Cudi ile Lice Yanıyor – Akbelen’e Dokunma, İşgale Karşı Yurt Savunması – Arzu Kır

24 Temmuz 2023 sabahı, 05.30 sıralarında Muğla’nın Milas ilçesinde, Akbelen Ormanı’na komşu köylerden İkizköylüler, jandarma ve toma sesleriyle çadırlarından fırladılar. 2010’lu yıllarda, Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerine kömür temini için 740 bin dönümlük Akbelen ormanının 220 bin dönümü(%30), Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin imzasıyla Limak Holding Yeniköy Kemerköy Enerji’ye, “ruhsat bedeli” karşılığında, kömür sahası olarak devredilmişti. Kazdağları’nın da yüzde yetmiş dokuzu (%79) ruhsatlı maden sahasıydı. 

30 Temmuz 2023, Mühendis ve Mimar Odaları Birliği internet sayfası; “TMMOB Urfa: Cudi Yanıyor, Ses Ver! Akbelen’e Dokunma!” TMMOB Şanlıurfa İl Koordinasyon Kurulu’nun da aralarında bulunduğu Urfa Emek ve Demokrasi Platformu Cudi’deki orman yangınına ilişkin bir basın açıklaması yaptı. 

“Canımız Akbelen’deyken, Cudi’de yakılan ormanlarla nefesimiz kesilmek isteniyor. 

Yıllardır Gabar’da, Cudi’de, Dersim’de, Lice’de ormanlar, yüz yıllık tekçi aklın ürünü olup sistematik bir şekilde kesilmekte, yakılmaktadır.  Toplum ve doğayla barışmayan, düşman gören bu faşizan politikalar er geç kaybedecek doğa ve yaşam kazanacaktır(…)” 

Yanlış! Bu savaşın tarafları “toplum ve doğayla barışmayanlar” ile “barışanlar” değildir. Cudi’yi yakarak, bu coğrafyayı binlerce yıldır yurt edinen, her gün yaşamı yeniden üreten emekçi halkları mülksüzleştirenler, yaşam ve geçim araçlarından yoksun bırakanlar, aydınlanmanın çocuğu “yeni sınıf”, 100 yıllık Türkiye kapitalizminin sahipleri, mali oligarşinin üzerinde yükseldiği egemen sınıftır. Mülksüzleşen, yaşam ve geçim araçlarından koparılarak şehirlere sürülen, Türkiye işçi sınıfı ve yedek işgücü ordusuna katılan üretici sınıflar, emekçi halklardır. Köyler boşalmış, şehirler dolmuştur! 

Türkiye Kapitalizminin, emperyalizmle uyumlu çıkarları gereğince, 12 Eylül 1980 darbesi ile başlatılan restorasyon sürecinin sonuna gelirken, son yıllarda cumhuriyet tarihinde ilk kez  şehirde “tutunamayanların” tersine göçü başlamıştır. Ne var ki, bu göç, köy ve şehirde yoğunlaşan nüfus yapısını, “şehirlerin işçi sınıfının kalesi” olma zorunluluğunu, iki sınıf arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin niteliğini değiştirecek yoğunlukta değildir.  

“Öyle yıkma kendini/ Öyle mahzun, öyle garip/ Nerede olursan ol/ İçerde, dışarda, derste, sırada/ Yürü üstüne- üstüne/ Tükür yüzüne celladın/ Fırsatçının, fesatçının, hayının/ Dayan kitap ile/ Dayan iş ile/ Tırnak ile, diş ile/ Umut ile, sevda ile, düş ile/ Dayan rüsva etme beni.” (Ahmed Arif, “Anadolu”, Hasretinden Prangalar Eskittim, 37.Baskı, 1996)

 2018’de diğer madenler gibi Limak tarafından işletilen kömür madeni de çevreye, İkizköylülerin yaşam ve geçim alanlarına doğru genişlemeye başladı.  2019’dan bu yana yaşam geçim aracı olarak toprak, tarım alanları, orman ve zeytinlikler devlet zoruyla elinden alınıp madenlere verilen köylüler, göçe zorlanıyordu bir kez daha…  İkizköylüler, komşu Karadam köyüne göçtüler. Şimdi orası da boşaltılıyor. Önce tahliye ihbarnameleri gönderiliyor, ardından dozerler köylere, ormana, zeytinliklere giriyordu. “Milas’daki kömür ocakları işletme ruhsat sahası içinde 60 köy bulunuyor”du. İkizköy, Karadam bunlardan sadece biriydi. Bütün köyler, üretici sınıflar, Türkiye işçi sınıfı bir kez daha birleşti; 6 Şubat Depremi’nde olduğu gibi. 

