Yeniden gündeme gelen “Çernobil”…
Çernobil adlı dizi filmin ve Çernobil felaketinin anımsattıkları/düşündürdükleri üzerine yazılmış son derece öznel bir yazıdır!
- Hayata bakıştan herhangi bir durumu yorumlayışa kadar zaman bağımlı farklılaşmalar “kuşak” tanımının da başlıca niteleyenleridir. Çoklukla bir suçlama ya da olumsuzlama ile birlikte gelen kuşaklar arası farklılıklara yönelik vargılar/yargılar geleneksel toplumlarda –ki kanımca tüm toplumlar gelenekseldir; az ya da çok…- “eski”nin “yeni” üzerindeki otorite kurma çabasını da meşrulaştırabilen bir araca dönüştürebilir.
- “Eski” olarak devam edelim; konumuz özeline doğru yol alırken birkaç farklılığı (yargılama yoluyla!) tanımlamaya çalışalım: yenilerin “soyut genelleme yapma” konusunda pek istekleri yok, ya da umursamıyorlar. Somuta takılı kalmışlar ve bu takılmışlıklarını abartma konusunda alabildiğine istekliler; bizim sonuna kadar, tepe tepe kullandığımız “somuta ait bilgiler arttıkça soyut genellemeler yapma hakkına sahip oluruz” aforizmasına yönelik saplantılı-bağımlı olma halinin tam aksine!
- “Yeniler” kültür kavramına ait herhangi bir tanım yapmaktan itinayla kaçınıyor gözüküyor. Ve beraberinde sanata ve onunla ilgili her şeye “tüketilebilirlik” tarafından bakıyorlar. Böylece sanatta dahi niteliği belirleyen “piyasanın” fiyatlandırması oluyor. Hadi “eskilerin” bu karmaşık dilini bir kenara bırakarak dosdoğru söyleyelim: bir arz tarafı olarak kültür ürünleri ve özelinde sanat, talep fazlalığı, piyasa değeri ya da doğrudan doğruya maddi değeri kadar “değer” bulabiliyor yenilerin gözünde…
- Yeniler popüler kültür ürünlerini pek çok seviyorlar –eskilerden çok- ve eskilerden farklı olarak popüler kültür ürünlerinin tüketim hızı eskilerle kıyaslamayacak ölçüde hızlı. Daha birinin coşkusu en tepelerdeyken diğerine yönelip olup biteni tartışmaksızın yeni sunulanla oyalanmaya başlıyorlar.
- Eskiler sinema kuşağı idi; yeniler dizi film…
- Peki, nedir sinema ile dizi arasındaki fark; ya da yeni kuşaklar için dizi filmi çekici kılan unsur(lar) nelerdir; kendi öznelliğimde bir iki madde ile devam edelim: başlangıçta her iki türün hikâye anlatımları birbirinden oldukça farklı. Her ne kadar son zamanlarda dizi filmler sinemaya bu bağlamda yaklaşmaya çalışsa da dizi film seyircisine daha kolay tüketim olanağı sunuyor. Sinema ortalama 120-150 dakikaya öyküsünü-anlatımını sığdırırken seyirciden çaba bekler; kuşkusuz ki yeni kuşakların bu bağlamda çaba gösterme konusundaki isteksizliğinin farkında olan TV-dizi sektörü onlarca –ve hatta yüzlerce!- saat sürebilen anlatımında öyküsünü derinleştiriyor gibi gözükse de aslında izleyiciyi fazladan bir çaba içine girmekten alıkoyarak rahatlatıyor. Kuşkusuz nitelikli dizi film yapımlarında olumlu bir unsur olabilecek bu “derinleşmeyi” tüketimden bağımsız ele almak gerekir. Ancak çoğu kez “seriyal” mantığına teslim olan diziler, örnek olsun birinci bölümdeki karakter yapısını dördüncü bölümde sürprizlerle tümüyle tersyüz ederek onu piyasalaştırmakta sakınca görmüyor. Kuşaklar çatışması açısından bu konuya bakarsak, yaratılan bu çelişkili ve saçma hal “dizi seyircisi” tarafından neredeyse hiç önemsenmeyebiliyor. Varsın konu tüm saçma sıçramaları, geri dönüşleri yaparak sürüp gitsin… Varsın vakit hoşça geçsin gitsin!
