Kul hatasız olmadığı gibi siyasal yapılar, örgütler, partiler de hatasız olmaz. Bir ülkeyi yönetenlerden beklenen en az hata yapmaları, hatada ısrar etmemeleri, düzeltmek için adım atmalarıdır. Her hatanın bir yaptırımı vardır; hatada, yanlışta ısrar edilirse yaptırım ağırlaşır.
Siyasal iktidarlar ve liderler inat ettikleri hatalarının bedelini, işleyen demokratik sistemlerde iktidarı kaybederek öderler. Ülkelerini, halklarını felakete sürükleme pahasına iktidarda kalmakta direnenlerin bedel ödememek için tek seçeneği diktatoryal bir yapıya yönelmektir. Bir yandan her türlü muhalefet üzerinde baskı uygularken öte yandan din, vatan, millet duygularını “ülkenin bekası”, vb. büyük sözler ve yalanlarla kışkırtarak kitleleri ürkütüp pasifize ederler.
Bugün Türkiye’de yaşadığımız harfi harfine budur. AKP iktidarının ve başındaki Erdoğan’ın, her konuda ama özellikle Suriye-Irak başta olmak üzere bütün Ortadoğu’daki vahim hataları, hem ülkede hem de bölgede kolay onarılamayacak yıkımlara, çatışmalara, savaşa neden oluyor. “Dostum Esad”ın bir anda “Kanlı diktatör Esed” olması ve Suriye’nin içişlerine müdahale ile başlayan süreçte, AKP iktidarının attığı her adım ülkeyi ve bölgeyi bugünkü çıkmaza sürükledi. Bölgede cihatçı yapıların palazlanmasından mezhep temelli çatışmalara, ülkede Kürt illerinin yakılıp yıkılmasından Suriye Kürtlerini savaşın ortasına atmaya, ne bizim ne de dünyanın baş edebildiği dev mülteci sorunundan Kürt sorununun çözümsüzlüğüne kadar, AKP iktidarı -tek başına olmasa da- baş sorumlulardan biridir.
İlk adım ve denklem yanlışsa hata kaçınılmazdır
Bölge hakimiyeti, ümmetin (Sünni Müslüman olarak anlayın) reisi, Müslüman dünyanın hâmisi hayaline / hırsına kapılmış Muktedir ve uyduları, ilk yanlış adımı Suriye’de attılar. Sadece muhalefet, barışçılar, konunun uzmanları değil aklı selim sahibi herkes, her çevre iktidarı vakit geçirmeden uyardı. Hatadan dönmek ne kelime! Kriz derinleştirildikçe derinleştirildi. Bu hatanın şeytan dölü iki yavrusu oldu: Bölgede Selefî-cihatçı yapıların, El Nusra’nın, IŞİD’in güçlenmesi; hem ülkemizde hem de bölgede Kürt sorununun barışçı çözüm yollarının tıkanması.
Bu ilk yanlış adımın tahribatı akılcı ve barışçı siyasetle, farklı ittifaklarla bir ölçüde giderilebilirdi belki, ancak hemen ardından kurulan yanlış denklem, Ortadoğu’daki yangını alevlendirdi, Türkiye’de de Kürt sorununun kördüğüm olmasına, Kürt halkının büyük mağduriyetine ve yürek kopmasına yol açtı. Yanlış denklem: PYD=PKK=terör denklemiydi ki dökülen bunca kana, bunca yıkıma, çekilen bunca acıya rağmen hâlâ tırmandırılarak sürdürülüyor.
O dönemin iç ve dış koşullarında çözüm ve uzlaşma hâlâ mümkündü. Rojava Kürtlerinin ve PYD’nin başkanı Salih Müslim’in, Türkiye bizim mücadelemizi anlamalı, bize ağabeylik yapmalı, diyerek Ankara’nın kapılarını aşındırdığı günlerdi. PKK ile bağlantıları sorulduğunda, Öcalan’ı Kürtlerin lideri olarak önderimiz sayarız ama organik bağımız yoktur, diyordu. Varsa da, bugünkü gibi girift değildi. O günlerde iktidarın vereceği doğru bir karar, sınırlarımızın içinde ve dışında Kürt meselesinin barışçı yollarını açabilirdi. Rojava Kürtleriyle dostane ilişkiler cihatçıların önünü kesebilir, IŞİD’in bu ölçüde güçlenmesini engelleyebilirdi. O günlerde yazdığım bir yazının başlığı: “Bırakalım Sınırlarımızı Kürtler Korusun”du.
PYD’yi IŞİD’le aynı kefeye koymak yanılgıydı. Kuzey Suriye’de kendi toprakları ve kendi halkını korumak için o günlerde savunmada mücadele eden, Suriye’de vatandaşlık hakları bile olmayan Kürt halkının hak ve özgürlüğünü talep eden “yerel ve millî” bir yapı vardı. Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ise kendine ait olmayan yabancı topraklar üzerinde yerel halka, sivillere karşı da en vahşi yöntemleri uygulayan istilacı, terörist cihatçılar ordusuydu. Yine, ağızlara ve zihinlere sakız gibi yapıştırılan “PYD/YPG terör örgütü” sözünün yakıştırma dışında dayanağı yoktu. PYD/YPG’nin, PKK türünden sivil halka yönelik şiddet eylemleri ve Türkiye’yi tehdidi bütünüyle ajitatif ve propagandifti.
