Azgelişmişlik Üzerine (1)

“Burjuvazinin köleleştirdiği halkları uyutmak için kullandığı tüm içi boş kavramlar arasında en etkin ve tabi en zararlı olanı hiç şüphesiz ‘kalkınma’dır” [1]

                  Pierre-Philippe Rey

Genel Kavramlar

 

“Azgelişmiş ülke”, “geri kalmış ülke” veya “kalkınmakta olan ülke” kavramları, çoğunlukla “sömürge tipi ülkeler” için kullanılan deyimin rötuşlanmış şeklidir. Azgelişmişliğin doğru adı “geri kalmışlık”tır. Geri kalmış ülkeler için zaman zaman “bağımlı” kavramını kullandık. Geri kalmışlık veya bağımlılık kapitalist sisteme özgü bir kavramdır. Bu sistem sömürü düzeni üzerine kuruludur. İkinci Paylaşım savaşı öncesinde “sömürgeci – sömürge ilişkisi” kavramı kullanılıyordu. Bu kavramın önemli bir özelliği de sınıfsal yapılar üzerinde kurulmuş olmasıdır. Yeri geldikçe bu konuları açmaya ve sınıfsal perspektiften bakmaya çalışacağız.

Kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu dünyada “kalkınma” kavramı gereksiz ve abes bir kavramdır. Çünkü zenginlik kavramı büyük kesimlerin refahını içermediği gibi, zenginliğin, başkalarının sefaleti üzerine kurulu olması, yani sömürüye dayalı olması “kalkınma” anlamını geçersiz kılmaktadır. Ayrıca dünya nüfusunun beşte dördünü içeren ülkelerin “kalkınma” diye telakki edilen olgunun yabancısı olduğunu görüyoruz. Gelişmiş ya da kalkınmış diye telakki edilen ülkelerin tamamı geri kalmış ülkelerin sömürüsü, sömürünün yeniden üretimi ve yozlaşma konsepti üzerine kurulmuştur. Bu ülkeler dünya haritasında “kuzey” diye gösterilen ülkelerdir. Bu ülkeler için “burjuva uygarlığı” veya “batı” ya da “batı uygarlığı” kavramlarını kullandık. “Güney”de kalan ülkelerin tamamına yakını “geri kalmış ülkeler” kategorisinde yer almaktadır. Çoğunlukla yazarlar bu ülkeler için “üçüncü dünya” tabirini kullanıyorlar. “Üçüncü dünya” kavramı geniş kapsamlıdır. Bunun içine herhangi bir ülkenin hegemonyası altına girmeyen, bağlantısız, ekonomide geri kalmış, sanayileşememiş ülkeler de yer almaktadır.

Karl Marks, yoksulluk ve zenginlik konusunda şunları söylüyor: Zenginlik bir kutupta birikirken, yoksulluk, kölelik, cahillik, yabancılaşma ve manevi yozlaşma da öteki kutupta, yani kendi ürününü sermaye biçiminde üreten sınıfın bulunduğu tarafta birikir.”

Günümüzde burjuva uygarlığı, yani batı uygarlığı, “insanlığı toptan yok oluşa sürüklüyor.” [2] Batı ve işbirlikçi yerli burjuvazi bindiği dalı kesmeye yelteniyor. Böyle bir durumda “kalkınma”dan söz etmek mümkün müdür? Kalkınma olgusunun boyutu ne olursa olsun, bu tür terimlerin kullanılması yanlış ve yersizdir. “Kalkınma” kavramından sosyal yapı değişikliğini anlıyoruz. Bu yapı değişikliği için verilen sosyal mücadeledir. Diğer bir deyişle sömürünün olduğu bir düzende “kalkınma” sözcüğü yanlış bir kavramdır, sömürgeciliğe kılıf aramadır. Azgelişmiş dediğimiz “üçüncü dünya” ülkelerinin batı toplumlarından çok farklı bir sosyal yapısı vardır. Emperyalizmin etkisi altında kalan bu toplumların evriminde de farklılıklar görebiliyoruz.

Kapitalist toplumlarda “kalkınma” kavramı, özünde sömürgeciliğe kılıf aramanın diğer adıdır. Bir zümrenin zenginliği, büyük çoğunluğun fakirliği üzerine kurulmuştur. Aynı şekilde bir ülkenin zenginliği de başka ülkelerin yoksulluğu üzerine kuruludur. Bu ilişkiler ortadan kaldırılmadığı sürece zenginliğin ve yoksulluğun yeniden üretimi devam edecektir. Dolayısıyla yoksula “bir gün sizler de zengin olacaksınız” sözü, içi boş ve havada kalan bir vaatten başka bir şey ifade etmiyor.

