını umuyor.

Kim demişti; hep unutuyorum, demans başlangıcı mı ne, “kapitalizmde iktisatçılar ikiye ayrılır, bir şey bilmeyenler ve bir şey bilmediğini bilmeyenler” diye. Buna Türkiye bir üçüncü eklenebilir mi; “sosyalistlik iddiasında olup “çözümü” kapitalizmin argümanlarıyla anlatıp “çözümün” kapitalizm içinde olacağının dolaylı propagandasını yapanlar” olarak. Vatandaş Tolga’dan naçizane bir soru…

Her neyse, bir taraftan iktidar sözcüler bir taraftan “bunlar” ulaşabildikleri her kanal aracılığı ile bu kapkaranlık sefaletin /  krizin sonlanacağını anlatarak umutlandırmaya çalışıyorlar ya, ki bu söylemlerinin gizli amacının şu anki yoksulluğun ve açlığın iknasına yönelik olduğunu düşünürüm. Onların “kriz bu şekilde sona erecek vs” sözlerini dinlerken aklıma Rizeli anneannemin “daha ucidir uci” diye biten sözü gelir…

bir metafor olarak İliç!

Gördüğüm bir yer değil İliç; gençliğimden beri adını duyduğum her nedense adını pek bir sevdiğim İliç; İlyiç’ten olsa gerek!

Kimi tarih araştırmalarına göre 1522 de idari bölgenin adı Pişadi; 1872’de Lick/Lıcik (Ermenice) olarak kayıtlarda yer almakta, göl/gölcük anlamında. 1916’da kasabanın adı İliç oluyor.   Aynı kitapta İliç’in İç-il / İl-iç ten de (Türkçe) gelmiş olabileceği de not edilmiş. Faciadan sonra sıkça adını duyduğumuz Sabırlı köyünün adı 1916’ya kadar kayıtlarda Ermenice Urek/Urik olarak yer almakta (Türkçe karşılığı Korucuk). Madene adını veren Çöpler ise 1643 yılında kayıtlarda Cobiler olarak yer almakta iken 1916’dan sonra bugünkü adını alıyor. Özetle bölge isimleri açısından 1916 önemli bir tarih olarak gözükmekte!

Bölge uzun yıllar boyunca yoksul bir Anadolu kasabası/köyü görüntüsünde, halinde olmalı; sonra başlarına devlet kuşu konacağı söyleniyor iktidar temsilcilerince: “öyle hızla gelişecek ki yakında ilinizi bile (Erzincan) geçeceksiniz” anlamında cümleler. Arka plandaki görüntüleri izlerken söz ettikleri “gelişmeyi, ilerlemeyi” görebiliyoruz. Betona yatırım bayağı gelişmiş; göle nazı evler; köy yalıları!

“Kalkınma” düşü büyük bir heyecan uyandırmış olmalı bölgede; haberlerden izlediğimiz, gazetelerden okuduğumuz kadarıyla bu madene bir iki kişi dışında itiraz eden olmamış, onlarda bu itirazlarının bedelini ödemiş ve onların bu bedeli ödemesine de itiraz eden, onları sahiplenen olmamış.

Onlara bu “kalkınma” aracını hediye edenleri coşkuyla kucaklamış bölge halkı. Usullü, usulsüz her ne şekilde olursa olsun madene onay verenleri bağrına basmış, alkışlamış… Ve hatta onların daha da iyi görevlere gelip memleketin diğer bölgelerinde de örneğin metropollerin en büyüğünde de bu “hizmetleri” yapmaları için dua eder olmuş…

Dualarına katık olarak da şirkete yaptıkları taşeronluk hizmetlerini eklediklerini öğreniyoruz…

İdeoloji mi; o da ne… Bence ideolojiden söz edebilmek için birkaç tane olmalı bir biriyle çatışan. En azından! Seçim sonuçları / tercihleri bu bağlamda önemli bir gösterge; bölge halkının gönlü dinci-ırkçı faşizmden yana. Son on yıla baktığımızda iktidar bloğunun %68 ile %95 arasında oyu aldığını görüyoruz. Evet, yanlış okumadınız %95! Gelecek seçimlerde de sonuç değişmeyecektir, tıpkı Soma’da vs. de olduğu gibi! Nasıl ki bu işin fıtratında bu varsa, nasıl ki “kader planı” bu şekilde işliyorsa… Meseleye daha geniş açıdan bakalım ya da o dedikleri gibi “büyük resmi” görmeye çalışalım: Türkiye halkının fıtratında ve kader planında onlarca yıldan bu yana dinci-ırkçı faşist ideolojiler ve bu ideolojinin siyasi partileri var… 