“Küle sarılmış su/ ekmekle yanık kokusu/ börtü böceğin/ beynimi tırmalayan sesi/ kalınlaşıyor zalimin ensesi/ bir alametin içinde deviniyor/ zaman/ başımızda dolanırken kara bir duman” (Aynur Bulut, 8 Ağustos 2023)

İşgal devam ediyor jandarma kontrolünde! Yağmalayan, işgal eden yabancı ortağıyla “yerli ve milli” sermaye, “ruhsat satan” mali oligarşinin faşist iktidarında, Türkiye kapitalizmi;  yağmalanan, işgal edilen üretici sınıfların yaşam ve geçim aracı, su ve toprak. Yaşam ve geçim aracı olarak, toprak ve suyu devlet zoruyla elinden alınan milyonlarca emekçi, işçi, köylü kitlesel olarak mülksüzleşiyor; kapitalist üretimin toprağından kopardığı üretici hızla yedek iş gücü haline geliyor; işçi sınıfı saflarında toplanıyor. Barajlar, santraller madenler için üretim aracı, toprak madenler için servet kaynağı haline geliyor! 

“(…) ferman gelmiş/ ferman, ferman!/ ferman gelmiş/ Atlantik aşırı telefonlardan/ denilmiş ki/ kazınsın deniz sudan/ dönsün sülün kızartması tütsün bıldırcın/ bah çalsın/brams oynasın/ “dağ başını duman almış”/ mundar ırmak durmaz kokar/ koka koka kenti geçer/ varır köylere dağılır/  köyde inek sağılmaz/ köyde köylü/ kentte işçi/ bir imam gelir üfürür/ katarı çeker götürür/ çıplak kavaklarda 70 baharı/ erkenci bademleri haşladı soğuk (…)” (Hasan Hüseyin, Kelepçemin Karasında Bir Ak Güvercin)

6 Ağustos 2023; Dersim’de “Madencilik Yağmasına Karşı Doğayı ve Yaşamı Savunuyoruz” şiarıyla düzenlenen 21’inci Munzur Kültür ve Doğa Festivali üçüncü gününde sürüyor. Festival kapsamında Pulur (Ovacık) ilçesine bağlı Merho köyünde devam eden madencilik faaliyetine karşı ekoloji forumu düzenlendi (Nokta Haber Yorum). 

“Kuzey Ege Nehir Havzası Yönetim Planı” (KENHYP) ve Stratejik Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği(SÇDY) kapsamında, daha önce %79’u “ruhsat bedeli” karşılığında madenlere satılan Kazdağları’ndan başlayan, Çanakkale, Balıkesir, İzmir, Manisa illeri sahil şeridinde, Burhaniye’de 2017’den bu yana hukuki mücadelenin sürdüğü, iptal kararı alınıncaya değin yok sayılan, iptal kararıyla dikkat çeken, KENHYP ile yeniden yargıya taşınan Reşitköy barajı dahil, 97 baraj Projesinin iptal davası reddedildi. Kimseler duymadı. Her şey sermaye için! Maden patronları için! Bir kez daha“toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişki, kendini proletarya- burjuvazi karşıtlığı olarak”(Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 2003) gösteriyor.

Emek ve sermaye çelişkisi büyüyor, çıkar karşıtlığı gözle görülür halde, köylüsü kentlisiyle üretici sınıflar, sömürücü sınıfın iktidarı ile karşı karşıya, yaşamın tüm alanlarında. Örneğin; 7 Ağustos tarihli Nokta Haber’e göre; “Uluslararası raporlarda Türkiye’nin son yıllarda uyuşturucu ticaretinde giderek daha fazla rol oynadığına dair tespitler yer alırken Konya’da 50 milyon lira değerinde 89 adet 40’a 40 cm, iki adet 20’ye 40 cm ve iki adet 10’a 40 cm olmak üzere kağıtlara emdirilmiş sentetik kannabionid ele” geçirilmiş. Endişe etmeyiniz; “Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, Konya’da üç aracın il dışından uyuşturucu sevkiyatı için yola çıktığı bilgisine ulaştı. Ekipler kent girişinde kontrol noktası oluşturdu. Şüpheliler, polis ekiplerini görünce kaçmaya başladı. Kısa süreli takibin ardından üç ayrı araçtaki altı şüpheli yakalandı” veee “emniyetteki işlemleri sonrası altı şüpheli, ‘uyuşturucu madde kullanmak ve uyuşturucu madde ticareti yapmak’ suçlarından tutuklandı(DHA)”. Mali oligarklar yazıyor, devletin en etkili ideolojik (kitle iletişim) araçları okuyor, emekçi milyonlar inanıyor! Kapitlalist devlet iş başında…