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında “sömürge tipi ülke” yerine, “azgelişmiş ülke” kavramı bir diplomatik nezaket anlamında kullanılmaya başlandı. Azgelişmiş ülke kavramı, ülkeyi sömürge tipi olmaktan çıkarmaz. Dolayısıyla ekonomik anlamda büyüme problemi öznel değil, nesnel bir kavramdır. Zaman zaman öznel terimlerin kullanılması, ülkeyi yöneten elit kadroların emperyalizme göbek bağı ile bağlanmasına dayanmaktadır. Diğer bir deyişle sömürge tipi olmak, bir kader değil, bir sonuçtur. Bu sonucu oluşturan da dış güçler dediğimiz emperyallerdir. Kapitalizmin küresel düzeyde olduğu dünyada gelişmişlikten söz etmek, doğru ve adil bir kavram değildir. Kalkınmışlığın ölçütü olarak bakılan unsurlardan bazıları –ki bunlar-; kişi başına düşen milli gelir, ülke büyüklüğü, tarımın ve sanayinin ürettiği pay ve istihdam gücü, cari işlemlerle ilgili bilançolar, ihracatın milli gelirdeki payı vb. konseptlerin tamamı gelişmişliği değil, sömürünün boyutları olarak ölçülebilir. Tüm bu özellikler, bireyler arasındaki gelir dağılımında görülen dengesizliğin boyutlarıdır. Bu nedenle ABD ve Avrupa ülkeleri, kaynaklarını öznel olarak kullanabiliyorlar. Ancak geri kalmış ülkelerin kaynakları, sömürgecilik döneminden itibaren ya talan edilmiş ya da sömürge halkları tarafından kullanılmasına izin verilmemiştir. Yani bir bakıma ekonomide dış faktörler devreye girmiştir. Bununla ilgili ayrıntıları, yeri geldiğinde açıklamaya çalışacağız.

Bundan hareketle, “gelişmekte olan ülke” veya “kalkınmakta olan ülke” diye sık sık kullanılan tanımlar, özellikle yeni sömürge tipi ülke yöneticileri tarafından kullanılan içi boşaltılmış sözcükler, burjuvazi ve emrindeki devlet tarafından Avrupa merkezli bir zihniyetin ürünü olarak dikte edilmiş kavramlardır. Bunda Amerika’nın rolü inkâr edilemez. Genel anlamda “azgelişmiş ekonomiye,” “sömürge tipi ekonomi” diyoruz. Bu niteleme İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında ortaya atılan bir kavramdır. Savaş sonrasında ortaya atılan diğer söylemler de “gelişiyoruz”, “kalkınıyoruz” türü kavramlardır ki bu deyimler yeni sömürgeciliğin dayattığı etkin birer ideoloji araçlarıdır.

1978 yılında “Washington Mutabakatı” sonrasında küresel ekonominin piyasa versiyonu olan neoliberalizm, bir dayatma şeklinde dünya kamuoyuna açıklandı [3]. Ancak 2008 sonrasında küresel mali kriz ile birlikte neoliberalizm iflas etti. Bu model, Türkiye benzeri yeni sömürge tipi ülkelerde özellikle otoriter rejimlerde dayatmayla uygulama alanını bulmuştur.

Yeni sömürge statüsündeki ülkelerin tümünde egemen sınıflar ve emrindeki burjuva devletleri, kendi ülkelerinin bir gün emperyalist ülkeler kategorisine yükseleceğine ilişkin popülist söylemlerle yığınları inandırmaya çalıştılar, çalışıyorlar. Bu tür gerçek dışı ve yığınları inandırmaya yönelik propagandalar, gerek eğitim yoluyla, gerek görsel medya ve gerekse kitle iletişim araçlarıyla yapılan yayınlar sonucu kitleleri, istenilen amaca yöneltebilmiştir. Bir insan aynı yalanı sürekli tekrarlarsa, sonuçta kendisi de kendi yalanına inanmaya başlar. Bizde yüz yıldan beri yapılan da budur. Amaç; “çarpık burjuva düzeninin bozulmaması, birlik ve beraberliğin sağlanması”, sömürünün ve emperyalist hegemonyanın devamı içindir. Yeni sol ile ulusal solun temsilcileri ve revizyonistlerin ülkemizi “Alt Emperyalist” ülke diye “hayali” kurgularla gerçek olmayan bu soyut kategoriye yerleştirmeye çalışmalarının nedeni de budur.

Kapitalist sisteme dayalı üretim tarzı her zaman kutuplaştırıcı olmuş ve bu kutuplaşma her geçen gün derinleşerek, zenginler ile yoksullar arasındaki gelir dağılımı farkı büyümeye devam etmiştir. Zenginliği şans oyunlarında, milli piyango, toto ve lotoda arayan büyük kitlelerin beklentisi ne denli hayal ise, emperyalist ülke kategorisine girmek isteyen sömürge tipi ülkelerin beklentisi de o denli boş, anlamsız bir hayalden ibaret olarak kalmıştır.