- Az sayıdaki ayrıksı/iyi örneği bir kenara bırakırsak diziler genellikle gösteri sanatının fast food’ları… Kuşkusuz aynı işlevi sinema da doğrudan üstlenebiliyor. Ancak sinemanın her koşulda seyircisinden daha fazla katılım çabası istediğini tekrarlayalım. Bir diğer sorun olarak tüketim için ayrılan zaman farklılığının unutulmaması gerekiyor. Fast food olarak adlandırdığım dizi film olayı bu bağlamda niceliksel olarak değerlendirilmeli. Saatlerce sürebilen ve merak unsurunu bir üsluba dönüştüren dizilerin bir “boş zaman gaspçısı” olarak bir diğer ideolojik işlevinin de olabileceğini unutmamak gerekiyor. Çalışanlar için iş ile uyku arasındaki zamanın; çalışmayanlar/işsizler içinde tüm zamanın gaspçısı…
- Sinema filmi ile dizi film bazı eleştiri metinlerinde düşman kardeşler olarak tanımlanır. Kardeşler. Ben ise dizi filmin en sofistike bir biçimde ilerleyen düşmanlığının ise edebiyata karşı olduğunu düşünüyorum. En başından itibaren okuma zamanından çalarak.
- Adından da anlaşılacağı –pek çok okuyucunun da izlediği/bildiği gibi- dizi 26 Nisan 1986’da SSCB’de bugünkü Ukrayna sınırları içinde bulunan Pripyat Çernobil nükleer felaketini anlatıyor. Mayıs 2019’da gösterime giren 5 bölümlük dizi filmin İMDB puanı bu yazının yazıldığı günlerde dahi 9,5. Kimi zamanlarda nitelikten çok niceliğin ya da kolay izlenebilirliğin göstergesi olan bu puanın yüksekliği talep dengesindeki bozulmanın da göstergesi. Çoğu insan gideceği filmi ya da izleyeceği diziyi yalnızca ve yalnızca bu puana göre seçiyor. Bir piyasa eşeli olarak işlev gören İMDB durumdan habersiz ya da kararsız kitlelere neyi görmeleri konusunda uyarı yapıyor. (Örneğin bu yazının yazıldığı günlerde yeniden gösterime gireceği duyurulan iki sinema filmine bakalım: J. Losey’in 1977 yapımı filmi Mr. Klein aynı derecelendirme kuruluşundan 7,3 ya da L. Martel’in Zama filmi 6,2 İMDB puanı ile yollarına devam ediyor.
- Emperyalizm yerel ya da küresel ölçekte resmi tarihini yazarken sinema sanatını doğrudan ya da sofistike bir biçimde –fark etmez- etkin bir biçimde kullanıyor. Günümüzde kültürel yayılmacılığın, kültür emperyalizminin en yetkin aracı: sinema “sanatları” (dizi filmleri bu çoğul tanımlamanın içinde kullanıyorum) ve teknoloji sanatları…
- Konumuz bağlamında soru şöyle kurgulanabilir: Çernobil adlı dizi filmle anlatılan nedir? Gerçek olan, gerçekte olan nedir? Ve bu “gerçeklik” ya da “gerçek” olandan arz ve talep taraflarının anladığı nedir?
- Bir ara not: öyle bir çağda yaşıyoruz ki yalnızca kurgusal olanın kendi doğrularıyla gerçek olduğu düşünülebilir. Gerçekte olan nedir? Sormuyoruz; aslında yanıt var mı, bunu dahi bilmiyoruz.