Diğer taraftan; tıpkı ülkenin diğer coğrafyalarında yaşayanlar gibi bölge halkının da birçok benzer mevzuu da olduğu gibi “çevre” diye bir sorununun / gündeminin olmadığını rahatlıkla iddia edebiliriz. Pragmatik çıkarcılık kültürel genetik kodlarına işlenmiştir. Her ne kadar benzeri ülkeleri üçüncü-dördüncü dünya ve bu ülkelerin insanlarını köle işçi olarak görse de emperyalist şirketin işi garantiye alıp çalışanların “itiraz hakkını” satın aldığının da kimi haber bültenlerinde şöylesine bir duyulduğunu not edelim…

Sonuç itibarıyla İliç’teki “çöküşün” sorumlusu yalnızca sermaye, maden şirketi, iktidar, bürokrasi değil aynı zamanda İliç halkıdır da! 

demiş

“Alışkanlıklarını sakın ha bırakma ki hep böyle aptal kalasın” demiş Şeyh Sadrettin bin Lavasati!

Böyle bir kişi olmayabilir, bu uzun isimli çağrışımlara açık isin hiç var olmamış yaşamamış olabilir. Kim bilir belki de bir hayal ürünü; yaşamış bile olsa böyle bir sözü söylememiş de olabilir ya da sözün sahibi tarihin karanlık köşelerinde unutulmuş bu söz onun adına yazılmış da olabilir. Hiçbiri olmamış olsa bile Taylan Kara’nın yazılarında yeniden vücut bulması onu bu haliyle o birkaç kelimeyle gerçek kılar. Sözün doğruluğu yeniden güncel bir tartışmanın aracısı olabilir. Tartışılmaz bir gerçeklik kazanmıştır çünkü kimseye ait olması gerekmeyen bu söz yaşama ait gerçekliğin, yaşam pratiğinin kâğıt üzerine “yabancı” bir el tarafından aktarılmasıdır.

Alışkanlıklar, bağımlılıklar, vesaireler irrasyonellğin rasyonelmiş gibi görünmesini sağlayan ideolojik kolaylaştırıcılardır. Aklın, bilimin ve “ruhun” gerici ideolojilere, hurafelere kurban edildiği toplumlarda her türden şarlatanlığın, sahtekârlığın özenti ve beğeni haline getirilmiş olması çöküşü ve çöküşün kaçınılmazlığını örnekler. 

Aklın yitimi cesaretin yitimi anlamına da gelir; hedefi yakalamak için –hedef çoğu zaman aslında bir fetiştir- onun peşinden esrik bir halde canhıraş dili dışarıda koşan çizgi film “kahramanıdır” topluluğumuz (toplum olma özelliğini ne zaman kaybetti?). İşte bu “kahramanımız”  koşarken uçurumun kenarını çoktan aşmış, havada-boşlukta iken yerde, sağlam zeminde koştuğunu zanneder; neşe içinde bir koşu tutturmuştur; be neşeli sevinçli hali sınır tanımaz aptallığının, o korkutucu aptallığının portresini oluşturur. Ne zamanki aşağı bakar o zaman düşer; anımsayın. Aşağı bakmakta bir cesaret işidir ve belki de bu aptallıkta kalmış son cesaret kırıntısıdır. Kahramanımızın düşerken de neşe işinde olduğunu da anımsayınız. Aşağı bakacak cesaret kırıntısından bile yoksun insanımız. Düşüş kaçınılmazdır; kaçınılmazlığı niteleyen ise ona gösterilen rızadır. 

bir gerçeklik olarak Hatay!

Hatay için tartışmalar anlamsız. Hatay çoktan kaybedilmiştir! Olacak seçimden ve 6 Şubat depreminden yıllar önce “kaybedilmiştir” Hatay. Antakya’nın nüfusunun üçte biri göçmen olduğunda, “memleketin birlik ve bütünlüğü için” Işıd militanlarının sokaklarında dolaşmasına göz yumulduğunda ya da Suriyeli göçmenlerin ucuz işçi olabileceği keşfedildiğinde kaybedilmiştir. Bundan onlarca yıl önce Orta Karadeniz köylüleri ya da Afganistanlılar ovalara yerleştirilmeye başlandığında kaybedilmiştir. Ya da Samandağ’dan Antakya’ya dek bir karış boş yer kalmamacasına çirkinlik ötesi yapılaşmaya hep birlikte güle oynaya karar verildiğinde kaybedilmiştir.

seçime doğru

İddiamı tekrarlamakta sakınca görmüyorum; iktidarın başarısı sürpriz olmayacaktır. “Kaleler” bile düşebilir! Günümüz CHP’lilerin demokrasi havarisi ilan ettiği romantik (ve en yalın haliyle faşist) Ecevit çiftinin 1977’de Zonguldak ilinin bir kasabasında miting sırasında devrimci gençleri polise nasıl teslim ettiklerini anımsarım her seçim döneminde.  (CHP’nin de ne olduğunu anlamak için iyi bir örnek!)