Bağımlı ülkelerdeki egemen sınıflar, aynı zamanda emperyalist ülke burjuvazisinin bir uzantısıdır. Dolayısıyla uluslararası sömürüden hem pay almakta, hem de mevcut ilişkilerin devamını sağlamaktadırlar. Bu ülkelerdeki egemen sınıflar, bir yandan emperyalist burjuvazinin taşeronluğunu yaparken, öte yandan yabancı düşmanlığına dayalı bir “milliyetçiliğe” dem vururlar. Dolayısıyla sömürge tipi ülkelerdeki rejimler ancak emperyalizmin desteğiyle ayakta kalabilmektedir [4].  Emperyalist burjuvazi, sömürge tipi ülkelerin işbirlikçi oligarşilerini sürekli destekleme karakterini göstererek, kredi musluklarını açmakta ve başta silah olmak üzere modern savaş araçlarının sevkiyatını yapmaktadır. Sonuçta boğazına kadar borcun içine sokulan ülkelerin harcamalarının hiçbiri ülke savunmasına yönelik olmamıştır. Bu tip ülkelerde polis devletini kurarak “iç düşman” yaratılmaktadırlar. Bugün Türkiye’de gördüğümüz de budur. Oysa “iç düşman” sadece hayali yaratılan bir düşman imajıdır, esas düşman, emperyalizmin kendisi ve uzantıları olan yerli işbirlikçi burjuvazidir.

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında klasik anlamda bildiğimiz sömürgeciliğin büyük ölçüde tasfiye edilmesine rağmen siyasi bağımsızlık kavramı gelişemedi. Siyasi karar verme mekanizmaları bu tür ülkelerde kendi başına ve bağımsız bir şekilde devreye giremedi. Geri kalmış bir ülkenin doğrudan sömürge olması gerekmeyebilir. Türkiye gibi yarı sömürge ülkelerin de tıpkı sömürge ülkeler gibi benzer sömürüye maruz kalmaları, bunun göstergesidir. Sömürgecilerin tahakkümünde bulunan kurum ve yapılar, süreç içinde yerli unsurlara devredildi. Buna rağmen bağımsızlıktan söz etmek mümkün olmadı.

Bağımsızlık mücadelesi, ülkelerde kitlelerin bilinçlenmesini hızlandırmış, sömürgeciliğin sona ermesinden sonra ilerlemenin yetersiz kalması hayal kırıklığı yaratmıştır. Yerli-yabancı ayırımı, yerini sömüren-sömürülene bırakmış, sefalet her geçen gün yaşamın olağan döngüsünün bir parçası haline gelmiştir.

İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra sömürge ülkelerde gelişen milliyetçilik hareketi ile birlikte bağımsızlığına kavuştuğunu ilan eden ülkelerde klasik sömürgecilik biçim değiştirerek yeni sömürge tipine evrildiler. Bu ülkeler, emperyalist devletler için eskisine nazaran daha ucuz, sıkıntısız ve kârlı bir egemenlik yolunu açtı. Günümüzde bu ülkelerin doğal kaynakları, enerjileri, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri emperyalistler tarafından daha yoğun ve kârlı biçimde kullanıldı. Bu tip ülkelerde sosyal, ekonomik ve kültürel yapılar tamamen yok edildi veya çarpıtıldı. Yerli egemen sınıflar “milliyetçilik” veya birlik ve beraberlik adına sömürgecilerden daha yoğun baskıları kendi ülke halklarına karşı uyguladılar. Her dönem iktidara gelen elitler, bir yandan ülke zenginliğini emperyalist ve işbirlikçi yerli kapitalistlere peşkeş çekerek, onları zenginleştirirken, diğer yandan büyük kitleleri yoksulluk, işsizlik, açlık ve sefalete sürüklemeye devam ettiler. Dolayısıyla ötekileştirme ve manevi yozlaşma yeniden üretildi ve büyük yığınlar onların nezdinde lanetlenmiş bir kitle gibi görüldüler.

Çoğu kez sömürge tipi ülkelerde milliyetçilik kavramı antiemperyalist deyimiyle eş tutuldu. Bu kavram aynı zamanda sömürü çarkının engelsiz işlemesinde önemli rol oynadı. Türkiye gibi geçiş toplumlarda burjuvazinin yani ekonomik sağın milliyetçilik konusundaki tutumu ulusalcı soldan ve muhafazakâr sağdan pek farklı değildir. Bu kavram din ya da ırkçılık olgusuyla birleştiğinde tehlikeli bir durum arz ediyor. Toplumda çatışmalara varan kutuplaşmaların en ağır örneğini yakın geçmişimizde yaşadık.

Bir burjuva ideolojisi olan “milliyetçilik” ile ilgili bilgiler “Milliyetçilik Üzerine” adlı makalede ayrıntılı olarak ele alınmıştır.

