Kautsky tartışmaları üzerine

2016 ve 2020 ABD başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti’den başkan adayı olmak için yarışa giren senatör Bernie Sanders’ın özellikle genç kesimlerde yoğun bir karşılık bulan kampanyaları, Temsilciler Meclisi’nde “Democratic Socialists of America” (DSA) [Amerika’nın Demokrat Sosyalistleri] destekli Demokrat Partili temsilci sayısının dörde çıkması -ki, bunların içinde Alexandria Ocasio-Cortez’in epey bir medyatik ilgiye mazhar olması- tarihsel olarak sosyalizmin öcüleştirildiği ABD’de sosyalist fikirlerin ve hareketin tekrardan popülerleşmeye başlamasının göstergeleri olarak yorumlanıyor. DSA’nın son dönemde ABD’deki en kitlesel sol örgüt olarak öne çıktığını görüyoruz. Eskilerde solun ana gövdelerini oluşturmuş ABD Komünist Partisi (CPUSA), eski Troçkist Sosyalist İşçi Partisi (SWP) gibi örgütler için, epeyce bir süredir o güçlerinden eser kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Marksizm iddiasını koruyanların içinde de, en güçlü olan, Troçkist “International Socialist Organization” (ISO) adlı örgüt ise, tüm bu gelişmeler ortasında, yaşadığı iç kriz sonrası 2019’da kendini feshetmişti. Sonuçta, diğer bazı küçük örgütleri saymazsak ve Yeşiller’i ayrı bir kategori halinde değerlendirirsek, ABD sosyalizminin öncülüğünü, Sanders’ın kampanyalarını desteklemiş DSA üstlenmiş gözüküyor.

1982’de resmen kurulan DSA’nın kökleri, 1970’lerde tarihsel Sosyalist Parti içindeki ayrışmalara ve yeni sol hareketlerle etkileşime dayanıyor. Sosyalist Parti, yüzyıl başında Amerika’da sosyalistlerin ilk kurdukları partilerden biriydi ve özellikle lideri Eugene V. Debs ile akıllarda yer etmişti. Komünist Parti’yi kuracak ve Komintern’e katılacak kadrolar da, bu partinin sol kanadı olmuştu. Sosyalist Parti, bu ayrılmadan sonra klasik reformist bir parti olarak yoluna devam etti; kimi dönemlerde bazı Troçkist gruplarla birleşme ve ayrışmalar yaşadı. Sonunda da çok daha marjinalize olmuş bir hale gelerek, isimlerini de Sosyal Demokrasi’ye çevirdiler. Bu değişikliği reddeden bir grup yine Sosyalist Parti (SPUSA) adıyla devam ederken, aktivist yazar Michael Harrington’un öncülüğündeki diğer bir grup da daha sonra DSA adını alacak örgütü kurdu. 2017’ye dek Sosyalist Enternasyonal üyesi olan ama üye partilerin neoliberal yönelimlerini eleştirerek üyelikten ayrılan bu örgüt, aslında pek merkezi değil ve merkezi bir parti olmaktan ziyade, sendikalar ve toplumsal hareketler içinde çalışan yerel komitelerin gevşek bir birlikteliğine dayanıyor. Başkanlık ve ulusal düzeydeki seçimlerde, Demokrat, Yeşiller veya Sosyalist Parti içindeki adaylarını destekliyorlar. Eklememiz gereken bir diğer nokta da son yıllarda bu çevreyi destekleyenlerin çıkardığı Jacobin dergisinin özellikle sosyal medyada artan popülaritesi ve etkisi. Sadece ABD’de değil; İngiltere’de İşçi Partisi lideri Corbyn’in, Momentum hareketinin ve Güney Avrupa ülkelerinde sol popülist hareketlerin desteklenmesinde de etkili olduğunu söylenmeli.

