Nereden Çıktı Bu İnce Sevgi?
Yaklaşan ekonomik krize karşı ortaya koyduğu stratejik planı? Ülkenin sorunlarını çözecek yetkin ekibi? Parlamenter demokrasiye dönüş ile ilgili olarak toplumun önüne koyduğu yol haritası? Projeleri? Vizyonu? Tabii ki hiç biri, toplasanız iki ay önce geniş kitlelerin sadece CHP Genel Başkan Adayı olarak tanıdığı Muharrem İnce’ye gösterilen sempatinin nedeni olamaz.
Erdoğan’ın yıllardır kullandığı kibir-diline karşı aynı tondaki çıkışıyla sevildi İnce; ona, onun diliyle karşı duruşuyla, hitabıyla. Erdoğan gibi konuştu; onun yıllardır aşağıladığı, ötekileştirdiği, dalga geçtiği kitleye, onların psikolojisine seslendi. Erdoğan’ın muhafazakâr kitle üzerinde 28 Şubat sonrasındaki terapi edici jargonu hâkimdi İnce’de. Erdoğan, ötekileştirerek; ötekileştirdiği her şeyi tahkir ederek tedavi ediyordu kitlesini; hâlâ da öyle yapıyor. “İki alkolikten”, “kız mıdır kadın mıdır”a, “monşerler”den, “ben senin de paşanım”a… kullanmaktan hoşlandığı buyurgan hitabı, bu jargonu; siyasi, ekonomik ve kültürel olarak kendisiyle Erdoğan arasında bir bağ kuran, Erdoğan’ın jargonunda kendi ezilmişliklerine, dışlanmışlıklarına isyan edenlerin dili oldu. Bu dil, 16 yıldır, daha önce kendisini ötekileştirenleri ötekileştirerek tedavi ediyordu. Rövanşistti; aldığı seçim galibiyetleriyle kibirli, buyurgan ve umursamazdı.
İnce, işte bunu keşfetti. Erdoğan’ın kibir-dili, 28 Şubat’tan sonra aşağılananları tedavi ediyordu; İnce’nin bilimden dem vuran, kuantumdan bahseden, diplomayı hatırlatan, garibana gönderme yapan dili de, AKP döneminde aşağılananları tedavi etmeye başlamıştı. İtiraf edelim bu terapi hepimize iyi geldi.
Farklı bir şekilde söyleyeyim, İnce’nin söylediklerine değil, onları söyleyiş biçimine meftun olduk. İnce’nin zaten politik bir argümanı yoktu; Erdoğan’ınkiler tükeneli de yılar olmuştu. Biz de zaten onun, adaylığının açıklandığı günden seçim gecesine kadar izlediği, izahı zor medya kampanyasına tav olmuştuk. İnce bizi tedavi etti; tam da Erdoğan’ın muhafazakâr kitleyi tedavi ettiği gibi. Tabii tüm bunlara ne kadar “tedavi” ya da “terapi” denilebilirse artık. İnce’nin muhalif kesimde yaratığı rüzgâr, Erdoğan’ın kibir-diline karşı kullandığı, onunkine benzer diliyle esti, gürledi. Erdoğan ve İnce aynı siyasal kumaştan kesilmiş farklı renklerdeki elbiseler gibiydiler. Erdoğan’ın diplomasızlığı bile kendi kitlesi için sempatikti. Kendileri gibi diplomasız birinin, üniversite hocalarından, generallere, diplomasinin üst düzey bürokratlarına, ekonominin kurmaylarına… üst perdeden konuşuşu; “Ben senin de paşanım” diye haykırışı, bir toplumsal statünün haykırışı, ifşası halinde yansıdı geniş kitlelere. Hadi biraz şaka; Erdoğan’ın “Ben hepinizin paşasıyım” diye bağıran ve generallere posta koyan tok ve alaycı sesi; Albay emeklisi ev sahibiyle aynı apartmanda kiracı olarak oturan güvenlik görevlisi Ahmet’in kulaklarında bir isyan çığlığına dönüşmüştü yılardır. İnce ise o Albay emeklisinin sesi oluverdi kısa sürede. Erdoğan’ın “Ordunun komutanı benim” diye haykırırken, gençliğinde astsubaylık sınavlarını kıl payı kaçırdığı için asker olamayan kitleyle kurduğu bağı, İnce kuantum fiziği üzerinden bizimle kendi arasında kurmaya gayret etti. Oysa dürüstçe konuşmak gerekirse “Erdoğan ne kadar paşaysa, İnce de o kadar kuantumdan anlıyordu.” -ki zaten, bu hem Erdoğan’a hem de İnce’ye oy verenlerin birbirlerine ifade etmeseler de çok iyi bildikleri gerçeklerdi. Zaten sorun olan da Erdoğan ve İnce’nin, askerlikten ya da kuantum fiziğinden ne kadar anladıkları değil, aksine, bu tür metaforlar üzerinden kitlelerle nasıl ilişki kurabildikleri, onları nasıl heyecanlandırabildikleri, onları nasıl tedavi edebildikleriydi. Erdoğan bunu zaten yıllardır yapıyordu. İnce ile birlikte bunu en az onun kadar mahirane yapan birini buldu muhalifler.