Geleneksel Yapıların Bozulması

Sömürgeci ülkeler, sömürge konumundaki ülkelerin kaynaklarını, işgücünü, pazarlarını gasp etmekle kalmadı, sömürge halkının sosyo-kültürel yapılarına, dini değerlerine, gelenek ve göreneklerine baskılar uyguladılar. Sömürgeciler, bununla da yetinmedi, aynı zamanda yaptığı toplu katliamları ve emek sömürüsü bağlamında insan ve köle ticaretini meşrulaştırmaya çalıştılar.

Sömürgecilik döneminde sömürgeci ülkeler, çoğunlukla sömürge ülkelere yöneticiler atadılar. Bu yöneticiler, aynı zamanda sömürgeciliği meşru göstermeye çalıştılar. Örneğin “güneşin batmadığı imparatorluk” diye adlandırılan İngilizlerin, Avusturalya, Hindistan, Mısır’da atadıkları valiler, Hollanda ve Japonların imparatorluklarında atama yaptıkları yöneticilerin yaptığı insanlık dışı uygulamalar hep meşru gösterilerek bugünkü batının uygarlık (!) temellerine zemin hazırlandı.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi batı sömürgecileri hiçbir zaman uygar olamadı. Onların bugünkü uygarlığı, zulüm, baskı, zorbalık ve kanla ele geçirdikleri ülkelerin halklarını yoksullaştırarak, sömürerek, köleleştirerek, katliam yaparak, milyonların soykırımıyla elde ettikleri uygarlıktır. Ne geçmişlerinde ne de bugüne getiren koşullarda insanlık anlayışı ve meşruluk aranmamalıdır. Günümüzde de “insan haklarını” savunuculuğuna soyunmakla da kendi geçmiş kirliliklerinin üstünü örtmeye çalışmaktadırlar.

Sömürgeciler, klasik sömürge döneminde geleneksel toplumları yüzyıllar öncesinde yok ederek, yerine sömürge yapılar inşa ettiler. Bu değişen yapılar, hiçbir şekilde geleneksel olmadı. Dolayısıyla bu yapılar, derinlemesine bozularak veya parçalanarak yerlerine yeni ve sağlam yapılar inşa edilmedi. Üretim biçimleriyle tüketim arasındaki dengeler de bozuldu. Yerli halkın kötü geçen yılların etkisine karşı koruyan önlemler de zayıfladı. Kurak geçen yıllarda stokların içinin boşaltılması ve sömürgelerde yaşanan kıtlık olayları buna örnek olarak gösterilebilir.

Kötü geçen yılları birkaç örnekle açıklayabiliriz. 1867-1869 yıllarında Hindistan, Rajputana’da 1,5 milyon insan öldü. 1876-1878 yıllarında Hindistan’ın güney ve güneybatı bölgelerinde yaşanan kıtlıktan 60 milyon insan etkilendi, 8 milyondan fazla insanın İngiliz politikalarının sorumluluğu nedeniyle öldüğü rapor edildiğini geçen yıllarda öğrendik. Yine 1896-1900 yıllarında İngiliz politikaları nedeniyle 2 milyon insan açlıktan öldü. Başka dönemlerde de kıtlıklar meydana gelmişti. Geçmişte yaşanan kıtlıkların büyük çoğunluğu ya doğal afetler ya da kuraklığa bağlanmıştı. Ancak İngiliz sömürgesi altında bulunan Hindistan’da milyonlarca insanın ölümü, hububat ambarlarının boşaltılması, anavatan olan İngiltere’ye gönderildiğine ilişkin düzenlenen raporlar, sorunun kıtlık olmadığını göstermeye yetiyor. Diğer bir deyişle buna soykırım da diyebiliriz. İngilizlerin bu politikaları salt Hindistan ile münhasır değildi. Afrika’da, Uzakdoğu Asya’da da aynı politikalar izlenmiş ve milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet vermişti. Salt İngiliz Sömürge İmparatorluğu ile de sınırlı değildir bu tür kırıma yönelik politikaların, Fransa’nın, Belçika’nın, Hollanda ve diğer sömürgeci ülkelerin sömürgelerinde de de uygulandığına tanıklık ettik.

Sömürgecilik, bir yandan kendisine dokunmayan ve aleyhine olmayan geleneksel yaşamı desteklerken, öte yandan halkların modern ve dengeli bir ekonomiye geçişini de engelledi. Yetersiz istihdam sorunu ile kitlelerin önemli bir bölümünün çalışmak istememeleri ile başlayan zorla çalıştırmalar, kazançlarının büyük çoğunluğuna tefecilerin el koyması, insanları daha az kazanç sağlayan başka ek işlere yönelmesine sebep oldu. Afrika ve Hindistan’ın bazı bölgelerinde insanlar açlıkla boğuşurken, demiryolu yapımı türü inşaatlarda çalışmayı reddetmeleri doğaldır. Çünkü zoraki işgücü, zamanında yapılması gereken tarımsal üretimin de önündeki engeldir. Bunun müsebbibi sömürge halkı değil, sömürgeci güçler ve yerli işbirlikçilerdir.