“Sevda ne yana düşer usta/ Hicran ne yana?/ Yalnızlık hep bana/ Bana mı düşer usta?/ Ayrılık hep bana/ Bana mı düşer usta?/ Ölüm hep bana/ Bana mı düşer usta?” (Edip Akbayram, “Çırak Aranıyor”, Kaynak: Lyric)

Sadece uyuşturucuya (bir seferde)50 milyon TL, artı üç kamyon nakliye  verecek, alıp satacak olan kamyon ya da TIR şoförü olur mu? Olmaz. Bilmezler mi bilirler. Okurun bilmediğini de bilirler. Hep böyle bilsinler diye, arada böyle nakliyecileri yakalar, “uluslararası uyuşturucu taciri” ilan, haber olarak servis ederler. Ta ki, birileri çıkıp, mali oligarşiyi, uyuşturucu baronlarını karşısına alarak gerçeği yazmayagörsün! Elli milyon, kaç nakliye parası eder? Yani, hiç yemese, çoluğu çocuğu olmasa nakliyeciler kaç sefer yapmalı ki 50 milyon TL uyuşturucu parasını, nakliye giderlerini denkleştirsin, bir başka şehre ya da ülkeye satış için direksiyona geçip, yola çıksın? Gerçek şu ki,  50 milyonluk “uyuşturucunun” sahipleri iktidarda, nakliyeciler içerde! 

Emniyet, kendi ayağına kurşun sıkmayacak kadar örgütlü, zor aracı kapitalist devletin. Engels’e göre zor, “tarihte başka bir rol, devrimci bir rol de oynarmış; Marks’ın sözlerine göre, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesiymiş; toplumsal hareketin sayesinde  donmuş ve ölmüş siyasal biçimleri alt ettiği ve parçaladığı aletmiş.” (Engels, age) 

“İşte kan tutmuş korsanlar,/ Haramla beslenmiş azgın/ Düzmece peygamberler/ Ve cüceleri/ Ve iğdiş ve aptal kölelerine karşı/ İşte bir kez daha/ Bu can bendeyken/ Delin divanenim işte/ Uuuuy gelin.” (Ahmed Arif, “Leylim – Leylim”, age.)

8 Ağustos 2023 günlü Nokta Haber; “Gaziantep’te ‘Dur İhtarına’ Uymayan 2 Polis 19 kilo Uyuşturucuyla Yakalandı”! Acemi çaylaklar, yakayı çabuk ele vermişler. “Oğlum” size o parayı, pardon malı yedirirler mi? Siz kimsiniz? “Kıçı kırık” iki memur! Tabii, bu iki acemi, Türkiye coğrafyasının 12 Eylül 1980 darbesinin ardından uyuşturucu pazarı haline geldiğini, uluslararası ticarete konu “malı” pazara taşıyan kamyon, TIR ya da (daha küçük miktarların) kendileri gibi binek oto sahiplerinin sadece taşıyıcı olduğunu uyuşturucu baronu olmadığını bilmiyor olmalı! Öyle ki, uyuşturucu baronu olamayacaklarını bilmeyecek kadar bilinçsiz, hızlıca zengin olma hevesine kapılmış, çoğunlukla işsiz, atanamamış öğretmenlerden, üniversite mezunu ya da tarikatların yetiştirdiği kimsesizlerden olabilirler. Artık onlar, sınıfına düşman olacak kadar yabancı, emniyetin ayak takımı.  Bu da gerçeğin diğer yüzü.