Hem ben size bir şey söyleyeyim mi? İnce’nin adını biz daha çok duyacağız. Çünkü muhaliflerin de terapiye, gururlarının okşanmasına, tedaviye ihtiyaçları var; sakin, soğuk, temkinli ve bir o kadar da memur Kılıçdaroğlu’nun ruhumuzda yaramadığı heyecanı yalandan da olsa yaratacak birilerine ihtiyacımız var. Tıpkı yaşanan ekonomik krize, dış politikadaki başarısızlıklara, kıraathane ve kekten başka vadedeceği bir şeyi kalmamasına rağmen sağın hâlâ Erdoğan’a oy vermesinde olduğu gibi; tıpkı Erdoğan’ın balkon konuşmalarının sağa yaşattığı siyasal-orgazmda olduğu gibi, CHP ve müttefiklerinin de kendilerini tedavi edecek, gönüllerini okşayacak bir politik terapiste ihtiyaçları var. Hadi biraz da abartarak söyleyeyim; sağ Erdoğan’a, izlediği politikaları, stratejileri, ideolojisi vb. için değil balkon konuşmalarıiçin; Erdoğan’ın o balkondaki muzaffer tavrıyla, kendi psikolojik dünyası arasında kurduğu sağaltıcı rabıtayı tekrar takrar yaşamak için oy veriyor.
Erdoğan muhafazakâr kesime bir rüya gördürüyor; bir rüya da olsa onlar bundan mutlu. İnce’ye yönelik teveccüh de burada gizli. Öğrendik ki, bu kesim de bir rüya görmek istiyor. Erdoğan muhalifleri, Erdoğan’ın cumhuriyetçi-aynısı, seküler-ikizi bir siyasi lider/terapist beklediklerini keşfettiler. Sosyolojik olarak Yılmaz Özdil Okuru ile Halk Arenası İzleyicisikoordinatlarına tekabül eden, ama seçim sürecinde tüm muhalif kesimler üzerinde de “iyi gidiyor ama!” etkisi yaratan İnce rüzgârına bir de böyle bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Analizler, Analizler, Analizler, “Komik Olmayın Allasen!”
Herkes AKP’nin dev zaferini, MHP’nin oylarındaki artışı, İnce’nin ipi göğüsleyemeyişini, İyi Parti’nin neden istenen performansı gösteremediğini analiz ediyor, ediyor, ediyor. Evet, tabii ya, yazarlar, entelektüeller, hocalar, uzmanlar… olarak “analiz etmeli”, ortaya çıkan neticeyle ilgili “bilimsel!” değerlendirmeler yapmalıyız; enseyi karartmamak, zevahiri kurtarmak lazım. Hem akademisyenler olarak bizim sorumluluğumuz nedir ki? Bizden beklenen, yeni sistemin antidemokratik olduğunu, bunun başkanlık sistemiyle uzaktan yakından alakası olmadığını dile getirmek vb. değil de seçim sonuçlarına bilimsel nedenler üretmemiz; sonucu meşrulaştırmamız değil mi? Seçimlerden önce ortalıkta görünmeyen tavşan bokları, seçimlerden sonra sonuçlara uygun nedenler üretmek için yine kollarını sıvamış durumdalar: “MHP’nin oyları neden yükseldi?” “HDP’ye giden emanet oylar ne kadar?” Allah var, pek de güzel yazıyorlar; insan haset ediyor!