*

Bu genel girizgahtan sonra Kautsky’e geçelim. 2019’dan bu yana, şu iki yılda, DSA çevresinde ve Jacobin sayfaları başta olmak üzere bir Kautsky tartışması sürüyor. Bu tartışmaya döneceğim fakat öncelikle bunun hakkında Evrensel’de (24 Nisan 2021) Cihan Tuğal’ın yazdığı yazıya işaret edeyim. “Kautsky’in dönüşü” başlıklı yazısında Tuğal “DSA’nın özendiği Kautsky”den ve yeni-Kautskycilerden bahsediyor. Yalnız, insanın aklına “Acaba DSA içinde Kautskyciler bu kadar çok mu?” sorusu geliyor. Esasında olay, birkaç yazarın Kautsky’den ilham alınması gerektiğini söyleyen yazısına, özellikle Troçkist ve eski Troçkist çevrelerden gelen yanıtlar ve böylece devam eden bir polemiğe dayanıyor. Bu polemiğin örgütsel olarak da DSA içinde (birkaç okuma ve tartışma grubunun ötesine geçen) programatik bir tartışmaya dönüşüp dönüşmediğinden emin değilim. Her neyse, tartışmanın yaygınlığını bir kenara bırakıp ilk önce buna atfedilen önemine bakalım.

Tuğal’a göre, uzun yıllardır Marksizm referanslı her şeyden koşarak uzaklaşan sosyal demokratların, tartışmayı tekrar Marksist klasikler üzerinden yapmasında bir hayır var. Sanki Amerikan sosyalistleri üstlerindeki baskıdan kurtulmuş, işi tekrar sil baştan ele alıyorlar. “Zihinsel bir deprem”, “bir dönem kapanıyor.” Tuğal’ın ihtiyatlı iyimserliğini ben paylaşamıyorum. Her zaman olduğu gibi, gördüğümüz şey yine Marx, Engels ve özellikle Lenin’den kaçmak için yeni bir isim, kılıf arayışı. Üstelik Tuğal’ın iddia ettiğin aksine, özenilen Kautsky’in “döneklik” öncesi dönemini nitelendirdiği söylenen, birleştirici, merkeziyetçi, “teşkilatçı” Marksistliği de çok su götürür özellikleri.

*

Tartışmayı Eric Blanc isimli ABD’li genç bir aktivistin “Neden Kautsky Haklıydı ve Bu Sizi Neden İlgilendirmeli?” yazısı fitilliyor. Önceden Troçkist olan Blanc, kendini fesheden ISO’ya üyeymiş. Sonradan DSA kervanına katılıyor ve Sanders kampanyası için çalışanlardan biri oluyor. Son seçimde, Sanders’in adaylığı kaybetmesinden sonra bu kez Biden’e oy verilmesi çağrısı yapanlardan biri. Jacobin’e yazdığı diğer yazılarda da Kautsky’i ön plana çıkarıyordu. Burada söylenmesi gereken en önemli şey, Kautsky’in özellikle parlamenter mücadeleyi esas alan vurgularının öne çıkarılmasının ardında yatan sebebin, Sanders ve Demokratlara oy verilmesini, hatta Demokrat Parti içinde çalışılmasını meşrulaştıracak bir dayanak sağladığı varsayımı.

Kautsky

Bir de, Blanc’tan çok daha önce Kautsky ile Lenin arasındaki devamlılıkları vurgulamış olan tarihçi Lars Lih var. Lih, eserlerinde, Kautsky’nin aslında Lenin’deki ayaklanma stratejisinin teorisyeni olduğunu belirtiyor ve malum kitabın başlığına rağmen aralarındaki devamlılığa işaret ediliyor. “Ekim Devriminin mimarı olarak Karl Kautsky” başlıklı Jacobin makalesi buna bir örnek.

Jacobin editörü Bhaskar Sunkara’nın da, Bernstein’ın oportünist revizyonizmi ya da Rosa Luxemburg’un tavizsiz devrimciliği arasında seçim yapacak olsa, ikisinden birini tercih etmektense Kautsky’i tercih edeceğini bir röportajında dile getirdiğini görüyoruz. Yalnız bu arada, tarihçi Lih, genç aktivist Blanc’ın yaptığı seçim sandığı ile ayaklanma tarzı arasında karşıtlığın aşırı derecede keskinleştirilmiş ve karikatürize edilmiş olduğunu söyleyerek onu eleştiriyordu. Aslında Lih, Kautsky’in Lenin’le arasında olduğunu söylediği süreklilik üzerinden onu savunurken; Blanc ise Kautsky’i, Blanquistlerle bir tuttuğu Lenin’den ayrışması üzerinden savunuyordui.

