Biraz tarihe meraklı, iyi bir okurun dikkatini çeker, farklı dönemlerde farklı şeyleri tartışır dünya/insanlık. Bir rüzgar, bir dalga gibi yayılır o tartışma. Kitleleri hareketlendirir, siyasal duruşlar, örgütlenmeler ona göre şekil alır. Bu dalganın en dışındakiler bile hiç farkında olmadan birden bire tartışmanın ortasında kendini bularlar. Tartışma onları da içine çekerek büyür…
Hiçbir tartışma maddi temelleri olmadan başlamaz, başlatılmaz. Tartışmanın bir dalga gibi yayılmasından söz edilmeye başlandığı duraksamada, onun artık hayatın her alanına sızdığını da kabul etmiş oluyoruz.
Konumuz bağlamında küreselleşme üzerine yürütülen tartışmada dünyamızın ekonomik, sosyal ve siyasal olarak geldiği noktanın ürünüdür. Bu tartışma dışında kalan, burun kıvıranların dahi küreselleşmenin sonuçları üzerinden tartışmaya katıldığını, etnik ve dini kimliklerin önemi üzerine ahkam keserlerken yakalıyoruz. Biz de tam da bu sonuçlara nasıl varıldığını, küreselleşme ile bu kimliklerin nasıl/neden öne çıktığını anlamaya çalışacağız.
Bu aynı zamanda hiç kuşku yok ki; sermayenin gelişim tarihi ile doğrudan ilgili bir konudur. Siyasal, sonuçları olan toplumun her kesimine, her düzeyde sızan küreselleşme olgusu her şeyden önce ekonomik bir süreçtir. Onun öyküsü; yerele sığmayan tefeci-tüccar sermayesinin sanayi sermayesine dönüşmesiyle başlar. Burjuvazi ulusal sınırlar içinde hareket alanını, sömürüsünü genişletme isteği ve ihtiyacı ile ulusal devletler kurarak bu öyküsünü devam eder. Ulusal devlet, sınırları, ulusal bayrağıyla özünde ulusal burjuvazinin sömürüsünün egemenlik alanının sınırlarının belirlenmesinin projesidir.
Burjuvazi bir süre sonra ulusal sınırlar içinde bir sömürü ile yetinmeyecek, ulaştığı sermaye yoğunluğu ve büyüklüğüyle ve özelikle banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçmesi sonrası emperyalist sömürgeci karakter kazanacaktır. Başlangıçta hammadde ihtiyacı ile başlayan sömürgecilik, kısa zaman sonra sömürgelerin iç pazar gibi sömürülmesine dönüşürken, üretilen malların ve hizmetlerin pazarlanmasını sermaye ihracı ve doğrudan yatırımlara dönüşecektir. Emperyalist Sermaye attığı bu her adımda, girdiği ülkelerde kendisinin karşısında rekabet direnci ile hazır bulduğu ulusal burjuvaziyi, ulusal devlet ve değer yargılarını bir süre sonra kendisi için bir ayak bağı olarak görmeye başlar.
Emperyalist burjuvazi ile ulusal burjuvazinin çelişkisi elbette uzlaşmaz bir çelişki değildir. Onları sıklıkla yan yana kol kola görmek mümkündür. Zaten bu süreç giderek ulusal burjuvaziyi, emperyalist burjuvazinin ülkedeki kolu, acentesi konumuna getirir.
1980’lı yıllara geldiğimizde ulusal sınırları kendi ekonomik çıkarları önünde bir engel olarak gören ulusal burjuvazinin yanı sıra emperyalist burjuvazide emperyalist kapitalist merkezleri kendi ekonomik büyüklüğü ve etkinliği önünde engel görmeye başladı.
Devasa büyüklüklere ulaşan sermaye birikimi ve yoğunlaşması hepten ulusal sınırlara sığmayacak büyüklüğe ulaştığında dünya ölçeğinde hareket alanını ve sömürüsünü genişletmeye gitti. Bir zamanlar feodal parçalanmışlığı, sömürü alanın genişlemesi önünde engel gören burjuvazi, şimdi feodal parçalanmışlığı aşarak ulaştığı ulusal devlet ve ulusal sınırları kendine ayak bağı olarak görmekte.
Bu bir anlamda kendi eserini yine kendi eliyle yıkarak sömürüsünü sürdürme anlamına gelmekte.
Küreselleşme sermayenin giderek ulusal karakterini inkar ile vardığı ulus ötesi gücü; “yeni dünya düzeni” adı altında belirlerken yeni bir dünya tasavvurunu ortaya koymakta.