Sömürgecilerin sömürge halkına uyguladıkları insanlık dışı yöntemler, geleneksel toplumların da bozulmasına yol açtı. Başvurulan bu insanlık dışı yöntemler, köle akımları, topraklarından kovma, çalışamayan durumda olan insanların ve hastaların katledilmesi, salgın hastalıklar, kıtlıklar vb. afetler, toplumsal yapıları çökertti. Geleneksel sistemin yok edilmesi için herhangi bir askeri müdahaleye gerek kalmadan bunları gerçekleştirdiler. Parasal ekonominin ithali, bu çözülmenin gerçekleşmesinde önemli etkiler oluşturdu. Örneğin vergilerin parayla ödenmesi, kapitalist tipte toplumsal ilişkilerin kurulması için yapılan müdahale ve mülkiyet ilişkileri, bu çözülmede önemli rol oynadı.

Sömürgeciler, sömürge tipi ülkelerde kapitalist gelişmeyi frenleyen unsurları da inşa ettiler. Kendilerine dokunmayan yapıları desteklediler. Çünkü geleneksel yapıların uğradığı tahribatlar ve değişiklikler, tesadüf veya irade dışı değildi. Tamamen bilinçli yapılan eylemlerdi. Çözülen geleneksel yapıların kalıntılarının devamına imkân verildi. Yeter ki yerli ya da sömürgeci ayrıcalıklı azınlıkların kâr ve yetkilerinin devamına halel gelmesin! Ayrıcalıklı azınlığın çıkarına dokunan tüm geleneksel unsurlar yok edildi. Dolayısıyla sömürge ülkelerdeki toplumun direncini artıran unsurları ortadan kaldırmayı ihmal etmediler. Örneğin ayrıcalıklıların direncini kırmaya yönelik olduğu düşünülen köyler ve aşiretler, ortadan kaldırıldı. Ayrıcalıklıların yararına olan unsurların devamına izin verildiği gibi bunlar güçlendirildi. Bununla da yetinilmedi, aşiretleri, kastları ve dinsel yapıları bölmeye ve halkları birbirleriyle karşı karşıya getirmeye çalıştılar. Hatta daha ileri giderek sömürgeciliğe karşı olan grupları ortak bir muhalefet üzerinden ulusal hareketlerin oluşumuna özendirdiler. Bu da sömürgecilerin uyguladığı tipik diyalektik bir çelişme durumunu yarattı. Daha ileri giderek bağımsızlığına kavuşan ülkeler üzerindeki karşıtları birbirine düşürmeye ve sömürü ortamının devam etmesine imkân sağladılar. Etnik grupları gerektiğinde silahlandırarak çatışma ortamını yarattılar. Eğitimin yaygınlaşmasını ve ulusal birliğin sağlanmasını engellediler. Eskiden sömürgeci, günümüzde emperyalist diye nitelendirilen ülkeler bu geleneğinden bugün de vazgeçmediler.

Geleneksel yapıların çözülmesini etkileyen unsurlardan biri de nüfus artışıdır. Nüfusun hızlı bir şekilde artış göstermesi, aynı zamanda geleneksel organizasyonun çözülmesini hızlandırdı. Ayrıca geleneksel dayanışmanın kaybolması, kolektif üretim biçimlerinin çöküşüne yol açmakla kalmadı; sömürge halkını, sömürgeciye daha fazla bağımlı hale getirdi. Sömürge halkını geleneksel ürünlerinin yerine ticari ürünlerin üretimine yönlendirilmesi, yabancı malların alımına zorlanması, aynı zamanda yaşam biçimlerinin bozulmasına, doğal çevre ve insan grupları arasında kurulan dengeleri de beraberinde yok etti. Bazı sömürge ülkeler, istisnadır. Yukarıda örneği verilen Avrupalı insanların kurduğu Birleşik Amerika, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda hariç, hangi ülke bugün azgelişmişlikten, bağımlılıktan ve yeni sömürge tipinden kurtulabilmiş ya da toplumsal dengeleri bozulmamıştır?