Bu yazılardan sonra çeşitli mecralarda tartışma devam etti. Farkı gruplar polemiğe dahil oldular ve çoğu da haklı olarak Kautsky’in rehabilite edilme girişimine itiraz sesi yükselttiler. Burada ortodoksiyi bir kez daha savunmak adına, çok defa dile getirilmiş şeyleri tekrarlamak istemiyorum. Fakat bence şunu ortaya koymak gerekli: Kautsky’i rehabilite etmeye çalışmanın temel motivasyonu, reformize ve burjuva kurumlar içinde çalışmayı meşrulaştırmaktır. Bu meşruiyet kılıfının etkili olabilmesi için de, sosyalizm tarihi içinde, zamanında Marksizmin “papası” olarak anılmış olsa da, dönekliğinden sonra şimdi kıyıda köşede kalmış ancak tekrar kullanıma müsait bu gibi figürlerin yeniden hortlatılması gerekir. Neden Kautsky? Çünkü Kautsky’de halen “devrimci” ve radikal ifadeler içeren bir siyasal dil, kelime dağarcığı var. O lafız da olmasa, pratiğin şimdi aşina olduğumuz sosyal demokrat örneklerden hiçbir farkı kalmayacak.

Ki, Kautsky’lerin ilk kez parlatılışı da olmayacak bugün yaşanan durum. 1970’ler sonu Avrokomünizm tartışmaları da aslında bir nevi Lenin’le Kautsky arasındaki tartışmanın tekrarıydıii. Avrokomünistler kendilerini pek Kautskyci olarak tanıtmasalar, burjuva demokrasisi ve kurumları içinde çalışma stratejisini daha çok Gramsci üzerinden teorileştirmiş olsalar da, temel tezleri ile Kautsky arasında belirgin paralellikler bulunuyordu. Hem Kautsky olmazsa, Ralph Miliband var, başkaları variii…

*

Kautsky, her döneminde, devrimci retoriği reformist bir pratikle birleştirmiş bir “orta yolcu”dur. Her devrimci momentte, Luxemburg ve Lenin gibi devrimci figürlere karşı pratikte ortaya konulmuş pasifizm, uzlaşmacılık ve oportünizmdir. O nedenle de, en devrimci olduğu zamanda bile Alman Sosyal Demokrat Parti’nin (SDP) “işi devrim yapmak olmayan bir devrimci parti olduğunu” söyleyebilmiştir. Lafızda en devrimci olduğu, o kadar övülen, devrimciler arasında en çok okunan “Road to Power” (1909) kitabında bile, kastettiği devrim esasında parlamenter bir devrimdir. İşçi sınıfının yavaş yavaş büyüyeceğine, sımsıkı kenetleneceğine, tedricen parlamentoda çoğunluğu ele geçirerek iktidarı alacağına dair mekanik bir inanç ve nihayetinde işi tarihe havale etme vardır. Buradan, iyi Kautsky özellikleri, kötü Kautsky özelliklerinden ayıklanarak sahiplenilemez.

Ne gariptir ki, Kautsky’i sahiplenme hevesindeki kişiler onun en bariz özelliğinden bihaber davranıyor gibiler. Marx, Engels gibi Kautsky de işçi sınıfının her zaman kendi, bağımsız siyasal örgütlenmesini savunmuştu. “Ehven-i şer” tercihlerle liberallerin desteklenmesi fikrine neredeyse her durumda karşı çıkmışlardı. En bilinen örneğiyle Fransız sosyalist Millerand’ın Fransız hükümetine katılışına muhalefet edenlerden biri olan Kautsky hiçbir zaman burjuva siyasi partileri için çalışmayı ve oy vermeyi desteklememişti. Kaldı ki, işçi sınıfının parti bütünlüğünü sağlama uğraşı ona orta yolcu etiketi kazandıran sebeplerinden biri olacaktı. Kautsky’den parlamenter yol, seçimler, demokrasi vs. gibi unsurların seçip alınırken neden sosyalist partinin mutlaka oluşturulması fikri alınmaz!? (Şüphesiz, yanıt olarak Amerika vakasının özgüllüğünden, solun zayıflığından, bunca denemenin başarısızlığından vb. bahsedilecektir.)