Bu devasa gücü anlama ve tanımlama adına yapılan çalışmalardan başka, bu gücün haklılığını savunan ideologlarının ortaya çıkması da kaçınılmaz kıldı. Her dönem kendi aydınını yaratmadan edemez. Üstelik böylesine dönemlerde bir taraf olmanın maddi ve manevi getirisi olur. Bu bir süre sonra tartışmaya girenler arasında bir yarışın başlamasına bile neden olabilir. “Bunu ilk ben dedim, ben tespit ettim” diye söze başlayacakları saptamalar yaparlar. Bu daha çok akademisyenlerden gelen bir söylem olur. Çünkü bu “ilkler” (ne kadar ilk olduğu tartışmalı da olsa,) genellikle bir tez konusu olur, doktora getirir…
Küreselleşme burjuvazinin kendi iç çelişkilerinin öncelikle öne çıktığı bir süreci başlatır. Bu kimi zaman kıyasıya bir mücadelenin fitilini de ateşlemekten geri durmaz. Ulusal sermaye ve ulus devletler küreselleşmenin önündeki en büyük engel olduğu için ulus devletin, ulusal değerlerin aşındırılması için her yol ve yöntem kullanılmaktan geri durulmaz. Her türden manipülasyona başvurulur. Aslında bu hiç de yeni bir taktik değildir. Türkiye’nin yakın tarihinden bunun böyle olmadığını biliyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist emperyalist dünyayla yeniden kurulan ilişkiler bir dizi uluslararası kurumla da ilişki kurulması ve yakınlaşma anlamına geliyordu. IMF, Dünya Bankası, Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütü bunlardan bazıları… “Bu dönemde çoğu Amerikalı olan ve sistemli bir biçimde Türkiye’nin izlediği eski politikaları eleştiren, korumacı, devletçi politikalardan vazgeçilmesini salık veren araştırma raporları yayınlanmış, bu yolla yöneticiler etki altına alınmaya ve kendi iktisat politikalarının etkin olmasına çalışılmıştır.” [1] Kısa bir süre sonra, bu raporların daha kolay kabul edilmesini sağlayacak, kaleyi içerden fethetmek anlamına da gelebilecek yöntemler devreye sokulmuştur. Kendi “kurumlarında ve üniversitelerinde ‘yetiştirilen’ Türk uzamanlar, aynı doğrultudaki önerilerin hararetli savunucuları olarak Türkiye Cumhuriyeti kamu yönetiminde egemen olacaklardı.”[2]
Küreselleşme konusunda da benzer bir durumla karşı karşıyayız. Önce kaynağı belli malum düşünce kuruluşlarından çıkan raporlar, ardından akademik çevrelerin araştırmaları, dinsel ve etnik kimlikler, çocuk hakları, kadınların sorunu, demokrasi, insan hakları konularına ağırlık verip bu konuları gündemde tutmak için delice bir yarış içine girdiler.
Dünyayı saran bu yeni dalgayla, 1980’dan bu yana etnik ve dini kimliklerin yanı sıra kadınların sorunları, çocuk hakları ve demokrasinin dünyanın dört bir bucağına yayılmasının gerekliliğini tartışıyor. Bu kimliklerin ne kadar önemli olduğu üzerinde fırtınalar koparılıyor. Siyaset bu kimlikler üzerinden yapılıyor, insan haklarının en önemli gündem maddelerinden biri bu kimlikler üzerinden şekilleniyor. Her kesimin sorunları gündemde kendine yer bulurken emeğin sorunları bir türlü anımsanmıyor, o hiç gündeme getirilmiyor. Çalışma koşulları, iş güvenliği, çalışanların sağlığı görülmezden gelinerek salt çocuk emeğinin sanayide kullanılmasına karşı çıkılarak ikiyüzlü siyaset ve duruş sergileniyor. Sendikalar, işçi örgütleri günden günde eriyor ve yok olma sürecine hızla giriyor.
Etnik ve dinsel kimlikler öne çıkarılarak ve onlar üzerinden yapılan tartışmalar bir yandan, diğer yandan küçülen devlet, insan odaklı yönetim, daha fazla demokrasi ve insan hakları söylemleriyle büyük halk kitleleri küresel sermayenin dünya üzerindeki hesapları için sermayenin gerisinde yedeklenmekte. Siyasetten, akademi dünyasına kadar değişik kesimler bu kimliklerin gündeme gelişini kedi çabasının ürünü sanıyor, övünüyor, öyle göstermeye çalışıyor. Utanmasalar tası kapan “Evraka, evraka[3]” diyerek sokağa fırlayacak…
Küreselleşme ile gündeme gelen bu kimlikler toplumları en küçük farklılıklarına varıncaya kadar ayrıştırmayı, bölmeyi hedefliyor. Bu bölünmüş parçalanmış yapı üzerinden kendi egemenliğini dayatıyor. Küresel sermaye ve oyun kurucular, kendilerine direnebilecek büyüklükte ekonomik yapıları, siyasal oluşumları karşılarında bulmayı hedeflerine ulaşmanın engeli olarak görüyor.
