6-7 Eylül Olaylarından 1964 Rum Sürgününe

GİRİŞ

Bu çalışma, 1964 yılında vuku bulan Rum sürgününü öncesi ve sonrasıyla anlamak ve günümüze kadar etkilerini sürdüren bu hadisenin Türk kamuoyuna ve Türk medyasına yansımalarını incelemek amacıyla kaleme alınmıştır. Çalışmada 1964 Sürgününe ve etkilerine odaklanılmıştır. Akşam, Milliyet ve Cumhuriyet gibi dönemin önde gelen gazetelerinin kamuoyuna sunduğu haberler incelenmiş ve olay örgüsünün içinde okuyucuya sunulmuştur. İmroz örneğinin günümüz Türkiye’sinde Rum kimliğinin algılanmasına önemli etkilerinin bulunduğu öngörülmektedir. Çalışmadaki temel hedef bu algının izlerini İmroz’da, İstanbul’da ve çoğunlukla Rumların yaşadığı yerlerde aramak ve olayların oluşumuna medya etkisini incelemektir.

Lozan Antlaşması Sonrası Türkiye Rumları ve İmroz Örneği

Bilindiği gibi Lozan Antlaşması Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan zafer sonrası 24 Temmuz 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri tarafından İsviçre’nin Lozan kentinde imzalanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşmalarından biri olan Lozan Antlaşması’nda Türk-Yunan sınırı, Irak sınırı, İran sınırı, kapitülasyonlar, boğazlar, yabancı okulları gibi konuların yanında adalar ve azınlıklar konularında da çeşitli kararlar alınmıştır.  Bu nedenle Lozan Antlaşması İmroz Rumlarının kaderini belirleyen antlaşma olarak tarihe geçmiştir. Lozan Antlaşması’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylanmasından sonra Yunan birlikleri adayı tamamen boşalttılar ve idarenin Türkiye’ye geçmesini sağladılar.[1]

Lozan Antlaşması’nda İmroz ve Bozcaada Rumları tıpkı İstanbul Rumları gibi antlaşmanın dışında tutulmuşlardı bu duruma yarı özerklik demek yanlış bir tabir olmayacaktır. Adanın Türk hâkimiyetine geçmesinin ardından burada bulunan Rumların bir kısmı Yunanistan’a kendi isteğiyle göç etmişti. Kalan Rumlar ise adada özel bir statüye sahip olacak , dinlerine ve dillerine müdahale edilmeyecekti.

Ada halkı genel olarak tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktaydı. Ulaşımın diğer bölgelere nispeten zor olduğu adada halk kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek her türlü faaliyetle ilgilenmekteydi. Bunun dışında cumhuriyetin ilk yıllarında bölgedeki etnik yapıyla ilgili ufak tefek sorunlar dışında bir çatışma ya da büyük çaplı bir anlaşmazlık yaşanmadı. Genel itibariyle Türk ve Rumlardan oluşan ada halkı sakin bir yaşam sürmeye alışmışlardı. Bu durumu Mesut Çapa “Lozan Antlaşması’ndan Sonra (1923-1928) İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada’da Türk Egemenliğinin Yeniden Kurulması: Adalar Hakkında Bir Rapor” adlı makalesinde şöyle anlatmaktadır: “Tarlasında bir amele kılığında olan her köylü evine avdet eder etmez (döner-dönmez) bir şehirli zihniyet ve zevkiyle yaşamayı gayet güzel öğrenmiştir. Bu itibarla İmroz’da gündüzleri köy ve geceleri şehir hayatı vardır. Halk umumiyetle intizam ve sükûnperverdir. Sarhoşluk pek az, kumar yok, fuhuş gizli ve azdır. Hırsızlık yok denecek nispette ehemmiyetsizdir. Şekavet yoktur. Terbiye-i iktisadiye mertebe-i ikmaldedir.”

Özetleyecek olursak Lozan Antlaşması’ndan sonra İmroz’un Yunan hâkimiyetinden Türk hâkimiyetine geçmesi ilk yıllarda görünürde ada yaşamında çok fazla bir değişikliğe sebep olmamıştır. Tarımla ve hayvancılıkla uğraşan ada halkı geçimini sürdürmeye devam etmektedir. Ayrıca adada kayda değer etnik ve siyasi bir problem göze çarpmamaktadır.

Fakat yıllar geçtikçe özellikle Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan “Kıbrıs Meselesi” derinleştikçe Türkiye Rumlarının yoğun olarak yaşadığı İstanbul, Bozcaada ve İmroz’da da bir takım sorunlar meydana gelmeye başlamıştır. Bu noktada özellikle 6-7 Eylül Olayları ve 1964 Sürgünü arasında geçen döneme dikkat çekmek gerekir.