OHAL şartlarında, adaylardan birinin tutuklu, diğerlerinin medyada yasaklı hale getirildiği, AKP ve Erdoğan’ın tüm devlet imkânlarını kullanarak propaganda yaptıkları bir seçimde, Cumhur İttifakı’nın nasıl başarılı olduğunu bilimsel olarak açıklamam mı isteniyor?
Seçimlerden dört gün önce televizyon ekranlarına seçim sonuçları “yanlışlıkla!” yansıtılmışken Cumhur İttifakı’nın nasıl başarılı olduğunu bilimsel olarak açıklamam mı isteniyor?
Seçimden günler öncesinde, bu seçimi kaybettiklerinde iç savaş çıkacağını açıkça söyleyenlerin, seçim günü gece yarısına doğru sokaklarda silah sıkmaya başlayanların sabaha doğru seçimleri kazandığını öğrendiğimde bunu bilimsel olarak açıklamam mı isteniyor?
İyi o zaman alın size bilimsel bir analiz: “Komik olmayın allesen” Olmadı mı? O zaman, birçok kişinin daha seçim sabahı paylaşmaya başladığı Leonard Cohen’in Everybody Knows’unun sözleriyle cevap vereyim : “Bu oyun hep çileli/ Bana zarlar hileli/ Kaderin bitmek bilmeyen/ Oyunu mu bu?”
Ketil’dan Haberler
Mevzu HDP ve/ya Selahattin Demirtaş olduğunda derin bir sessizlik hâkim. “Teröristler Mecliste!” kaygısını nadiren aşan değerlendirmeler “emanet oyların” oranını ölçmekle meşguller. Genelde Türk sağı, özelde AKP ve Fethullah Gülen arasındaki ilişkiye dair gıkını çıkaramayan uzmanlarımızın, akademisyenlerimizin, yazarlarımızın en sevdiği konulardan biridir bu mevzu. Zaten diğeri de “Ne olacak bu CHP’nin hali?” değil mi? Mevzu AKP oldu mu kılı kırk yaran bir mimariyle dizilmiş cümleler kurmaya özen gösteren liberal soytarıların, konu sosyalistler, HDP ve/ya CHP oldu mu aile hekimine dönüşerek ilaç yazmaya soyunmalarının kabak tadı verdiğini de yeri gelmişken hatırlatmak gerekiyor.
Tüm siyasi değerlendirmeler bir yana, Selahattin Demirtaş’ın seçim sürecinde (geniş anlamda) medyayı, kitle iletişimini kullanışının akademik olarak da üzerinde durulması gereken bir husus olduğunu düşünüyorum. Mizahın politikliğinden bahsetmekse bana düşmez bile.
“Adam Kazandı”/ “Diktatör Kutlanır mı?”
Birincisi İnce’nin yorumuydu, ikincisi de Kılçdaroğlu’nun. İkisine de katıldığımı söyleyemiyorum. Türkiye’de seçimlere ve seçim galibiyetlerine, “tahta çıkarak padişah olan şehzade” gözünden bakarız eskiden beri. Bir saat öncenin şehzadesine, tahta çıktığı andan itibaren biat etmemiz, bir saat önceki tüm tartışmaları unutmamız istenir. Zaten büyük ihtimalle diğer şehzadeler ve hatta onların çocukları da devletin bekası için öldürüleceklerdir; “kut” artık onundur ya!
Oysa demokratik seçimler farklı bir dinamik. İnce’nin “Adam kazandı”sına saklı her şey biti artık imasıyla, Kılıçdaoğlu’nun seçim sonuçlarını görmezden gelen tavrı arasında bir yerde durmak gerekiyor. Nerede ve ne zamana kadar mı? “Adam kazandı” ama “Bitmedi daha sürüyor o kavga, sürecek; yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” diyene kadar.