*

Kautsky’in yüzyıl öncesi yazdıklarından günümüz için farazi çıkarımlar yapmaktansa, onun zamanın Amerikan sosyalistleri hakkında yazdıklarına bakıp karar vermek daha doğru olmaz mı?

Wembert Sombart’ın Amerikan işçileri üzerine gözlemlerine karşı, 1906’da yazdığı makalesindeiv Kautsky, Amerikalı işçilerin neden Rusya’daki gibi “devrimci romantik” bir sınıf bilinci geliştiremediği açıklarken, yabancı göçmenlerin fazlalığı gibi yapısal etkenlerin yanına şunları ekliyor: Rusya’da en ufak bir reforma bile izin vermeyen Asyatik bir baskı rejimi varken, Amerikalı işçilerin karşısına en geniş bir özgürlük alanı ortaya çıkıyor. Rusya’da düzeni tümden devirmeyen çalışan total bir devrimcilik anlayışı ortaya çıkmışken Amerika’da ise işçi sınıfı çoğu durumda daha kısa vadeli, “pratik” çözümlere meylediyor. Çünkü burası hala bir özgürlükler ve fırsatlar ülkesi. Sınıf atlama hayalleri de asla dinmiyor. İşçi sınıfı liderleri de pratik iyileştirmelere her zaman tav olabiliyor. Hatta yanlarına, bunu savunacak burjuva siyasetçiler bulmakta güçlük çekmiyorlar. İşçi sınıfının şu ya da bu talebi, burjuva reel politik zemininde alıcı bulabiliyor. Tüm bu esnada ise, hareketin en nihai amacı olan sosyalizme sıra gelmiyorduv. “Devrimci romantizmi” eksik olan Amerikalı işçilere de günübirlik demagoglar önderlik ediyor (Tüm o sağlık sistemi, Medicare, sosyal güvenlik tartışmaları; Sanders mi, Warren mı, Biden mı daha pratik tartışmaları buna benzemiyor muydu?).

Sombart, Amerikan burjuvazisinin işçi liderlerine ve sendikacılara kamu görevleri tahsis ederek sisteme dahil ettiğini söylüyordu. Kautsky de şunu belirtiyordu:

“Sosyal Demokrasi ile büyük -yani Amerika’da burjuva- partiler arasında temel bir ayrım vardır… Ancak Sosyal Demokrasi ile liberalizm arasındaki bu ayrımı unutan birisi, bir sendikal önderin ya da başka bir işçi önderin, liberallere borçlu olduğu bir makamda, kendi sınıfının çıkarlarını savunabileceğini düşünür.”

Edward Bellamy’nin meşhur ütopyası “Looking Backward” [Geçmişe Bakış] (1888) için bir yıl sonra yazdığı değerlendirmede, kitabı beğenmemekle birlikte, Amerika’da sosyalizmin bir Alman ürünü olarak görülmesinden kurtarılarak evrensel bir ideoloji olarak benimsenmesine yaptığı katkıyı övgüye değer buluyordu.

“Sosyalizm Amerika’da şimdiye dek egzotik bir şeydi. Bir Alman ürünü sayılıyordu. İşin doğrusu ya, sosyalist hareket de tümden Almanlardan oluşmuyorsa da, Alman sosyalizminin uzantısıydı. Şimdi, kendi külliyatı, programı ve taktikleriyle, uluslararası bilimsel sosyalizme dayanan, gerçek bir Amerikan işçi sınıfı partisinin yaratılması görevi ele alınmaya başlanıyor. Bu halde, Bellamy’nin kitabının büyük semptomatik önemi var. Bu, Amerikan işçi sınıfının gücünü gösteriyor. Ne teorik ne de pratik anlamda Avrupa sosyalizminin etkisinde olan burjuva çevrelerde bile onları toplumsal sorunlarla ilgilenmeyi zorluyor.”vi