Küreselleşmenin ekonomik bir kavram mı yoksa siyasal bir kavram mı olduğundan başka sosyolojik bir kavram olduğu üzerinde süren tartışmalar, bu alanların hepsinde kullanılması kafaları bir hayli karıştırıyor. Karıştırması isteniyor. Bu küresel ölçekteki sermayenin bu gücü toplumun her alanına nüfus etmeden edemezdi. O özünde ekonomik bir kavram olsa da siyaseti, sosyolojisi, sanat ve kültür anlayışı ile kendine özgü ahlakını oluşturmadan edemezdi Kısaca söyleyecek olursak; küresel sermaye, güçlendiği oranda hayatın her alanını etkilemesi kaçınılmaz olacaktı.
Öyle de oldu…
Ancak “küreselleşme” kavram olarak, ekonomik ve siyasal bütünlüğü dünya ölçeğinde birliği ifade ediyor olsa da uygulamada yereli güçlendiren olarak karşımıza çıkıyor. Bu ilk bakışta anlamsız, kavramsal bir tezat içeriyor gibi gözüken durum, küreselleşmenin asıl hedefleri içinde taktiksel bir araç olmanın ötesinde anlam ifade etmiyor.
Kimlik savaşları, tam da bu taktiğin bir sonucu olarak gündeme geliyor, hayat buluyor.
Eski Yugoslavya bu anlamda küreselleşmenin laboratuvarı gibi işlev gördü. Yugoslavya bu yüzden konunun kavranması açısından son derece önemlidir. Yugoslavya’da olup biteni kavradığımız oranda küreselleşmenin ne olduğunu, hedeflerini ve o hedeflere giden taktik uygulamaları anlamamız mümkün olabilir.
Siyasal, ekonomik ve askeri olarak Yugoslavya bir bütün olarak küreselleşmenin hedefleri önünde engeldi. Küresel sermayenin hedeflerine direnen ve/ya direnebilecek bu büyük kendi içinde görece güçlü yapı, daha uzun yıllar direnebilmenin dinamiklerine sahipti. Ancak yerelin, farklıkların kabulü ve güçlendirilmesi adına farklı etnik ve inanç kimliklerinin öne çıkarılmasıyla bölünerek küçük parçalara ayırılın o güçlü yapının direnci kırılmış oldu.
Yugoslavya’dan yedi farklı ekonomik ve siyasal güç merkezi çıktı. Bugün bunlardan hiç biri ve/ya hepsi birlikte; eksi Yugoslavya gücünde bir merkez olma şansı yakalayamazlar. İlginç olan, onca savaş ve akan kandan sonra, bunların hepsinin AB içinde yeni bir birlik için, AB’ye başvurusunun olması. Önce kanlı bir savaşla ayrılıp sonra daha büyük bir birlik içinde bir birliğe gitmek oldukça ilginç değil mi?
İlginç bulunsa da bunun bir savunusunu yapmak mümkün. “Demokratik olmayan, farklılıkları yadsıyan, inkar eden bir birlikten ayrılarak, demokratik bir başka birlik içinde birleşme” diyebilirsiniz buna. Herkeste bu savı ayakta alkışlar, hak verir.
Peki, gerçekten öyle mi?
Ya da; bu demokratik büyük birlikte, farklı ekonomik büyükleriyle, bir arada olan ülkeler arasında her şeyin sanıldığı gibi demokratik olma olasılığı mümkün müdür?
Bunun sanıldığı kadar mümkün olmadığı, AB içinde Almanya, Fransa ve İngiltere’nin etkisinden bilinmektedir. Siyasetten bazı kararların demokratik alınıyor olması, demokratik bir işlerlik için her zaman yeterli olmaz.
Biz şimdi; Yugoslavya için açtığımız bu parantezi kapatarak devam edelim.
Aynı şey Ortadoğu içinde söz konusu. Burada da aynı plan ile hareket ediliyor. Irak, Suriye, yarın Sudi Arabistan ve diğerleri de aynı oyunun oynandığı alanlar olacaklar. Bu Türkiye içinde gündeme gelebilir. Türkiye için bilerek gündeme gelebilir diyoruz.