Çoğu kez Türk yetkililer hep Güney Kore modelinden bahsederler. Bazı pasifik ülkeler gibi Güney Kore’nin kalkınmışlıkla ilgili ABD’nin güttüğü emperyalist politikalardan söz edilmez. İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında Güney Kore’ye yapılan yardımlar bilinçli olarak yapılmıştır. Temel anlamda bu ülkelerin gösterdiği çaba ve kültürel miraslarına ek olarak, ABD’nin pasifikte yer edinme kaygısı ile ilgilidir. Çin’in; sözüm ona güneye inme kaygısına ilişkin bahaneler, ABD’nin siyasal yer edinme ve ekonomik üstler yaratma çabalarını doğurmuştur. Dolayısıyla “Güney Kore, ABD’nin hegemonyası dışındadır”, iddiası yanlıştır. Oysa Türkiye vb. ülkeler bu tür stratejileri uygulayabilecek durumda değildirler. Daha çok kendi zenginliklerine güvenmişlerdir. Ne yazık ki bu zenginlik de uluslararası tekelci sermaye tarafından sıkı bir denetim altında tutulmuştur. Türkiye’nin tek avantajı kolonileşmemiş olması diye gösterilmiş, oysa kolonilerle aynı kaderi paylaşmıştır. Kendi burjuvazisini yaratırken, bunun dış güçlerin emrine, tıpkı kendi yönetimleri gibi gireceğini hesaplamamış olduğu iddia edilmektedir. Savaş sonrasında ABD’nin hegemonyası altına gireceğini ve bu hegemonyanın iç işlerine karışmayacağı kanısı mevcuttu. Bu kanı ya bahane aramak için üretilmiş, ya da bilindiği halde bilmezlikten gelinmiş olabileceği ile ilgilidir.

Japonya’nın kapitalist gelişme modeli daha farklıdır. Bu model, işçi sınıfının çok daha vahşice sömürülmesi üzerine kuruludur. Bilindiği gibi Japonya, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren reform hareketine başladı. 1868 Meiji Restorasyonu’nu kabul ederek sanayi devrimine adım attı. Bu yenileme, 1912 yılına kadar devam etti. Restorasyon hareketiyle kendi gemilerini, denizaltılarını, savaş uçaklarını üretmeye başladı. Günümüzde araba üretiminde, elektronikte, savaş araç ve gereçlerinin üretiminde söz sahibi bir ülkedir. Japon militarizmi, 1910 yılında Kore’yi, 1937 yılında Çin’i işgal etti. Daha önceleri 1895’te Kore’nin hâkimiyeti üzerinden Çin’i işgal etmiş, Kore’yi de hâkimiyeti altına almıştı. İkinci Paylaşım Savaşı’na kadar Japonya; Tayland, Tayvan, Malezya, Endonezya, Filipinler, Singapur vb. ülkeleri çeşitli tarihlerde istila ve işgal etmişti.

Bazı tarihçiler, Japonya’nın 19. yüzyılda kapitalist süreci tamamlarken içsel ve dışsal faktörlerle ekonomik gelişmeyi eş-zamanlı olarak gerçekleştirmesine bağlıyor. Japonya, batı kolonistlerinin gelişme döneminde moral zengini, ama sermaye bakımından birikimi zayıf bir ülkeydi. Meiji döneminde kurumları yöneten bürokratların uyum ve katkıları ve batıyı taklit etmesiyle ve ‘Paylaşım Savaşı’ sonrasında ABD’nin desteği ile küresel ekonomide söz sahibi olmuştur. Aynı tarihçiler, oligarşik özelliğinden dolayı sınıf çatışmasından çok, kapitalist sömürü, devlet içi çekişmeler ve Meiji döneminde kurulan finans sermayesi, haberleşme kurumlarının gelişmesi sonucu modern Japon devletinin temelinin atıldığı görüşündeler. Japonların aktif ve pasif tutumları, bireyci burjuva davranışından çok, toplumcu kapitalist davranışıyla bağdaşmaktadır. Bunun nedenlerinden biri de geleneksel yapının “itaat etiğinden” kaynaklandığı görüşüdür. Japonya’yı batıdan ayıran en önemli özellik de budur, denilmektedir. Biliyoruz ki sömürü olmadan zenginlik olmaz, kapitalist gelişme de olmaz.

Dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olan Japonya’da işçi sınıfı en ağır koşullarda çalıştırılmaktadır. Savaştan sonra bile çalışma süresi bir günde 14 saatti. 1965 yılında batılı kapitalist ülkelerde yıllık çalışma saati, bayram ve tatil günleri çıkarıldıktan sonra net 1668 iken, Japonya’da bu 2400 saatti [5].  1965 öncesi çalışma saati yıllık 4320 idi. Bunun nedenlerinden biri işçi sınıfının örgütsüz olması ve Japon gençliğinin çocuk yaştan itibaren sıkı bir disiplin içinde yetiştirilmesidir. İşçilerin, işverenden önce işten çıkması, bir aşağılamaydı. İşçiler, dünya çapında görülmemiş her türlü hak gaspına uğramışlardı. İşçiden aranan özellik “sadık işçi” olmasıydı. Japon mucizesinin altında yatan gerçek, işçilerin sınırsız ve vahşice sömürülmesidir. “Japon mucizesi”, işçi sınıfına ölüm getirmiştir. Japon militarizminin 100 yıl boyunca süregelmesi de bundandır.