Kautsky’in zamanında üyeleriyle sık sık yazıştığı, sosyal demokrat, enternasyonal üyesi ABD’li partiler vardı; Sosyalist Parti ve De Leon’un Sosyalist İşçi Partisi (SLP) gibi. Hiç de çıkıp Demokrat Parti içinde çalışalım demediler; akıllarına onların başkan adaylarını desteklemek gelmedi. Sendikal hareket içinde elbet böyleleri vardı, ünlü sendikacı AFL lideri Samuel Gompers gibi. Onun gayretiyle 1908 seçimlerinde Demokrat Parti desteklenmişti. Demokratların kazanamadığı seçimler sonrası bir Avrupa turuna çıkıp Avrupalı sendikacılarla bir araya gelen Gompers için Kautsky şunu söylemeyi uygun buluyordu: “Unutmayın ki, Gompers’i alkışlayan eller, Amerika’daki yoldaşlarımızın suratına inen bir tokattır. O yoldaşlarımızın Gompers’ten daha tehlikeli ve zararlı bir düşmanı yoktur.”vii

*

Tarihsel olarak Kautsky, Demokratlar içinde çalışmayı her koşulda reddetmişken, şimdi onun yazdıklarıyla Demokratlar içinde çalışmanın mazereti oluşturuluyor. Denilecektir ki; aradan geçen koca bir yüzyılda istediğimiz işçi sınıfı partini kuramadık, sosyalist hareketi böyle bir partiyle birleştirmeyi başaramadık. Bir de böyle deneyelim. Önce sosyalist bir parti kurmayı çalışan her hareket istisnasız şekilde bir sekt halini aldı, hiçbir zaman üçüncü bir güç haline gelecek kadar kitleselleşmeyi başaramadı.

Bu kader mi? Öyle bile olsa, burjuvazi adına siyaset yürütmektense yine de denemeye değmez mi? Bence sosyalistlerin birincil gündemi özgül koşullar mazeretini öne sürmeksizin, her koşulda kendi bağımsız siyasi, örgütsel platformlarını, partilerini oluşturmak ve bunu işçi sınıfıyla bütünleştirmeye çalışmak olmalıdır. Burjuvazinin şu veya bu kanadıyla, herhangi bir toplumsal güçle eğer bir işbirliği ya da koalisyon yapılacaksa da, bu önce parti eliyle, alenen, kendi örgüt bayrağı altında yapılmalı. Yakın dönemde, ehven-i şer olarak, tarihin çok spesifik bir momentinde olduğumuz, faşizmin yaklaşmakta olduğu gibi mazeretlerle Demokratlar ve türevleri için oy isteniyor. Oysa bu, önümüzde duran asıl sorunu ileri ötelemekten başka bir şey değil. Şöyle de düşünelim: demokratlar ya da sosyal demokratlar içinde giderek etkin olarak, onları dönüştürerek, iktidarı alacak güce ulaşabileceği sanmak daha büyük hayalciliktir. Bir benzetmeyle, bazı Troçkist geleneklerin kullandığı sızma (entry) taktiğinin büyük çaplı ve kalıcı başarıya ulaştığı bir örnek görülmüş müdür acaba? Bu tür yapıların içine sızanlar, zamanla mutlaka o yapılar içinde soğurulur, evcilleşir, harcanır, satılır veya atılır. Sonuç zaman ve enerji israfıdır, hayal kırıklığıdır.

Bence Amerikalı sosyalistler, “biz ayaklanma stratejisini reddediyoruz, parlamentarizmi savunuyoruz (ama sosyal demokrat da değiliz, radikaliz)” diye aptalca şeyler söyleyip, gelecekteki bir moment uğruna Kautsky’i yeniden rehabilite etmekle uğraşacaklarına, Jacobin yazarlarının pek üzerinde durduğu “Sosyalizmin ABC”sinde bulunabilecek şeylerden biri olan parti fikrinin kaçınılmazlığı üzerinde mesai harcasalar daha iyi olur. Parlamentarizm yapılacaksa kendi partinizde yapmış olurlar.

Eugene Debs, yüzyıl önce 1920 seçimlerine hapishaneden girmiş ve 920.000 oy almıştı. Seçimden önceki son beyanı şuydu: “Salı günü sandıkta Cumhuriyetçiler veya Demokratlar için oy verecek her erkek, her kadın, Wall Street’i ve onun halka düşmanlığını onaylamış olacaktır.”

Hasan KESER