Hüseyin Aygün ile ‘Mahsur’ kitabı üzerine

Kurdewarî: Son kitabınız “Mahsur”da ayakları Dersim’e basan bir çalışma mevcut. Hem tarihine hem de güncel olarak yaşanan gelişmelerle Türkiye’nin içinden geçtiği özellikle son 15 yıldaki AKP’li döneme de temas ediyorsunuz kitapta. Devlet ile sol ve Kürt siyaseti arasında “Mahsur” kalan Dersim, Alevilik, aydınlanma mücadelesi ve sizin temas ettiğiniz önekler üzerinden Türkiye’nin de yakın tarihi. Öncelikle bu kitap sizin için nerede duruyor, diğer çalışmalarınızla kıyasladığınızda ve ek olarak memleketin halini ahvalini düşündüğümüz zaman ne ifade ediyor?

Hüseyin Aygün: Bu kitabın pek çok boyutu var, benim için. Eğer 2012’de Ovacık’a gittiğimde yolum kesilip PKK üyeleri tarafından kaçırılmasaydım muhtemelen bu kitap ya yazılmayacaktı ya da belirsiz bir tarihte ve biraz farklı bir içerikle yazılacaktı. Başından beri aslında, azınlık içinde azınlık sorunu olarak Dersim’i yazmayı düşünüyordum. Türkiye’de bir Kürt azınlığı meselesi var, Kürt ulusal sorunu var -adı başka da söylenebilir-, bu sorunun. Onun içinde de küçük gruplar sorunu var. Türkiye’nin batısından bakıldığında Malatya’dan ötesi homojen bir topluluk gibi algılanıyor. Devlet literatüründe de böyle, sol hareketlerin yaklaşımlarında da böyle ne yazık ki.

Ancak mesele göründüğü gibi değil. Azınlıklar içinde de muazzam bir çeşitlilik var; hem inanç yönünden, hem de etnisite bakımından. Bu çeşitliliğe tarihteki pek çok hadisede rastlarız. Aynı şekilde güncel ve politik kimi sorunlar açısından da görülebilir, bu çeşitlilik.

Kurdeawî: Yaklaşımı azınlık içinde bir azınlık sorunu olarak tarifleyebiliriz o halde ele alınış biçimi açısından?

Hüseyin Aygün: Evet, azınlık içinde azınlık sorunu, hep değinmek istediğim bir konuydu. Açıkça konuşmak gerekirse, son 50 yıldır devletin ve kimi Kürt ve sol çevrelerin benzerce ele aldığı tarih ile yaşadığımız, eski kuşaklardan dinlediklerimiz, hikâyesini, masalını dinlediğimiz tarih ve siyasal hayat birbiriyle çelişiyordu. Bu da benim ilgimi çekiyordu.

 

Kurdewarî: Peki, kitabı yazmaya iten sebepler arasında neler vardı?

Hüseyin Aygün: 2012’de PKK’lilerin beni alıkoyarak 48 saat tutmaları aslında bu kitabı yazma sürecini hızlandırdı. Eğer kaçırılmasaydım da bu kitap yazılacaktı ve belki daha farklı ele alınacaktı, ama bu olay azınlık içinde azınlık sorununun anlaşılması açısından yarar sağladı. Çünkü ulusal özgürlük isteyen ve binlerce yıldır baskılarla yaşayan, son 200 yıllın uluslaşma sürecinde ulusal hakları inkâr edilen büyük bir halkın, Kürt halkının içindeki farklı gruplara yönelik malum çevrelerin baskı, dışlama, yok sayma, hatta yer yer inkâr ve asimilasyon çabalarını yazmam için, Ağustos 2012’deki kaçırma bir itki sağladı bana.

Ve tabii, tarihi olayları da anlatmak istedim. Sadece başımdan geçen olayı değil. Bu nedenle kitapta hem Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Kürtlere ve Dersimlilere neler yapılmış bunları anlatmaya çalıştım -benzerlikleri açısından-, aynı zamanda Dersim bölgesinin özgünlüğü açısından başka şeyleri anlatmaya çalıştım.

Kitabın iddialarından birisi şudur: Dersim bölgesine dönük çok daha spesifik bir devlet politikası vardır. Evet, Kürtler ezilmektedir, o “ezgi” politikasının bir çıktısı olarak Dersim bölgesi çok daha farklı ve şiddetle bunu yaşamaktadır.