9 Ağustos 2023… Ana başlıklarla Türkiye işçi, emekçi sınıflarının gündeminde yağma ve sömürü örneklerini takip eden, bir yanda iş ve kadın cinayetleri diğer yanda “yetişmiş” iş gücünün “göçü” var! Almanya Federal Göç ve Mülteci Dairesi (BAMF) verilerine göre, bu yılın ilk yedi ayında Türkiye’den Almanya’ya yapılan iltica başvuruları geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 203 arttı. Bunlar, batan gemiyi ilk terk eden fareler! Kaptan olmadıkları gibi, yönetimi ele geçirecek (sınıf) bilinç(in)e de sahip değiller. Kurtuluşu, gemiyi terk etmekte arayanlar. Bunlar işçi sınıfının vasıfsız olan çoğunluğu değil, mühendis, mimar, doktor gibi beyaz yakalı ücretlilerden oluşuyor. Bunlar kendilerini işçi olarak da görmezler, yönetim ve karar mekanizmalarına yükselebilecekleri, “kariyer” yapabilecekleri sermaye şirketleri kendilerininmişçesine sahiplenmiş, içinden geldiği sınıfına, halkına yabancılaşmışlardır. Gidenler, yaşadığı coğrafyayı yurt edinen, varoluşunu üretimden gelen gücüyle, emeğiyle sürdüren, sınıflar savaşında öncülük etme niteliğine sahip, eline fırsat geçtiğinde kaçmayacak, çıkmak zorunda kalırsa ilk fırsatta dönecek, emperyalizme karşı bağımsızlık, burjuvaziye karşı eşitlik, özgürlük ve mali oligarşiye karşı iktidar savaşını sürdürecek olan Türkiye işçi sınıfı için kayıp değildir.  

Çocuk işçiliğinin, emperyalist dünyanın ve Türkiye kapitalizminin önemli sorunlarından biri olup, dünyada 160 milyon, yani her on çocuktan birinin çalışmak zorunda olduğu gerçeği, umurlarında değildir. Genç işçilerin güvencesiz, güvenliksiz, eğitimsiz çalışma koşullarında her gün onlarcasının yitimi de onların sorunu değildir. Türkiye kapitalizminin emperyalizmle uyumlu, güncel çıkarları gereğince 1923 Cumhuriyeti’nin 100.yılında tasfiyesinin sonuna, Yeni Osmanlı’nın ilanına ramak kalmışken, hastanelerden sonra; “Türkiye Yüzyılı’nın inşası için”, “Türkiye’nin maarif sistemine katkı verebilecek, gelecek kuşakları inşa edecek”*, eğitime imamların atanması da gidenleri ilgilendirmiyor.  

“Alevler yükseliyor/ karşı dağlardan/ cehennem zebanileri geçiyor/ arasından/ haramiler tutmuş yolları/ beslenirken kandan karanlıktan/ ürkek gözlerle/ güneşin doğuşunu bekliyoruz/ ufuktan” (Aynur Bulut, Küle Sarılmış Su”)

Ancak, bizi ilgilendiriyor. HÜDA PAR’ın belediyelerin düzenlediği festival ve konserleri hedef alması da; Özel İzmir Ege Şehir Hastanesi’nde Mayıs’tan beri ücretleri ödenmediği için direnişe giden çalışanları da; 7 Ağustos 2023 Pazar günü, Kocaeli Derince Toprak Mahsulleri Deposu’nda  meydana gelen patlamada  12 yaralıdan, ağır olan üçünden biri, 19 yaşında olup, Kahramanmaraş depreminde evi yıkılan, konteynerda yaşayan ailesinin geçimi için 25 gün önce çalışmaya başlayan Ekrem Kalkan’ın yitimi, geride bıraktıkları da; 6 Şubat 2023 depreminde kitlesel yıkım ve mülksüzleşme ile atbaşı giden dizginsiz yağma ve sömürü; yolsuzluk, kayıp arabalar, rüşvetle bilinen Ankara Mamak Belediye Başkanı AKP’li Murat Köse’nin, açlık sınırı ve asgari ücret altında kalan ücretlerinin, insanca yaşama uygun hale getirilmesi istemiyle iş bırakan işçilere yönelik tehdidi de; yanı sıra, Sputnik Türkiye yönetimine göre, işten atılan 24 kişinin “tesadüfen” sendikalı olması; devletin kullanmaktan kaçınmadığı zor araçlarına  rağmen, toprağını suyunu yağmacılara karşı savunduğu için “marjinal” olarak ilan edilen, köyden ve şehirden bir araya gelerek direnen emekçiler, yurtseverlerin verdiği yaşam ve geçim araçlarının işgale karşı savunulması da,  bizim derdimiz. Her yer Akbelen, her yer direniş.

