Osmanlının son zamanlarında insanların (elbette Paşa babası, dedesi veya akrabası olanların) önüne makam mevki seçme imkanı doğarsa eğer, seçecekleri işin bahşiş (rüşvet) alma imkanının olup olmadığına bakarlarmış.
Balkan harbini Alman hükümetine rapor eden Osmanlı ordusunda görevli bir Alman subay, Osmanlı ordusunun Balkanlarda cephede savaşırken değil, ikmalsiz kaldığı için kırıldığını yazar. Ona göre, ikmalin gecikmesinin nedeni de, yetkili subay ve memurlara bahşişlerinin uygun tutarda ve zamanında verilmemesidir.
Osmanlı-İran sınırındaki -o zamanlar Osmanlı devleti sınırları içinde bulunan- Kotur’da sınır birliğine kumanda eden Avrupa kökenli bir Osmanlı subayı, cacık kelimesinin iki anlamı olduğunu söyleyerek önce bildiğimiz cacığı okurlarına tarif eder, ikinci anlamının da devlet memurları ve yöneticilerinin şehirlerdeki Ermeni tüccarlardan ve şehirler dışındaki Kürt aşiret liderlerinden topladığı rüşvet olduğunu belirtir. “Beyefendi hangi vesileyle teşrif buyurmuşlardı?” “Muhterem beyefendi bizim buraların cacığını özlemişler. Cacık ikram ettik, pek memnun kaldılar.”
Kotur demişken, o tarihte orada üçyüz kişilik bir Arnavut başıbozuklar birliği de bulunmaktadır. Başıbozuk birlikleri hem ilgili paşa ve memurlar hem de birlik ihalesini kazananlar için iyi bir gelir kaynağıdır. İhaleyi almak için saraydakilere külli bahşişler bırakan müteahhit, topladığı üç beş işsiz güçsüzü, üçyüz kişilik birlik olarak gösterip maaşları cebe indirmektedir. Çünkü devlet her başıbozuk için aylık maaş ve günlük iki somun ekmek vermekte, ekmek başıbozuklara maaşlar ise ihaleyi alan müteahhide gitmektedir. Ancak, tüm para müteahhide kalır diye düşünürseniz yanılırsınız. Kontrol ve denetime gelen yetkili memurun, üç beş kişiyi üçyüz kişilik bir birlik olarak görmesi ve rapor etmesi, ancak cacık sarhoşu olmasıyla mümkündür ki, paranın bir kısmı cacığa gidecek demektir. Bu da yetmez, Kotur’daki birliği denetimde kalabalık göstersin diye Kürt aşiretlerden günü birlik adam kiralamak gerekecektir. Bir kaç kuruş da bunun için harcanacaktır tabi. Kürtçeden başka dil bilmeyen birini Arnavut görmek mümkün değil diyorsanız, hiç cacık sarhoşu olmamışsınız demektir.
Anlayacağınız Osmanlı memuru işini biliyordu. Osmanlının çöküşe sürüklenmesi mi rüşvete, kayırmacılığa, devlet idaresinin liyakatsiz eş dost akrabaya teslimine yol açtı, yoksa bu ahlaksızlıklar mı Osmanlının çöküşünü hızlandırdı bir fikrim yok ama Osmanlı battı ve tüm Balkanlara bahşiş kelimesini miras bıraktı.
Derken, Osmanlının yıkıntıları üzerinde, kurucu elitine ve ideologlarına göre, “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir halk devleti” kuruldu. Bu devletin kuruluş öyküsünü ve muhtevasını sanatçı Zülfü Livaneli’den daha net özetleyen birini hatırlamıyorum. Özet olarak diyor ki,
Türkiye Cumhuriyeti anormal şartlar altında kurulmuş bir devlettir. Müslüman Osmanlı tebaası, son kale olarak Anadolu’ya göçtü. Bu kılıç artığı insanların kültürleri, adetleri, yaşam biçimleri farklıydı. Bu büyük farklılıklar, Anadolu’da zaten karmakarışık olan etnik ve dini yapıya eklenince, acayip bir karışım doğdu. Karışımın hayatta kalabilmesinin ve bir arada yaşayabilmesinin tek şartı onu yeni bir ulus ve yeni bir devlet yapısı altında homojenleştirmekti (yani karışımı ortadan kaldırmaktı). Bu bakımdan, batı devletlerinden tamamen farklıydı çünkü, batıda toplum devletin nasıl bir devlet olacağına karar verirken, burada tam tersine devlet (devleti kuranlar) toplumun nasıl bir toplum olacağına ve nasıl yaratılacağına karar verdi. Nokta.