Sömürgecilerin Kirli Uygarlığı

Sömürgecilik (kolonizm) bir devletin başka devletleri, ulusları veya toplulukları siyasal ve ekonomik yönden egemenliği altına alarak yayılmasıdır, diyebiliriz. Sömürgecilik, bu anlamda başka bir toplumu egemenlik ve kontrol altına almak, sömürgeci ülke ve halkı için bir övünç kaynağı olmakla birlikte, boyunduruk altına alınan ülkenin halkları için bir aşağılama sebebidir. Sömürgeciler, sömürdükleri ülkelerin doğal kaynaklarına, işgücüne ve pazarlarına el koyarak, egemenliği altına aldıkları halkın sosyo-kültürel ve dini değerlerine baskı uyguladılar. Bu baskılar genel anlamda katliamla, soykırımla sonuçlandı. Diğer bir deyişle ekonomik, psikolojik, biyolojik, dini ve kültürel alanlara yönelik insanlık ve ahlak dışı uygulamalar meşru gösterilmeye çalışıldı.

Emperyalizm ve sömürgecilik kavramları her ne kadar birbirinden farklıymış gibi görünse de sonuçta birbirinden farklı kültürel toplumların bir bütünlük içinde bir araya getirmesi olayı söz konusudur. Sömürgecilik konseptinde sömürge halkının kültürel yapısı önemli bir farklılık göstermemekle birlikte, sömürge ülkenin halkları üzerinde ciddi bir şekilde kültürel değişim ve yozlaşma oluşturuldu. Günümüzde de devam eden bu uygulama, farklı bir kimlikle karşımıza çıksa bile yozlaşma ve sömürü devam etmektedir. Sömürgecilik, tarih boyunca batılı ülkelerin yoksul ülkelere uyguladığı kölecilik, kimlik değiştirerek yeraltı ve yerüstü kaynakların talanına yöneliktir. Sömürgeciler, sömürdükleri ülkelerin kaynaklarına, işgücüne ve pazarlarına el koyarak sömürü altındaki halkın sosyo-kültürel ve dini değerlerine el koydular. Bunu yapmak için de sistemi meşrulaştırarak, inancı ileri sürdüler. Kendilerini, her zaman sömürdükleri insanlardan daha üstün olduklarını, kendi toplumuna kabul etmeye çalıştırlar.

Çeşitli kaynaklarca bilinen ilk sömürge devletinin Finikeliler olduğudur. Finikelilerin, M.Ö. 1200’lerde Lübnan dağları ile Akdeniz arasındaki dar bölgede ortaya çıkmış olduğu söylenir. Yaşamlarını ticaret yaparak sürdürmüşlerdir.  Zamanla Akdeniz çevresinde genişlemişlerdir. Günümüzde yeni dönem sömürgecilik dediğimiz olguda ABD, ilk sırada yer almaktadır. Sovyetler Birliği’nin sosyalist sistemi bittikten sonra bu olgu hızla yayılmıştır.

Antikçağdan başlayarak Antikçağ-Yeniçağ dönemlerini kapsayan Yunan, Pers, Roma, Bizans, Portekiz, İspanya, İtalya, Osmanlı, İngiliz ve diğer imparatorluklarda görülen klasik ve öncesi sömürgecilik ile ilgili bilgiler ayrı bir konu olduğu için burada değinilmemiştir.

Hollanda ve İngiliz sömürgecileri on binlerce Aborjinlerin kanıyla suladıkları Avustralya’da; İngilizlerin, milyonlarca katlettiği Amerika ve Kanada yerlileriyle, Fransızların soykırımına uğrayan 1,5 milyon Cezayirli, 800 bin Ruandalı; Hollandalıların, Portekizlilerin, İspanyolların Amerika kıtasındaki katliamları ve diğer batı sömürgecilerin uyguladığı kanlı katliamları, soykırımları, uygarlıkla ilişkilendirmek, uygulamalarını meşru göstermek için bir bahane sayılamaz. Belçika’nın katlettiği 10 milyon Kongolu için meşru bir gerekçe göstermesi mümkün değildir. 400 yıl boyunca İspanyolların, Portekizlilerin, İngilizlerin ve Amerikalıların katlettiği yerlilerin haddi, hesabı yoktur. Hayatta kalan Kızılderili çocukların Amerikan okullarında asimile edilerek, hem dil hem de kültürel soykırıma uğradıkları unutulmamalıdır. Başta İngilizler olmak üzere Avrupalıların torunu olan Amerikalıların, 70 milyon Kızılderili’yi soykırıma uğratmaları yetmiyormuş gibi, açlıktan ölsünler diye 65 milyon “bizon”u da katletmeleri değişik kaynaklar tarafından dile getirilmiştir. 1983 yılında Colorado Üniversitesi’nde yapılan araştırmalarda Kuzey Amerika Kızılderili nüfusunun 1500’lü tarihlerde 12 milyon iken, 1900’de yaklaşık 237 bine düşmesi soykırımın boyutunu gösteriyor. Kanada’da yaşayan yerliler de bu toplama dâhil edildiğinde katledilenlerin sayısının 18 milyonu geçtiği yönündedir. Rakamların farklılığı bile katliamların boyutlarını açıklamaya yetiyor. Katliama uğrayanların tamamı sadece silahlarla öldürülmemiş olduğunu yazılı kaynaklar gösteriyor. Kayıtlara geçmeyen çoğunluğun açlıktan ve sömürgecilerden bulaşan hastalıklardan öldüğüdür. Bunların başında bağışıklık sistemine yabancı olan çiçek hastalığı gelmektedir.