AKP iktidarı, çeşitli yanlış hesaplar, Kürt korkusu, bölünme fobisi ile cihatçılara güvenmeyi, onlarla açık-örtük ittifakı yeğledi. ( PKK’nin Güneydoğu’da halk savaşı çıkarma yanılgısının, Kürt siyasal hareketinin Rojava’daki gelişmeleri Ortadoğu ve Türkiye bağlamında değerlendirememesinin, “hendek savaşları”nın Kürt halkına ödeteceği bedeli hesaplamamanın iktidarın vahim hatalarını beslediğini de söylemeden geçmeyeyim.)
Özetle: başta yanlış kurulan denklem; dönüşü olmayan facialara, onarılması çok güç yarılmalara, Kürtlerdeki yürek soğumasına, iktidara, dolayısıyla Türklere güvensizliğe yol açtı. Süreç içinde de Türkiye’nin düşmanca tutumu ve tehditleriyle karşı karşıya olan Rojava Kürtleri -özellikle askerî alanda- PKK ile daha yoğun bağlara itildiler. Sonraki yıllarda bölgedeki gelişmeler sorunu daha da karmaşık hale getirdi.
Ülkemiz hangi saldırı tehdidiyle karşı karşıya?
Bu hatalar temelinde, OHAL ve tek adam rejimi altında geçen son on dört ayın ükemizi getirdiği nokta: sadece Ortadoğu, sadece Kürt meselesi, sadece Batı ile ilişkilerde değil, ekonomiden eğitime, sağlıktan çevreye, insan malzemesinden toplumsal etiğe kadar topyekûn bir çözülme ve çürümedir. Varılan noktada iktidarın yanlışları, hataları adım adım suça dönüşmektedir. Saldırganlık ve savaş, bırakın hayata geçirilmesini, bugünkü söylem ve tehdit düzeyinde bile suçtur. Başka ülkelerin halklarına, Kürtlere ve biz Türkiyelilere karşı işlenmiş suçtur. Ödemeleri gereken bedel, bizlere ödetilmeye çalışılmaktadır
Bugün kendinize ve sokaktaki insana: “İktidar ülkenin beka sorunundan, kurtuluş savaşından söz ediyor, saldırı karşısında varlığımızı korumamız için bizlerden canımızla malınızla fedakârlık isteniyor. Peki ülkemiz hangi tehdit altında?” sorusunu yöneltseniz alacağınız cevap ya acı bir gülümseme ya da iktidar ağızlarının ezberini tekrarlamaktan ibaret olacaktır. Somut bir tehdit dile getirilemeyecektir, çünkü yanlış ve yalancı ezberler dışında böyle bir tehdit yoktur. Tehdit eden, Bir gece ansızın gelebilirim, diyen, Irak sınırında manevra yapan, ordusunu tayakkuzda tutan, yabancı bir güç değil iktidarın bizzat kendisidir. Varlığımıza, birlik-bütünlüğümüze, güvenliğimize, huzurumuza ve ekmeğimize yönelik tek gerçek tehdit, bugünkü iktidar ve uydularıdır.
Bardağın taştığı noktaya doğru gidiyoruz
Kimi umutların belirdiği ve Reis sonuçları beğenmediği için geçersiz sayılan 7 Haziran seçimlerinden bu yana, AKP iktidarının yedeğine MHP’de temsil edilen Türkçü faşist çevreleri alarak ülkede bilinçli ve programlı şekilde estirdiği, Türk milliyetçiliğini, ulusalcılığı köpürten şoven milliyetçi hava; şehitlik yüceltmesi, hatta özendirmesi, terörist ve vatan hainliği suçlaması /korkutmacası ile, hele de 15 Temmuz’dan sonra öyle bir noktaya taşındı ki kitleler ve hepimiz, kafalarımıza inen balyoz darbeleriyle sersemledik. Bunca insanımız, askerimiz bizim olmayan savaşlarda, komşu ülkelerin topraklarında savaşırken, şehit olurken, Kürt halkının canı, yurdu, onuru yıkılırken, çocuklarımızın eğitimi, geleceği, ruh sağlığı, tek adamın iki dudağının arasındayken, zam zam üstüne yığılıp, ekmeğimiz gasp edilip, bu zamların savaşmak için, yani ölmek, öldürmek, başka halkların topraklarına tecavüz için zorunlu olduğu utanmadan arlanmadan açıklanırken, bu halk hâlâ suskun kalıyorsa, iktidardakiler umutlanmamalı. Baskıyı korkuyu artırarak paçayı kurtaracaklarını sanmamalı.
Her şeyin bir doyum noktası vardır. Kendileri de farkında; her attıkları yanlış adımda Türkiye o noktaya doğru hızla yaklaşıyor. Belki tam farkında olamadıkları: Yanlışların ve hataların artık suç sınırına dayandığı. Halkın bu suçun hesabını er geç demokratik yöntemlerle sandıklarda, mitinglerde soracağı…
Kayanak: T24
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024