O halde şu soru halen geçerlidir; Devletin bizzat kendisinin yarattığı ve biçimlendirdiği bir toplumun devletten yahut onun temsilcilerinden hesap sorması mümkün mü? Bana göre böyle bir mümkünat mahlukun, halikinin fiilini sorgulaması olarak ağır bir günahtır ve ana muhalefetin siyasal hafızası ve milletvekillerinin ekseriyeti de bu imana sahiptir.
İşte bu “ana muhalefet”in bir milletvekilinin, iktidarın bir bürokratını aldığı çifte maaş üzerinden eleştirmesi üzerine sosyal medyada gündem olan tartışmaları izlerken bunları düşündüm ister istemez.
Aslına bakarsanız Osmanlı devletinde işini bilen memurun, Türkiye Cumhuriyetinde de işini gayet iyi bildiğini, ilgili ilgisiz herkes Turgut Özal’ın anonsuyla ve onun seçkin bir bürokratının, “rüşvet aldıysam ispat et” diye ispata davet ettiği bir hazine kemirgeninden, “rüşvetin belgesi mi olur, pez.nk” şeklinde azar işitmesiyle, öğrenmiş oldu.
Seksen öncesi Mülkiye’de devlet, toplum, iktisat, siyaset dersleri almış ve seksenden sonra da halik devletin kurumsal reflekslerini ve bürokratik yapısını nispeten de olsa tanımış biri olarak, Özal iktidarıyla birlikte birçok kamu kurumunda, katı bütçe prosedür ve denetimlerinden kaçmak için, bütçe dışı fonlar oluşturulduğuna, döner sermayelerin devreye sokulduğuna ve bu yolla bir kısım üst düzey personele ilave imkanlar sağlandığına şahit oldum.
Bunların yanısıra, üst düzey bürokratların önemli bir kısmı, tümü o dönemlerde hala kamuda olan iktisadi devlet teşekkülleri ve kamu iktisadi kuruluşlarında yönetim kurulu üyesi vb. sıfatlarla ikinci ücret alıyorlardı. Her ne kadar devletin anayasasında “vergi, resim, harç ve benzerlerinin kanunla konulacağı yazılıysa da, “X İdaresi güçlendirme vakfı” “Y Teşkilatı geliştirme vakfı” diye arka arkaya vakıflar kuruldu ve bir takım kamu hizmetlerinin verilmesiyle ilişkili bedeller icat edilerek bu vakıflara aktarıldı ve bu yolla yöneticilere maaş dışı ilave ekonomik ve sosyal imkanlar sağlandı.
Kadim yol ve yöntemler bir tarafa, tüm bu ‘kanuni’ imkanlar çözüm sağlamamış olmalı ki, yargı erkinin en tepesinden cüzdan ile vicdan arasında kalındığı dillendirildi. Vicdan ile cüzdan arasında kalmak bir erdem testi gerektirir ki, Göbekli Tepeden beri böyle bir testi başarıyla geçmiş erdemli bir topluma yahut bireye çok ender rast gelinmiştir.
Hal böyleyken, kendilerinden halik devlete ve onun kudretine dair asla bir eleştiri duymayacağınız, halike koşulsuz iman etmiş bir muhalefet milletvekili, üstelik meclis başkanının bahis konusu milletvekili adına da, milletvekili maaşlarının azlığından bahsettiği bir sırada, yeni bir şeymiş gibi ve mühim meseleymiş gibi bir popülist meşguliyet olarak devletin bir memurunun çifte maaş konusunu gündeme getirdi.
Normal olarak ithamın muhatabının halik devlet adına “haddini bil, sabrımızı taşırma” demekle yetineceği beklenirken bu defa öyle olmadı, çok ender görülen bir fazilet örneği sergilenerek ithama yeni bir devlet ve toplum teorisiyle cevap verildi.
Rousseau, Comte, Marx, Weber, Habermas, Chomsky, Duverger, İbni Haldun, Karl Popper vs. dahil, devlet ve toplum üzerine fikir ileri sürenlerin hiçbirinin devletle ilgili olarak farkına varmadığı ve hakkında tek bir kelime etmediği bir boyutuyla üstelik.
Anlaşılıyor ki, devletin kurucu ideolojisini sahiplenen cenahta olduğu gibi, sınıf temelli tahlillerden pek hazzetmeyen muhafazakâr sağın da yeni duyduğu bu teoriye göre maalesef mesele sınıfsal. Solun lanetli burjuvası yine işin içinde ama bu defa yenilmiş ve yenilgiyi hazmedemeyen bir sınıf olarak. Vakit bulur da bu benzersiz devlet teorisini, teoriyi destekleyen argümanlarla birlikte hakkıyla kavrayabilirsem, görüşümü burada paylaşmak isterim.
- Lütfen Beni Hatalı Olduğuma İkna Edin - 8 Şubat 2023
- Sen o’sun! - 5 Şubat 2023
- Din ile Bilim Arasında Çatışma Var mı? - 31 Ocak 2023