Her bir yerlinin kafasını kesen katile ödedikleri 5 dolarla, resmi dairelerin kafatası yığınlarıyla dolduğu gerçeği gizlenemedi. Bu ülkelerin uygarlıkları kanla sulanmıştır; kirlidir. Bu kirli uygarlıklar ile ele geçirdikleri ülkelerin toplumsal yapılarını birer birer tahrip etmekten çekinmemiştir. Savaşlar dâhil, bugüne kadar dünya nüfusunun 5 milyarlık kısmı bu uygar (!) ülkelerin emellerine “kurban” edilmiştir.

12 Ekim 1492 tarihi Kızılderililer için trajik bir gündür ve o günü “Kolomb Günü” olarak kutlamak demek, soykırım, kölelik, tecavüz ve yağma mirasını kutlamak anlamındadır. Benzer şekilde “Şükran Günü” kutlamaları ABD Kızılderililerine karşı yapılan soykırımın kutlaması olarak görülmektedir [6].

Batı dediğimiz Avrupa ülkelerinin zenginliği salt üstün teknolojiye sahip olmalarından kaynaklanmıyor. Asya, Afrika ve Avustralya’da 16. yüzyılda başlayan sömürgecilik politikasından kaynaklanıyor. Amerika’nın zenginliği de çalışkanlıklarından değil, Avrupalıların bıraktığı zengin kaynakları üzerine kurulmuş olmasındandır.

Bundan hareketle sömürgeci ülkenin halkı ile sömürülen ülkelerin halkları hiçbir zaman “kardeş” olmamıştır, olamaz da… Çünkü sömürüyü meşru gören sömürgeci halk, zamanında mazlum halklara yapılan katliamın da ortağıdır. Eğer uygar diye geçinen ülkelerin halkları isteseydi insanları köleleştiren, sefalete sürükleyen, hastalık ve açlıktan öldüren, zincirlere vurdukları sömürge ülke insanlarını bağımlılıktan kurtarabilirdi. İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında oluşan yeni sömürgeciliğe de engel olabilirdi. Kapitalist ve sömürücü toplumlarda halkın bu iradeyi ortaya koyması mümkün değildir.  Geçmişte sömürgeci olan ülkelerin büyük kısmı bugün “emperyalist ülke” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugünün emperyalistleri geçmiş dönemin sömürgeci torunlarıdır.

Lenin, “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinde şunları yazıyor: “Egemen devlet, kendi egemen sınıfını zenginleştirmek ve alt sınıflarına rüşvet kabilinden sus payı vermek için, eyaletleri, sömürgeleri ve bağımlı ülkeleri sömürmektedir. İşçi önderleriyle işçi aristokrasisini satın almayı mümkün kılacak ve proletaryanın üst katmanını alt katmanından sistemli biçimde ayırmaya yarayacak olan böylesi bir rüşvet, hangi biçimde olursa olsun, ekonomik açıdan yüksek tekel kârları gerektirecektir” [7].

“Emperyalizm” olgusu başlı başına ayrıntılı bilgileri gerektiren bir konu olduğu için başka makalelerde ele almaya çalışacağız.

(Devam edecek)


[1] Pierre-Philippe Rey, Sınıf İttifakları (Les alliances de classes, 1973, Maspero, p.11. Kaynak Yves Lacoste, Sınıf Açısından Az Gelişmişlik, Yön Yayınları, 1996 Selçuk Kitabevi, çeviri Sevil Avcıoğlu)

[2] Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Resmi ideolojinin eleştirisine giriş, sf. 117

[3] Ramazan Kurtoğlu, Küresel Ekonomik Kriz ve Yeni Dünya Düzeni (Destek Yayınları, İst. 2020)

[4] Fikret Başkaya, Yazılı Günler, Eylül-Ekim 1992

[5] Pierre Antoine Donnet, Japonya Dünyayı Satın Alıyor, Varlık Yay., sf.38 (Öykü Ilgaz -Japon Mucizesinin İşçilere Dayatması: Çalışarak ya da Yalnızlaşarak Çürümek, marksist.net)

[6] Kızılderili soykırımları, Wikipedia

[7] V.İ Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, (Sol Yayınları, 1. Baskı, 1969 Çev: Cemal Süreya)

 

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)