Ekranda bir şeyler okurken bir taraftan radyodan akıp giden şarkıları dinliyorum. Birden şarkının içinde geçen sözlere kulak kabartırken buluyorum kendimi.
“No one, no one, no one ever is to blame.” Hiç kimse suçlanacak değil. Suçlamak. Özellikle karşındakini suçlamak ne kolay. Bir Çin atasözü düşüyor aklıma. Tamamını hatırlayamadığım için Google’a danışıyorum. Çıkıyor karşıma. “Başkasını suçlayanın çok yolu vardır. Kendini suçlayan yolun yarısına gelmiştir. Kimseyi suçlamayan varmıştır.” Antik Çin Bilgisi, Antik Çin Savaşındaki 36 Strateji.
Bu arama sonrası sosyal medya hesabımdaki hikayeler alanında, bu söze gönderme yapan içeriklerin önüme çıkmasına ne demeli? Sosyal medyanın algoritması ve manipülasyon gücünün geldiği noktaları tekrar idrak ederek ve dünyanın geldiği bu duruma bir suçlama oluşturmadan dönüyorum yazıma. Bu durum ayrıca bir yazı konusu olur diyorum. Daldan dala atladığım bir yazı daha olmakta farkındayım. Ama bazen akış böyle oluyor ne yapayım?
Toparlayalım ve yazının genel çerçevesine dönelim. Gençlikte en yaygın durum anne baba, başkaları ve hatta tüm dünyayı suçlamak. Bende o yaşlarımda tam babamı suçlamaya başlamışken kaybediverdim onu. Dünya büyük bir sorun yaratmıştı bana, odağım değişmiş ve çok erken bir yaşta içime dönmüştüm. Ve henüz on beş yaşımdaydım. Benim yapamadığımı yıllar sonra oğlum başardı. Ergenliğinde bol bol suçladı beni. Canı sağ olsun.
Kişi yaş aldıkça ve olgunlaştıkça, yürünen tüm yollara veya dünyada yarattığımız sorunlara odaklanmaya başladığında bu suçlama içe dönme eğiliminde oluyor. Kendini suçlayan kişi de yolun yarısına gelmiş demektir. Ama başkalarını ve kendini sebeplerle veya sebepsiz yere suçlamak yaşamı yanlış okumaktır. Asıl olan yalnızca kendini suçlamak değil sorgulamak, nedenleri ve sonuçları değerlendirebilmektir. Ve nihayetinde olan kutsal diyebilecek varma noktasına ulaşabilmektir. Böylece bu süreç bir öğrenime dönüşecektir. Eğer bu başarılmazsa bir yerden sonra insan kendisine haksızlık yapmış olur.
Başkalarını suçlayanın yolculuğunda katetmesi gereken uzun bir yol var. Olduğumuz şeyden sorumluyuz, gerçekçi bir ifade. Garip ama fazlasıyla gerçek. Yaptıklarımızın suçunu başkalarına veya kadere yükleme alışkanlığımız varsa; bu, kazara yaşadığımız anlamına gelir. Yaşam dediğimiz şey bir yolculuk ve böyle bir yolculuk tamamlanmamış bir yolculuk olarak kalacaktır. Amaçsızca hareket edeceğiz ve sonunda ne için yaşadık sorusuyla karşı karşıya kalacağız. Ne için yaşadık bu yaşa kadar? Ne için yaşıyoruz? Amacımız ne? Kalan ömrü ne için yaşayacağız? Nasıl anlamlandıracağız? Bu soruların cevabı herkesin kendisinde.
Ancak herkesin ulaşamadığı son bir aşama daha vardır, o da hayatı olduğu gibi yargısız bir şekilde kabul etmek ve sadece işleri daha iyi hale getirmenin yollarını bulmaya odaklanmaktır.
Otuzlu yıllarımın başında çalıştığım şirketin hizmet içi eğitimlerinden birine katılmıştım. Eğitmenimiz o zamanlar profesörlüğünü henüz almamış A. Kadir Özer’di. Eğitimin adını hatırlamıyorum ama içeriği ve felsefesi dün gibi aklımda. “Hayat, bana yapılan veya verilen şeyler değil, benim yaptığım bir şeydir.” Demişti Özer. Ve en önemli nokta duygularınızın sahibi sizlersiniz. Karşınızdaki ne yaparsa yapsın ona verdiğiniz tepkiyi siz seçersiniz. Öfkelenmek isterseniz öfkelenirsiniz, kayıtsız kalmak isterseniz kayıtsız kalırsınız. Duygusal bir rahatsızlık duyuyorsanız, duyguların ilişkili olduğu bu olaya ve kişiye değil, sizin bu olay hakkında öğrenmiş ve geliştirmiş olduğunuz inanç ve yorum kalıplarınıza ve anlam yakıştırmalarınıza bakmanız gerekir. Karşınızdakinin tavrı sizin hangi duyguyu yaşamayı seçeceğinize yalnızca vesile olur demişti. Vesile olmak. Takılıp kalmıştım. Vesile sözcüğüne.
Bizi asıl yıpratan şeyin yaşadığımız olaylar değil olaylara yüklediğimiz duygusal anlamlar olduğunu idrak etmiştim işte o an.
Yol, yolculuk ve hedef temalarını içeren çok yazı yazdım ve herhalde bıkmadan daha da yazmaya devam edeceğim. Yaşamın bir anlamı ve bir hedefi olmalı. Evrenin sonsuzluğunda, bir toz zerreciğinde, öylece yaşamak zorunda bırakılan insanlar mıyız bizler?
İnsan değişir, gelişir, düşer, kalkar, yanılır; tüm bunlar insanın zamansal yönüyle ilgilidir. Ve bu zamansal yön üzerine düşünmek, aslında mutluluğa veya anlama yönelmenin bir parçasıdır. Evrende bir anlam arıyorsak, bu anlamı “kimin” aradığını bilmek zorundayız. Sahi kimiz biz? Kendimize dair bildiklerimiz, kendi içsel kavrayışlarımız, anlamlı bir yaşam inşa etmek için bize yardım edebilecektir.
Yaşam gerçekten sonsuz bir kaynak! Buradayız ve yaşıyoruz. Olabildiğince açalım gözümüzü, kulaklarımızı, kalbimizi, içimizi. Tek bir yere takılmayıp farklılıkları denemeye/deneyimlemeye çalışalım. Yaşamın kendisi üretmeye teşvik. Dinlediğimiz müzikler, gördüğümüz şeyler, gezdiğimiz yerler sokaklar, baktığımız, konuştuğumuz, dokunduğumuz insanlar, okuduğumuz şiirler, öyküler, romanlar, bir ağacın tatlı bir rüzgârda salınması, ah o denizin kokusu, güneşin yüzünüzdeki sıcaklığı.
Tercih sizin ya yolculuğun tadını çıkartın ve varın ya da kötü dediğiniz her şey için birilerini suçlamaya devam edin. “Birini suçlamak üzere ileri uzattığın elinin üç parmağının seni gösterdiğini unutma!” diyen Friedrich Nietzsch ile bitirelim bu yazıyı.
Varın ve var olun…
- Düşünceyi Düşünmek - 2 Kasım 2024
- Benim, Çünkü Biziz; Biziz, Çünkü Benim - 25 Ekim 2024
- Suçlama(k) - 16 Ekim 2024