Küreselleşme ve Türkiye
1980’dan bu yana Türkiye küresel sermayenin ihtiyaçlarına kendini uyarlamasını bildi. 70’li yılların ortalarından başlayarak Türkiye Hükümetleri küresel sermayenin ihtiyaç duyduğu bir dizi anlaşmayı imzaladılar. Bunlardan hiç birinden halkın haberi olmadı. Adına “Tokyo Round” denilen bir dizi imzalan anlaşmaların adını kimse bilmez bile. “Oysa bu bir dizi anlaşma ile… Gelişmiş 7 (G7) ülke, az gelişmiş ülkelerden ithalat engellerini kaldırmalarını, piyasalarını yabancı tekellere açık hale getirmelerini, tarıma verdikleri destekleri azaltmalarını ve kamunun ekonomik alandan çekilmesi için gerekli adımları atmalarını istemiş ve imzalattıkları çeşitli anlaşmalar ile istediğini elde etmişti.”[4] Bu bir dizi anlaşma çerçevesinde 24 Ocak (1980) kararları olarak tarihimize geçen bugün bile yaşamlarımızı etkilemeye devam eden ekonomik kararlar dizisi de Tokyo raundunun uyum yasasından başka bir şey değildir.
24 Ocak kararlarının o tarihte uygulanması örgütlü sol muhalefetin ve sendikaların direnciyle karşılaşınca, uygulanması mümkün olmadı. Küresel Sermayenin hesaplarını farkında olmadan boşa çıkaran bu muhalefet, 12 Eylül Darbesi ile bir engel olmaktan çıkarıldı. Türkiye Solu yaşadığı ağır yenilgiyle ülkenin gündemine oturan “kimlik savaşlarının” önüne geçemeyecek kadar güçsüzleşirken, zaman içinde o kimlik savaşlarının ağır havasından etkilenecek, ezilen ulus ve inanç özgürlüğü söylemiyle sınıfsal bakış açısından hepten koptu. Giderek ulusal hareketin eklemleneni oldu. Bu tam da; Küresel Sermayenin büyük halk kitlelerini ve muhalefeti yedeklemek istediği alandı. Sol adına daha çok, sol-liberallerin öne çıktığı bu dönem emek ile sermaye arasındaki çelişkinin görülmezden gelindiği, farklı kimliklerin öne çıkarıldığı bir dönem olmakta.
Türkiye, küresel sermaye ile ilişkilerini geliştiren, onun ihtiyaçlarına uygun ekonomik, siyasal ve askeri adımları atmaktan hiç imtina etmedi. Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusuna giden yolda 28 Şubat Darbesi yaparak darbe ile AB yolunu açan tek ülke oldu. Yine aynı şekilde AB ile tam üyelik içine girmeden Gümrük Birliğine giren, gümrüklerini açan ilk ve tek ülke oldu.
Ancak bütün bu olumlu adımlara rağmen küresel sermaye tarafından, ülkenin coğrafi ve demografik büyüklüğü bazı çekinceler içinde olmasına neden oluyor. Kimlik savaşlarının gündemde tutulması, çatışmacı gerilim politikalarından bölgedeki tüm olumsuzluklara rağmen vazgeçilmemesi oldukça düşündürücüdür.
Kürtlerin, ulusal devletlerin tarih sahnesinden silindiği ve ulusal bir burjuva sınıfı olmadan bir ulusal kalkışma içine girmesi, Alevilerin inanç özgürlüğü talebinin önüne geçen, daha çok siyasallaşan “Alevi Kimliğinin” tanınması talebi sorunun çokta olması gerektiği düzlemde tartışılmadığını bize fazlası ile gösteriyor.
Bütün bunları göz önüne alarak bir Türkiye resmi çekmeye çalıştığımızda, her şeyin daha yerli yerine oturacağını söylemek mümkün. Hiçbir şeyin tesadüf olmadığını kabulden hareketle, izlenen politikaların, atılan adımların küreselleşmenin, küresel sermayenin çıkarlarına uygun olmasına özen gösteren politikalar ve adımlar olduğunu söylemekte hiçbir sakınca yok.
Günümüzde küresel oyun kurucuların dışında ve onların iradesini hiçe sayarak yerel siyasetle iktidara gelmek ve tüm halk desteğine rağmen iktidarda kalmak pek de mümkün gözükmüyor.
- Kozmik Birlik: Hepimiz Yıldızların Çocuklarıyız - 9 Ekim 2024
- İçsel Yolculukta Aldığımız Yaralarla Ayağa Kalkmak - 25 Mayıs 2024
- Tembelliğe övgü - 18 Ocak 2024