- Çernobil adlı dizi filmi “başarılı” kılan unsurun onun “belgesel tadında” olması gösteriliyor; dizi ile ilgili sorunda aslında burada başlıyor. Kıyafetlerden çevre düzenine, saç biçimlerinden ev hallerine varıncaya dek yaratılmış bir gerçeğe tıpatıp benzerlik veya yakınlıktan söz ediliyor; aksanlı İngilizce ise dayatılan bu gerçekliğin birer kanıtı olarak karşımızda! Diğer taraftan bir zanaat olarak sinemanın bütün yaratıcı tekniklerinin bu dizde kullanıldığını gözlemlemek mümkün; metaforik göndermelerden kurgusal atlamalara; geniş açı kullanımından odaklanan mimiklere kadar gerçekten bile daha gerçek olması için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmamış. Film ilerledikçe bu fedakârlıktan kaçınmama halinin olayların kişilerin davranışların rejimin ve ideolojinin de gerçekliği konusundaki ikna gücü artıyor. Ta ki tümüyle olumlu-özverili bir karakter olan bilim insanı Khomyuk’un dizi sonunda küçücük bir satırla kurgusal olduğu ilan edilene kadar; istisnalar kaideyi doğrular. Sovyet sistemi bürokrasisine ve bilim dünyasına getirilen eleştiri yaratılan bu tersine durumla doğrulanmaya çalışılıyor. Ve izleyicinin durumu sorgulama kanalları da bu dipnotun hemen ardından gelen “bugün hala kabul edilen resmi ölüm sayısı 21’dir” açıklamasıyla kapatılıyor.
- “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor. Komünizm hayaleti…” Bu “hayaletin” durmaksızın dolaştığı bir yer daha var. Amerikan sinema endüstrisi. Düzenli aralıklarla yapılan anti-komünist filmlerle sektör kitlelerini bu “belaya” karşı uyanık tutmak ve bu “tehlikeden” uzak tutmak için çaba harcıyor. Soru: Çernobil dizi filmi yukarıda söz ettiğim yeniden kurguladığı tıpatıp aynısı gerçekliği ile anti-komünist hezeyanın bir parçası olma çabası içinde mi? Çernobil faciasının neo-liberalizmin ideoloji başarısını ilan ettiği ve SSCB sistemin çöküşünün neredeyse hemen öncesine geldiğini anımsayalım. (Aynı zaman diliminde Türkiye ise kanlı 12 Eylül faşist darbesinin etkisindeydi hala.) Neo liberalizmin zaferi paradoksal olarak nükleer savaş olasılığını da –sanılanın aksine- arttırıyordu. Bu süreçte meydana gelen patlama nükleer karşıtlığının da artmasına yol açarken bu “karşıtlığın” Çernobil üzerinde maniple edilebilmesinin de olanakları ortaya çıkmıştı. Ve hiçbir nükleer karşıtı hareken batı demokrasisinin devletlerinin bekasını etkilemiyordu! Çernobil üzerinden güçlenen/güçlendirilen “nükleer karşıtlığının” “batının” nükleer planlarına hiçbir etkisi olmuyordu. Bir soru daha: nükleer facianın nedenleri arasında bürokratik/totaliter sosyalizm açık ara önde birinci sırada mıydı? Dizi filmin ilk sahnesinden kapanış cümlesine kadar böyle bir sistem eleştirisi/ karalaması (?) yaptığını söyleyebiliriz. Diğer taraftan bu eleştiri de meşruiyetini tıpatıp gerçek olma durumuna dayandırılmakta.