Tarihsel görevimiz ise, grevlerin genel greve dönüşmesi için işçi sınıfına bilincin taşınması, kendiliğinden gelişen, Türkiye solunu aşan işçi hareketlerine öncülük edebilmek, yağma ve sömürüye karşı birleşen işçi ve köylülerin mücadelesini büyütebilmek, birleştirmek olmalıdır. 

 “Moskova’daki Aralık Hareketi’nin başlıca biçimleri, barışçıl grev ve gösterilerdi; bunlar işçilerin büyük çoğunluğunun etkin biçimde yer aldığı tek mücadele biçimleriydi. Oysa, Moskova’daki Aralık eylemi, bağımsız ve egemen bir mücadele biçimi olarak genel grevin zamanının geçtiğini,  hareketin, bu dar sınırları dizginlenemez ve karşı konulamaz güçlerle kırdığını ve daha üst bir mücadele biçimine yükseldiğini –ayaklanma- çok parlak biçimde göstermiştir. 

Bütün devrimci partiler, bütün Moskova sendikaları grev çağrısını kabul etmişler ve hatta bunun kaçınılmaz olarak bir ayaklanmaya doğru gelişeceğini sezmişlerdir. 6 Aralık’ta İşçi Temsilcileri Sovyeti, ‘grevi silahlı bir ayaklanmaya  dönüştürmeye çalışmak’ için karar aldı. Ancak, gerçekte bu örgütlerin hiç biri buna hazır değildi. Gönüllü savaş birlikleri Birleşik Konseyi bile, ayaklanmanın uzak olduğundan söz ediyordu (Aralık’ta) ve meydana gelen sokak savaşlarında yer alamaya ya da onu denetlemeye karar veremeyeceği çok belliydi. Örgütler bu hareketin büyümesine ve yayılmasına ayak uydurmayı başaramadılar.”** 

Tarihsel olarak, Türkiye solu Türkiye işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin dışında ve çok uzağındadır. Öyle ki, mali oligarşinin faşist iktidarından demokrasi bekleyecek, emekçi halklar ve Türkiye işçi sınıfların öfkesini sandığa gömecek kadar, iktidar hedefinden uzaktır. Bu durumda, bilinç taşımak, kendiliğinden eylem ve direnişleri sınıfa karşı sınıf, iktidara karşı iktidar mücadelesine, egemen sınıfın kontrolünde sürüklendiğimiz iç savaşı iktidar savaşına çevirme yeteneğinden yoksundurlar. Tüm veriler, söylemler düzen içi çözümlere odaklı olduğuna işaret etmektedir. İsteseler de yapamazlar!

“Sancılı da olsa/ alametin içinden doğacak/ O kızıl güneş/ şafağın kanlı doğumundan/ kabus bitecek/ sarılacak yaralarımız/ yeşerecek domurcuk tutacak/ dallarımız/ iyileşecek kanatları/ özgürlük taşıyacak/ mavi gökyüzünde kuşlar.” (Aynur Bulut, age.)

3 Nisan 1917’de Petrograd’a gelen Lenin’in Rusya için öngördüğü üzere,  (emperyalizm çağında) sosyalist devrim için objektif şartlar (egemen sınıfın ekonomik ve siyasi krizinin yarattığı, iki sınıfın çıkarları arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin aşılamaz hale geldiği yer ve zamanda) Türkiye kapitalizmi için de geçerlidir, olgunlaşmıştır. Fakat ne yazık ki, sübjektif şartlar  hazır değildi, çünkü işçi, köylü ve askerlerin örgütlendikleri Sovyetlerde Menşevik ve ihtilalci sosyalistler hakimdi.*** 1923 Cumhuriyetinin tasfiyesinin sonuna gelindiği, çelişkilerin derinleştiği, köylü nüfusun 1970’lerdeki şehirli nüfusa oranının tersine döndüğü,  yığınlar halinde işçileştiği, öfkenin biriktiği günümüzde, tamamen örgütsüzdür. Subjektif unsur, nicelik olarak vardır, nitelik olarak eksiklidir! Çünkü, öncülükten yoksundur.