 Kıbrıs Meselesi ve Türkiye’deki Rum Algısının Değişmesi

İlk defa 21 Kasım 1949 tarihinde Kıbrıs için Birleşmiş Milletlere müracaat eden Yunanlar: “Yunanistan’la birleşmek için self-determinasyon hakkının halkımıza tanınmasını istiyoruz” diyerek adanın Yunanistan’a ilhakını talep etmiştir.[2] Hemen ardından sonucu önceden belli bir plebisit düzenlenmiş ve adanın Yunanistan’a bağlanması kararı çıkarılmıştır.

Elbette bu olaylar Türkiye’de de karşılık bulmuş ve Türk hükumeti adayla ilgili çalışmalarını hızlandırmıştır. Fakat bu dönemde Türkiye’deki Rumların Kıbrıs meselesinde Yunanistan’ı desteklediği algısı oluşmuş ve Türkiye’de Rum karşıtlığı hızla tırmanmıştır.

Kıbrıs’ta ise olaylar hızla karışmaya devam etmektedir. Konunun Birleşmiş Milletler’e taşınması gündeme gelmiş fakat neticede 17 Aralık 1954’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 8 çekimser oya karşılık 50 oyla Kıbrıs meselesinin şimdilik görüşülmemesi kararına varmıştır.[3] 1 Nisan 1955 tarihinde EOKA terör örgütünün de terör olaylarına başlaması olayların üzerine adeta tuz biber olmuştur. Artık Türkiye’de de çeşitli protestolar düzenleniyor Türk medyasında Kıbrıs ateşinin etkisiyle olumsuz bir Rum algısı yaratılıyordu.

Neticede 1955 yılı hem Kıbrıs’taki Türkler ve EOKA’yı desteklemeyen Rumlar için hem de Türkiye Rumları için kâbus gibi bir yıl olacaktır. Bu tarihten sonra Kıbrıs’taki Türkler ile Türkiye’deki Rumların kaderleri birbirine bağlanmıştır.

“Adanın dört bir yanında terör estirmeye başlayan EOKA ayrıca Temmuz 1955 tarihinden itibaren ilk defa olarak özellikle Türklerin yaşadığı bölgelerde Türkçe bildiriler dağıtmak suretiyle beyin yıkama ve propaganda faaliyetlerine girişir.”[4] Kıbrıs’ta durum böyleyken Türkiye’de de işler çığırından çıkmak üzeredir. İngiltere’de 29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Kıbrıs Meselesini görüşmek üzere toplanma kararı aldığında Kıbrıs’ta, Türkiye’de ve Yunanistan’da gergin bekleyiş sürüyordu. Bu üç ülke arasında özellikle Türkiye’de “toplumsal tepki kendisini göstermekte gecikmemiş ve bunun sonunda önce Başbakan Adnan Menderes’in açıklaması, ardından çeşitli sivil toplum örgütleri ve başta Hürriyet gazetesi ve Sedat Simavi olmak üzere bazı gazete ve gazetecilerin Kıbrıs eksenli haber ve yorumları ülkede insanların Kıbrıs davasını daha yakından ve kaygıyla izlemesine neden olmuştur.”[5]

6-7 Eylül Olayları ve Türk Medyasına Yansımaları

Türkiye Rumları için elim olayların kapısını ardına kadar aralayan “6-7 Eylül 1955 Olayları” öncesinde ise Türk medyası İngiltere’den Kıbrıs ile ilgili gelen haberleri yakından takip etmekteydi. 5 Eylül 1955 Pazartesi günü Akşam Gazetesi manşetinde şu satırlara yer vermiştir:

“Hafta sonu münasebetiyle Kıbrıs konferansına dâhil bulunan temsilciler arasında gayrı resmi görüşmeler olmuştur. Konferans yarın çalışmalarına devam edecektir. Diğer taraftan bugünkü Katimerini (Rum) Gazetesi ise, konferansın can çekiştiğini yazmakta ve Kıbrıs davasının Birleşmiş Milletlerde savunulması için Yunan heyeti Londra’yı terk etmeye davet etmektedir. Konferansın Perşembe günü sona ereceği katileşmektedir. Üç devlet temsilcileri Salı, Çarşamba ve Perşembe üç toplantı daha aktedeceklerdir. Şimdiye kadar askeri delegeler arasında bire bir temas yapılmamıştır.”[6]

Özellikle 1955 yılından itibaren Kıbrıs meselesinin de alevlenmesiyle 1964 yılına kadar olaylarla ilgili Türk medyasının tutumunun giderek sertleştiğini göreceğiz. Bu noktada Türk halkına sunulan haberlerdeki üslubun ve haberlerin doğruluğunun (ya da yanlışlığının) olayların gidişatına doğrudan etki edebileceğini mukayese yoluyla gözlemlemiş oluyoruz.