12 Eylül faşizmi “ileri demokrasiye” geçiş için 1983 de genel seçim yapmaya karar verdiğinde üç adet muvazaa parti kurulmasına karar verir. “CHP geleneğini” devam ettirmesi için Halkçı Parti başkanlığında Necdet Calp bu “iş” için görevlendirilir. Tüm bu ezik-bağımlı-bürokrat haline rağmen Calp söylemi ile kendisinden sonra günümüze dek gelen tüm sosyal demokrat parti başkanlarından daha fazla soldadır! BaybayKemal’den daha da sağda olunabilir mi diye düşünüyorlardı kendisine “siyaset bilimci” denen manipülatörler, olduğunu gördüler.

kutsallığın inşası üzerine birkaç satır 4

Aydınlanma; rönesans-reform-revizyon vs. gerici ideolojilerle yüzleşmeyi-hesaplaşmayı yapamayan –engelli- toplumlar için bir şey ifade eden bir kavram olamadı. Modernleşme dediğimiz dönüşüm sağlanmadı ve hatta ülkemizde buna yönelik küçük de olsa müdahale en başta kendisini sosyalist saman “uzatmalı aydınların” yoğun eleştirisi ile karşılandı. Bırakıldığın yerde otlamaya devam! Söz konusu topluluklarda “aydınlanma” denen olgu, tanrısal yasayı savunmak üzere, tanrısal yasayı olumsuz-insana karşı yorumlayan krallara-tiranlara karşı düşüncenin gelişimi olarak kendisini gösterdi. Sorun tanrısal yasada ya da dinlerde ve dinlileşmede değil onun kötü yorumlanması ve buna bağlı olarak da kötü uygulanması retoriği üretildi. Ve ne yazık ki dinsel ideolojinin başat olduğu topluluklar hala kendilerini yönetecek büyük insanlara, ulu önderlere, şeflere ya da erdemli krallara gereksinim duyuyordu. Ve belki de daha önemlisi bunun gerekliliği vurgulanıyordu. Örneğin tirana karşı girişilen mücadelede “yeni bir dinle” yola çıkanlar önderleri daha başından itibaren kutsallık korumasına alarak ancak yola devam edebiliyorlardı. Düşsüzlük/ütopyasızlık!

İnsan aklını zincirleyen büyük adam ya da lider/reis gereksiniminin “aydınlanma” ile beraber niteliksel bir değişikliğe uğramamasının nedeni-nedenleri nedir? Mülkiyetin ve aslında bir mülk çeşidi de sayabileceğimiz devletin korunmasının zorunluluğu ya da en etkili yollarından biri olması mı? Ya da kişilerin -mülk sahibi olması koşuluyla tabii; bu mülk eşya ya da toprak olabilir ya da bir örgüt ya da bunların saymadığımız niceleriyle beraber hepsi- toplumların yazgısı üzerinde bin yıllarca egemen olmasını sağlayan nedir?

“Tek kişilere, yalnızca kitlesel eğilimlerin temsilcisi rolü düşmekte, zorunlu olarak kendilerine bir dışavurum sağlayacak eğilimler, daha çok rastlantı sonucu ilgili kişilerde kendini açığa vurmaktadır” diye yazan Freud, baba-kurtarıcı gereksinimi hakkındaki görüşleriyle yukarıdaki sorularımıza şöyle bir yanıt vermektedir: “Büyük adam biri kişiliği, ikincisi uğrunda savaştığı düşünce olmak üzere hemcinslerini iki yoldan etkiler. Bu düşünce, kitlelerin eskiden beri hayalinde yaşattığı bir nesneyi vurgulayabilir ya da onlar için hayallerinde yaşatacakları yeni bir hedef belirleyebilir veya bir başka biçimde kitleyi egemenliği altına alır. Bazen -ve şüphesiz daha ilksel bir durumdur bu- kişiliğin yalnız kendisi tek etkileyici faktördür, düşünce onun yanında pek küçük bir rol oynar.”