Kurdewarî: Buna örnekler verebilir misiniz?

Hüseyin Aygün: Mesela Cumhuriyet tarihinin en kanlı, en büyük katliamı da iki ayrı Alevi bölgesinde gerçekleşmiştir. Bir tanesi Koçgiri’dir, Cumhuriyet kurulmadan önce, ama doğrudan Cumhuriyetin kurucu kadroları muhataptır. Diğeri de 1938 Dersim. İkisinde de kırılanlar Dersimlilerdir. Koçgiri özellikle önemli. Çünkü bu dönem yaşan vakalar devletin azınlık veya Kürt sorununa da yaklaşımını biçimlendiren örneklerdir.

Kurdewarî: Peki o zaman Şeyh Sait isyanı ile Koçgiri ve Dersim ayaklanmalarını ayrı yerlerde mi tasnif etmek gerekir?

Hüseyin Aygün: Zaten bu meseleyi benden önce kafa yoran Kürt yazarlar da söyler (Tarık Ziya Ekinci mesela). Sadece Koçgiri, Şeyh Sait ya da 1938 değil, Mahabad Kürt Cumhuriyeti deneyimi açısından da Şii Kürtler ile Sünni Kürtlerin bir türlü ittifak yapamadıklarını, mezhebi bölünmenin hareketi güçten düşürdüğünü söylerler. Hatta Mahabad tam da bu nedenle kısa zamanda yıkılmıştır. Şii ve Sünni Kürtler bu süreçte yan yana durmamışlardır. Bu mezhepsel ve dinsel ayrılıkları iyi düşünmeliyiz. Bu ayrımlar karşısında ulusal yapı içindeki azınlık üstünde baskıcı bir yaklaşımı reddetmek gerekir.

Ancak Kürt ulusalcıları ve ulusal hareketin kadroları, yekpare Kürt politik yaklaşımını tarif ederken, emekçi karaktere ve düşünceye dayanmadıkları için, hem anlatıları hayatın gerçeğine uymaz, hem de kimi gerçekleri yok sayar. Mesela onların gözünde farklılıklar törpülüdür. Ulus içindeki inanç, dil ve etnisite gibi farklılıkara da demokratik yaklaşamazlar. Ulusal hareketlerin temel sıkıntısı budur zaten. Bir ulus tanımı yaparken, sınıfsal olmayan tanımlamalar yaparlar, özetle sınıfları reddederler, bununla bağlantılı ulusun egemenlerinin dışındaki farklılıkları da kabul etmezler, böylece hep yanlışa düşerler.

O yüzden zaten ulusal sorunlara çözüm, Lenin’den bu yana önerildiği gibi -Sovyet Devrimi ve sosyalizm ile kanıtlandığı gibi-, sınıfsal ve demokratik temele dayanmalı, bu biricik çözümdür, sınıfsal olmayan çözümlerin başarı şansı yoktur.

Kurdewarî: Devletin Türk halkını tanımlarken temel mottosu Sünni ve Türk olarak alışılagelmiştir. Bugün bakınca Kürt siyasal hareketinde de benzer bir eğilimle Sünni ve Kürt yaklaşımı öne çıkmaktadır. Hatta belki biraz da inceltirsek Hanefi Türk ve Şafi Kürt ve Kurmancî konuşan birey argüman üretiminin orijin noktasında durmaktadır. Burada Dersim temel belirlenim dışında duruyor. Hem Alevi olması hem de Kurmancî değil de Zazaca konuşan bir topluluk olarak. Bu tanımlama devletin de temel argümanlarını güçlendirmiyor mu? Yani Kürtlere Kurmanc ve Şafi olarak yaklaşmak aslında halkın bir arada olmasını engelleyen faktörlerden değil midir?

Hüseyin Aygün: Evet emekçi bir çözümün kendini dayatmasının bir nedeni de bu aslında. Öte yandan bu açıdan bakıldığın Kürt yasal siyasal hareketinin son yıllarda Alevilere dönük yaklaşımları pozitif denilebilecek durumdadır. Ancak bunlar bir programatik yaklaşımdan uzak görünüyor. Selahattin Demirtaş’ın Cem Evlerine dönük açıklamaları yerinde ama, laisist bir içerikten uzak olduğundan tutarlı değil.

Kaynak: Kurdewarî: (soL)