- Dizide gün ışığının hemen hemen hiç görülmemesi sanırım batı sinemasının “distopya” tanımlamasındaki başat görsel unsurlardan. Subliminale yönelik kurgu, kimilerine göre reel sosyalizmin kimilerine göre ise komünizmin insanlık için baş edilmesi güç bir distopya olacağı şeklinde mi? Kanımca film bütünsel olarak –eleştiri hakkını kullanarak!- böyle bir devlet/toplum ve sonucu resmetmeye çalışırken diğer taraftan da koca bir sistemi her düzeyde/aşamada bireyselleştirmekten geri kalmıyor; daha ilginci bu türden bir bireyselleştirme anlatımı içinde nükleer kazaların bireyin sorunluluğunda olmadığı/olmayabileceği ya da nükleer yapılanmada insan unsurunun önemsizliği propagandası yapmaya kalkışıyor ki işte kapitalizmin tam da söylemeye çalıştığı şey bu. Nükleer santrali kapitalistler işletirse hiçbir sorun olmayacak! Film boyunca hiç nükleer enerji tartışmasının yapılmaması ise kapitalist teknoloji otoriterliğinin ideolojik müdahalesi olarak değerlendirilmelidir. Film boyunca geri teknoloji / ileri teknoloji tartışmasının doğrudan ya da dolaylı bir biçimde Sovyet bilim ve politika insanlarına yaptırılarak nükleerde ileri –kapitalist- teknoloji övgüsünün dolaylı bir biçimde yapıldığımı da anımsayalım. “Teknolojik sorunlar çözülürse ya da “yeni teknoloji kullanılırsa nükleer felafetler olmaz” denilen bir söylemin inşası bu…
- Tüm bu gerçekçilik resmi üzerine inşa edilmeye çalışılan dizi filmin zaman zaman kişileri ya da durumu karikatürize etmekten kendini alıkoyamıyor olması ise çelişkili bir durum değil; Sovyet insanındaki sisteme olan inançsızlığın bir görüntüsü olarak yapılan ideolojik bir dilin yansıması. “Gerçekten böylemi davrandılar” sorusuna senaryo “evet tıpatıp böyle” diyerek Çernobil’in “resmi tarihinin” batı tarafından yazımını sürdürüyor.
- Dizide dile getirilen bir diğer tartışmada Sovyet düzeninde “bilgi” nin bilinmesi ya da bilinmemesinin, paylaşılmasının ya da saklanmasının/gizlenmesinin ideolojik anlamı üzerine. Filmde gösterilen şudur: her düzeyde; sokaktaki insanlar arasından politbüroya, KGB den hastane koridorlarına herkes saklanan bir bilgiden yakınsalar ya da söz etseler de bildiklerini paylaşmama konusunda oldukça ketumlar. O halde kapitalist sinema endüstrisi “saklanan bilginin” ne kadarını biliyor diye sormadan edemiyoruz. Diğer taraftan görüyoruz ki dizi film boyunca filmi üretenlerin iddiası bilgiyi bildikleri ve bizlere aktardıkları şeklinde; ideoloji burada “komünizm bilgiyi saklar kapitalizm ise paylaşır şeklinde” bir söyleme başvuruyor; tabi ki kendi inşa ettiği ya da kurguladığı şekliyle, paylaşılmasında hiç sakınca olmayan bir biçimde…
- Bugün bazı sosyalistlerin potansiyel enerjilerinin neredeyse tümünü harcadıkları “çevre sorunu” tümüyle kapitalizmle bağlantılıdır. Doğrudur ancak birazcık eksiktir. Kapitalizmle kapitalizmin sahasında yarışmaya kalkan, oyunu onun koyduğu kurallarla oynama yanılgısına neredeyse en başta düşen kendisini sosyalist olarak tanımlayan devletlerinde “çevre” konusunda duyarsız olduklarını rahatlıkla söyleyebilecek durumdayız. Çernobil “reel sosyalizmin” kaçınılmaz bir şanssızlığıdır! Çernobil bu bağlamda bir şanssızlık olarak görülebilse de kanımca vahşi kapitalizme yarışma hırsının en güzel örneğini ise Aral Gölü’nün kuruması oluşturur.