Sendikalarda örgütlü olan işçi sayısı, çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre şöyle; “2023 Ocak Ayı İstatistikleri Hakkında Tebliği’ne göre, 16 milyon 163 bin işçiden yüzde 14,42’sine denk gelen 2 milyon 330 bin 98’inin herhangi bir işçi sendikasına üyeliği bulunuyor.”(NTV, 19.01.2023) 12 Eylül’de tasfiye edilip, daha sonra yeniden ve varlık nedenine aykırı biçimde STÖ olarak kurulan sendika ve meslek odaları iktidardaki sınıfa yakın, temsil ettikleri işçi/emekçi sınıf siyasetinden fersah fersah uzaktırlar. Sözün özü, Türkiye işçi sınıfı tam da bu nedenlerle “silahsız” yani bilinçsiz ve örgütsüzdür. Bu nedenle, iç savaşı iktidar savaşına çevirecek bir öncülük henüz ortalıkta görünmemektedir. Ancak, işçi sınıfı sokaktadır. Beyaz, mavi yakalısıyla işçi sınıfı ve köylülük birliktedir. Mücadele birleştirir. Umut, sınıftadır. Her yer Akbelen, her yer Cudi her yer direniş olmalıdır. 

 


* Arzu Kır, Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES) Protokolü, Nokta Haber;

**“Grev, asıl olarak Ekim sonrasında ortaya çıkan nesnel koşulların baskısı sonucu bir ayaklanmaya  doğru gelişiyordu. Bir genel grev artık hükümeti habersiz yakalayamıyordu: Hükümet, karşı-devrimci güçleri çoktan örgütlemişti ve onlar da askeri eylemlere hazırdılar. Ekim’den sonra Rus devriminin bütün gelişimi Marks’ın derin önermelerinden birisini açıkça onaylıyordu: Devrim güçlü ve birleşik bir karşı devrim yaratarak ilerler, yani düşmanı daha aşırı savunma önlemlerine başvurmaya ve bu yolda daha güçlü saldırı araçları planlamaya zorlar…     

 Marksizm, sosyalizmin  tüm ilkel biçimlerinden, hareketi tek bir özel mücadele biçimine bağlamamakla ayrılır. Marksizm, çok değişik mücadele biçimlerini kabul eder;…

 Grev ve gösterilerden tek tek barikatlara. Tek tek barikatlardan kitlelerin kurduğu barikatlara ve askeri birliklere karşı sokak savaşlarına. Proleter kitle mücadelesi, örgütleri aşarak, grevden ayaklanmaya doğru gelişti… Hareket, genel siyasal bir grevden daha üst bir aşamaya yükseldi. Gericiliğin direnişini son sınırına kadar zorladı ve böylece devrimin de saldırı araçlarını uygulamada son sınırına kadar gideceği anı çok yaklaştırdı. Gericilik, barikatları, binaları ve kalabalığı bombalamaktan öte gidemez. Ama devrim, Moskova gönüllü savaş birliklerinden daha öteye gidebilir, genişliğine ve derinliğine çok çok daha öteye gidebilir… 

Eğer gelecekteki  devrimci eylemin  acil görevinin  korkunç ve kanlı  bir imha savaşını gerektirdiğini kitlelerden saklasaydık, hem kendimizi hem de halkı aldatmış olurduk. 

Aralık olaylarının ilk dersi budur. Diğer ders de, ayaklanmanın niteliğine, kullandığı yöntemlere ve askeri birliklerin halkın  safına geçmelerini  sağlayan koşullara ilişkindir… İşin doğrusu, gerçek her halk hareketinde  kaçınılmaz olan askeri birliklerin  kararsızlığı, devrimci mücadele keskinleştiğinde askeri birlikleri ele geçirmek için gerçek bir savaşa yol açar.   

Bunu yapabilirdik ve yapmalıydık. Bir zamanlar sosyal demokrat basında(iskra) işaret edildiği gibi,  bir ayaklanma sırasında görevimiz, sivil ve askeri şeflerin acımasızca yok edilmesidir… Ayaklanma sırasında kararsız askeri birlikleri ele geçirme görevimizi yerine getirmekte yetersiz kaldığımız tanıtlandı.  

… yani ayaklanma bir sanattır ve bu sanatın temel kuralı, çok büyük bir cesaretle ve sarsılmaz bir kararlılıkla saldırmaktır… bu terörü kabul etmeli ve onu kendi taktikleriyle birleştirmeli, elbette örgütlemeli ve denetimine almalıdır; işçi hareketini, genel devrimci mücadelenin çıkarlarına ve koşullarına tabi kılmalıdır.” (LENİN, “Moskova Ayaklanmasından Alınacak Dersler”, Politik ve Askeri Savaş Sanatı II, İlkeriş Yayınları 

2014)

*** Mahir Çayan, Toplu Yazılar, Derleyen Uğur Koparan, Nokta Kitap