*

Modern devlet anlayışını oluştururken “güçlü devlet”i esas alan Hobbes, mutlak iktidarın gerekliliğini ısrarla savunur. Mutlak iktidar düşüncesi iç savaş yıllarında doğmuş ve kuşkusuz savaşan tüm taraflar için olmazsa olmaz bir zorunluluk olarak dile getirilmiştir. Hobbes’a göre devlet, tüm tarafların eşit olarak katıldığı bir sözleşme olup, bu sözleşmenin uygulanabilmesinin koşulu iktidarın mutlaklığında yatar. Öncesinde ve sonrasında devlette dâhil olmak üzere tüm örgütlenmelerin meşruiyeti, Hobbes’unda formüle ettiği, mutlaklıkla sağlanacaktır. Bu sözleşmenin egemen olanca bozulmasında ise yine mutlak iktidar unsurunu içinde barındıran direniş hakkıyla müdahale edilebileceği düşüncesini geliştirmiştir. Calvin’in “Uyrukların -onları tanrının lütfü ile yöneten- yöneticilerine karşı ilk ödevleri, bunların bulundukları görevi Tanrı’nın yüklediği bir yargılama yetkisi olarak kabul edip, bunu en şerefli bir görev olarak tanımak ve bundan dolayı da onları Tanrı’nın bakanları ve elçileri olarak saymaktır” şeklindeki görüşlerinden etkilenen ve bu düşünceleri birey-devlet ilişkileri içinde geliştirmeye çalışan Hobbes, egemenlerin, Tanrının güvenini kazanmak için yapılan sözleşmeyi korumakla yükümlü olduklarını ileri sürer. Sözleşmenin bozulması bireyin mülkiyet hakkına egemenin saldırmasıyla koşut tutulmuş ve bireyin mülkiyet hakkı bu yolla meşrulaştırılırken bu meşruluğun dayanağı “ilkellerden” hiç de farklı olmayarak “tanrı” olarak gösterilmiştir. Yeni gelişen ilişkiler bağlamında mülkiyet kapsamlı bir egemenlik ilişkisinin ne öncekilerden ne de sonrakilerden hiç farkı yoktur: “Egemenin erki olduğu gibi şerefi de uyruklarının herhangi birinden ya da hepsinden daha büyük olmalıdır. Çünkü şerefin kaynağı egemenliktir. Lordluk, düklük ve prenslik payeleri onun yaratıklarıdır… Egemen erk, yokluğu kadar zararlı değildir ve bu zarar çoğulcası, daha küçük bir zarara boyun eğmekten ileri gelmektedir.”

Dolayısıyla güçlü iktidar insanların özgürlüğü-mutluluğu ya da mülkiyetin korunması için mutlaktır düşüncesi gerici ideolojilerin kitleyi maniple etmek için kullandıkları “ılımlı” bir yaklaşımı oluşturur. De Spinoza: “…egemenler iradelerini ancak bunu yürütebilecek kadar erke sahip oldukları sürece kabul ettirebilirler: Eğer bu erki kaybederlerse söz geçirmek haklarını da kaybederler veya bu hak onu üzerlerine almış ve koruyabilecek olanlara geçer… Eğer bir egemen, Tanrı’ya vahyolunmuş yasalarda belirtildiği gibi itaat etmeyi reddederse, bunun tehlikesini ya da zararını da göze almış olur, ama herhangi bir toplum ya da doğa yasasını çiğnemiş olmaz. Çünkü toplum yasaları, onun kendi buyruklarından kaynak alır: doğal yasalar ise, tek amaçları insanların iyiliği olan dine değil, doğanın düzenine, yani Tanrı’nın insanlarca bilinmeyen sonsuz buyruğuna dayanırlar.”

Erki, Tanrı’nın -henüz- bilinmeyen yasalarıyla meşrulaştırmanın yolunu açan Spinoza’yı bir başka batılı düşünür Rousseau tamamlamıştır. Rousseau’ya göre, egemen olan, toplumsal sözleşmeyi hiçbir koşulda çiğneyemez ve bu koşullar tüm kutsal tanımlamaları içine alacak kadar geniştir. Ne var ki kutsallığın dahi müdahale edemeyeceği alan yeni bir kutsallığın, yeni bir dininde ta kendisi olacak araçları içerir. Bu kuşkusuz sermayenin dinidir ve gerek kendisini kutsallaştırmada gerekse yöneticilerini, liderlerini belirlemede eskiden aldığı tüm “değerleri” daha da yozlaştırarak kullanmakta hiçbir çekince göstermeyecektir.

-devam edecek-