Kadınlığa Dört Operasyon

Kuşkusuz insanın ilk öğretmeni doğadır. Kadın en iyi öğrencisi… Kadın, yaratmayı ve pek çok şeyi ondan öğrendi. Bu öğrenme sürecinde insan kadını tanıdıkça (tabii kadın da kendini tanıdıkça) onun o kendine özgü dilini öğrendikçe; dersleri, uyarıları dikkate aldıkça insan olma süreci ”ana” merkezli bir rotada gelişti. Daha sonra kadına bakış değiştikçe “ata” merkezli, savaşçı bir rotaya girdi ve giderek doğanın kötü bir öğrencisi oldu.

İnsanlık, ahlâki-politik toplumdan ata-politik topluma vardı. Kadın artık, yaratan ana olarak değil, “eksik-erkek” olarak anılmaya başladı. Giderek, egemen akıl dediğimiz erkek aklı, kadının bu “ikinci” durumunu dört operasyonla sağlama aldı. Birincisinde, onu evinin kölesi yaptı. İkincisinde, erkeğin kölesi yaptı. Üçüncüsünde, İnancın (politik ya da din) kölesi yaptı. Dördüncüsünde, meta merkezli görüntü ve imajın kölesi yaptı.

Böylece kadının tüm doğal güzelliği erkek bakışıyla başka bir kalıba döküldü; o bilgeliği, o sezgi gücü yara aldı. S. Sühreverdi sanki bu durum için söylemişti, “Ehil olmayana güzelliği göstermek zulümdür” diye. Gerçekten de ehil olmayanlar heba ettiler o güzelliği.

Erkeğin ya da egemen olanın kadın üzerinde yaptığı operasyon en derin izlerini kadının beyinsel olarak aşağılanmasında ve bedensel olarak da bir arzu nesnesine indirgenmesinde kendini gösterdi.
Aslında bu durum hem kadını hem de erkeği yaraladı. Onları yaralayan, içinde bulundukları mülkiyetçi, cinsiyetçi sistemdi. Evet, onlar yaralıydı; yaralı oldukları için de birbirleri için yarasız oldular. Çünkü, birbirlerinin içinde hem kültürel hem duygusal hem de fiziksel olarak erimeyi öğrenemediler. Ancak bu anlamda, birbirlerinin içinde erimeyi öğrendiklerinde, yarasızlıklarını giderip yaralarını saracaklardı. Oysa böylesi bir potansiyeli heba etmeye hiç de hakları yoktu.

Onların birbirinden faklı özelliklere sahip olmaları, birinin diğeri üzerinde üstünlük sağlamayı gerektirecek bir durumu yaratmamalıydı. Ancak, diğerinde var olmayana zenginlik katardı. Ama tarihin tekerleği bu istikamette dönmedi.

Operasyon yapan erkeğin, kadının duygu, düşünce ve sezgi gücüyle gerçek anlamda tanışmadan, ne cinselliğiyle ne de aşk anlayışıyla tanışabilirdi. Bu başarılamadığı içindir ki mutluluk, romanların ve filmlerin konusu olmaya devam ediyor.

Tabii, kadınlık sadece fiziksel bir durum olarak ele alınmamalıdır. Elbette kadınlık doğal bir olay, ancak daha çok da öğrenilen bir şeydir. Kadının bedenen dişi ama ruhen, hayat algısı olarak eril olması çok mümkün. İşte bu onun kendine yabancılaşmış halidir. Kadının erkekleşmesi kendi doğasını reddetmesidir. Ama reddetme durumu, içinde bulunduğu “erkek gibi kadın” nitelemesiyle yüceltildi. Yani kadınlık yerilmesi gereken bir durumdu! Erkekleşme yönündeki yol, onu gitmek isteyeceği bir yere götürmeyecekti. Asıl trajik olanı, bunu hiçbir zaman öğrenmeyecek o kadar çok hemcinsi vardı ki. Aklı başında bir erkek, duygu, düşünce, tavır olarak kendine benzeyen biriyle nasıl mutlu olabilirdi ki. Şayet oluyorsa bu hastalıklı bir hal değil miydi?

Kadını köleleştiren faktörlerin başında gelen cinsiyetçilik; kaynağını, ister dinden, ister içinde yaşadığı kültürden alsın bal gibi bir ideolojidir. Üstelik de diğer ideolojiler gibi, tüm iktidar tiplerinin kök hücresidir.

Eğer toplumsal etkinliklerin içinde “günah” diye bir yaklaşım varsa, kadına hükmetmek en büyük günahtır. Kaldı ki onunla bütünleşemeyen hiçbir sistem ahlaki değildir. Toplum, kadın doğasıyla barıştığında baskıcı sistemlerin şifresi çözülür. Kadın doğasıyla uyum içinde bir ahlâk oluşturmak, doğadaki yaşamın toplumun içine yerleşmesini kolaylaştıracaktır. Bu nedenle, kadınla yaşamın ilişkisini yeniden kurmak hayatidir.

Kadın ile erkeğin birbirlerine cinsellik bağıyla bağlanmaları anlaşılır bir şeydir. Ama eksiktir. Onur, etik, sevgi, saygı bağıyla kendilerini bağlamayanları cinsellik bağı bir arada tutmaya yetmeyecektir. Ayrıca kadın ile erkeğin cinsellik bağı geliştirmeden de, dostluk, arkadaşlık temelli ilişkiler geliştirmeleri çok mümkündür. Hatta çok da estetik durur. Böylece her iki cinsiyet birbirlerinin aşırılıklarını törpüler, daha naif bir ilişki tarzı yakalayabilir. Bu duygu ve ilişki durumu, genelleşip yaygınlaştığınd,a dünyada barış ortamının yaratılmasına katkısı bile olabilecektir.

Tabii bunlar eril düşüncenin operasyonuna uymuyordu. O, nüfuz ettiği her yerde yaşam kaybetti. Zira, eril düşünce, etiği, estetiği olmayan bir projeydi. Başta doğa ve kadın olmak üzere her şeyi kendi hizmetine koştu. Oysa kadın ve doğa, temel yaşam değerleridir. Hiçbir ideolojinin hizmetine koşulamaz. Koşulursa -sadece erkek değil- hayat kaybeder.

Doğa ile kadının kaderi kadar birbirine benzer çok az oluşum vardır. Doğayı tahakküm altına alan anlayışla, kadını tahakküm altına alan anlayış aynıdır. Doğayı kadın gibi yağmalar, kadını toprak gibi sürer… Nasıl ki, havayı, suyu, toprağı kirletmek, canlılığı tahrip etmek erkeğin en temel alışkanlığı haline geldiyse, bunun aynısının kadına yapılması da alışkanlık kazandı. Alışkanlık, daha sonra ahlâk olarak çıktı karşımıza, böylece meşrulaştı! Doğaya zıt bir toplum oluştu.

Ama bir şey öğrendik artık. Öğrendiğimiz bu şey ilan da edilmeli; kadına karşı yapılan başlıca dört operasyon, aslında insanlığa ve giderek doğaya karşı yapılmış bir operasyondur.

Bu denemeyi, bir Kızılderili duasıyla sonlandıralım: “Büyük ruh! Ayakkabıları içinde iki hafta dolaşmadığım bir kimse hakkında yargıya varmaktan koru beni!”

Görüldüğü gibi, Kızılderili duası benim sayfalarca yazsam anlatamayacağım duyguyu bir cümleye sığdırabilmiş. İşte bilgelik bu…

 

 

Ali Rıza GELİRLİ
Latest posts by Ali Rıza GELİRLİ (see all)