PS: Çernobil Türkiye’yi nasıl etkiledi? Bu soruya başta 12 Eylül faşizmi artığı iktidar ve devamında gelen tüm hükümetler itinayla totalitarizmlerine sığındılar ve soruyu yanıtsız bırakmak için azami özen gösterdiler ve yanıt arayanlara şiddet kullanarak müdahale ettiler. Çernobil nükleer kazasının yaşandığı süreçte Orta Karadeniz bölgesinde bir ilçede çalışıyordum. Günlüğümden aktaracağım son derece “kişisel” Çernobil anım / gözlemimi paylaşarak bitirmek istiyorum:
Sandığı açıp birkaçını çıkartalım korkmadan; ülke kapağı açık dev bir pandora kutusu iken daha fazla korkuya ne gerek var? Çernobil; Geri zekâlılıkla koşuttur hafıza bulanıklığı ve ülkemde hafıza bulanıklığının kuşak atlaması için altı ay yeterlidir, nerede kaldı yirmi yıl öncesini yargılamak, yargılayabilmek. 1986 ilkbaharındaki Çernobil faciasının ardından elindeki çay bardağını televizyonlardan gözümüze uzatarak “bakın radyasyon yok, hiç bir şey yok” diyen bakanın adını anımsayan var mı? Ad anımsamayı bir yana bırakın zekâsını ya da insanlığını belki de en doğrusu ikisini birden kaybetmiş bu bakanın insanlık adına ya da hastalar adına hesap soruldu mu, sorulabildi mi? (Belki de en doğru soru “sorulabilir mi” şeklinde olacaktır.) Aradan aylar geçti radyasyon bulutları Karadeniz dağlarında dolaşmaya başladı ve “olasılıkla” hekim olarak çalıştığım kasabanın da üzerinden geçti! Üstelik ben oradayken! Yakın köylerde görev yapan görev yapan hekim arkadaşla birlikte önce bir gözlemimizi paylaşma gereği duymuştuk: ölü doğumların, sakat/malforme doğumların ya da bebek ölümlerinin oranında korkutucu boyutlarda bir artış söz konusuydu. Yaptığımız birkaç aylık istatistik çalışması sonucunda bin gebelik+doğum olayından dört yüzden fazlasının bu şekilde sonuçlandığını görüp, aylık rutin istatistiklerde bunu bildirdik. Ara not olarak belirteyim ki sadece bir gözlemdi bu, bilimsel bir metne dönüştürülmemişti. Bir keşiften çok bir felakete tanıklık yapmanın üzüntülü heyecanını duyduğumu anımsıyorum. Ne var ki bu heyecan, “resmi ideolojiye” karşı bir rapor düzenlediğimiz gerçeğini göz ardı etmemize aracılık etmişti! Birkaç hafta sonra çalıştığım yerin önüne gelen “siyah arabadan” inen adamlar bana bu çalışmamı sordular ve araştırma sürecinde yaptığım tüm yazılı –arşiv metinlerimi kendilerine vermemi istediler. Hepsini topladılar ve gözlerimizin önünde yakarak imha ettiler. Raporun müdürlüğe ulaşmasının hemen ardından bu bilgileri saklamamız konusunda bu şekilde uyarıldık, böyle bir şey olmamış gibi davranılacaktı, her şey “eskisi” gibi iyi ve güzel gidiyor olacaktı. Aksi halde… Evet, en basit bir gerçeğin gizlenmesinin böylesine önemli olabileceğini ilk kez alabildiğine somut bir olayla görmüş ve hatta kavramış oluyorduk. “Ne haddimizeydi değil mi?” Ölenler öldükleriyle kaldı, onları ilk unutmayı tercih eden ticaret kaygısıyla gözü dönmüş devlet adamlarıydı. Radyasyonla yıkandık, radyasyonlu çaylar içtik (12 Eylül artığı bir bakan içtiği çayı gösterip ‘bakın radyasyon yok’ diyebilecek kadar aymadı, en azından), radyasyonlu fındığı sorgulanması olanaksız eller aracılığıyla gençlerimize yedirdik ve radyasyonun yol açtığı tüm acıları görmeme, yok sayma ve hemen o an da unutma yolunu seçtik.
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (5) - 21 Ekim 2024
- Çöküşe Rıza (s)10 - 3 Ekim 2024
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (4) - 17 Eylül 2024