6 Eylül 1955 tarihinde Londra Konferansı devam ederken Türk medyasına düşen bir haber kısa sürede ülke çapında infial yarattı. İstanbul Ekspres Gazetesi tarafından akşam baskısında yer verilen haberde Atatürk’ün Selanik’teki evinin bir Yunan vatandaşı tarafından bombalandığı ve evin zarar gördüğünden bahsediliyordu. O dönemde tirajı 20 bin civarında olan gazete 6 Eylül’de gazetenin çok satılacağını öngörmüş olacak ki 290 bin bastı. Haberin etkisi kısa sürede geniş kitlelere yayıldı ve özellikle İstanbul ve İzmir’de Rumların ve gayrimüslimlerin yoğun yaşadığı mahallelere saldırılar gerçekleşti. Aslında İstanbul Ekspres’in Atatürk’ün evinin bombalandığını paylaştığı haberi bardağı taşıran son noktaydı. Zaten o güne kadar Türk medyasında Rum düşmanlığını körükleyebilecek birçok haber Türk halkının dikkatine sunulmuştu. Aynı günün sabahında bazı ulusal ve yerel gazetelerde çıkan haber başlıklarını incelemek olayları daha sağlıklı anlayabilmemize yardımcı olmaktadır. “6 Eylül tarihli bazı İzmir gazetelerinde başlıklar şöyleydi. Yeni Sabah Postası, “Bu hayasız şımarık artık durdurulmalı”, Gece Postası, “Palikaryaların bayrağı artık konak meydanında dalgalanamaz” İstanbul gazetelerinde ise Hürriyet, “Kıbrıs Türktür levhası asıldı”, “Şehirde nahoş hadiseler bayrağa, büyüklere dil uzatan rum az daha linç edilecekti”, Akşam Gazetesinde, “Londra Konferansı çıkmaza giriyor””[7]

Bu noktadan hareketle olayların seyri ile gazete manşetlerinin örtüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle hassas bir dönemde medya tarafından orantısızca körüklenen öfke, telafisi çok zor bir takım olayları da beraberinde getirmiştir.

7 Eylül 1955 günü yine Akşam Gazetesi manşetinden olağanüstü halin kaldırıldığını şu sözlerle paylaşmaktaydı: “Fevkalade hal kaldırıldı. Hükumet yetkililerin vaziyete hâkim olmaları üzerine fevkalade halin devamına lüzum olmadığı anlaşıldı. Vatandaşların maruz kaldıkları zararlar telafi ve tazmin edilecek”[8] Haberin devamında ise olayların nasıl başladığına ve öznel anlamda sebeplerine yer verilmekteydi.

Neticede Kıbrıs’ta Türklere karşı düzenlenen terör faaliyetleri, Kıbrıs meselesinin çıkmaza girmesi, DP hükumetinin olaylara yaklaşımı ve Türk medyasının üslubunun sonucunda 6-7 Eylül Olayları patlak vermiş ve çok ağır bir bilanço ortaya çıkmıştır. Konuyla ilgili “Nevzat Karagil’in yaptığı bir araştırmaya göre, iki gün süren olaylarda 3 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır ve 3884’ü Rumlara ait olmak üzere, 8538 taşınmaz mal harap ve yağma edilerek yakılıp yıkıldı.”[9] Fakat bu konuda da Türk ve Yunan medyası ihtilafa düşmüş ve paylaşılan sayılarda farklılıklar görülmüştür. Asıl önemli olan nokta ise 6-7 Eylül Olaylarında yapılan çok yönlü ihmallerin günümüze kadar Türkiye’nin başına çorap örmeye devam ettiği gerçeğidir.

Birincisi olayların sonucunda zaten kötüye gitmekte olan Yunanistan-Türkiye ilişkileri tamamen çıkmaza girmiştir. Ayrıca Yunanistan konuyu Birleşmiş Milletler’de Türkiye aleyhine propaganda amaçlı kullanmayı ihmal etmemiş ve Türkiye’nin dünya kamuoyu nezdinde imajı zarar görmüştür. En önemlisi ise Türkiye’deki azınlıkların yaşam ve mülk edinme hakkına kastedilmiş olmasıdır. Bunda Türkiye’deki Rum algısının tepetaklak olması ve Kıbrıs’ta terör faaliyetleri düzenleyen Rumlar ile Türkiye’de İstanbul, İzmir, İmroz ve diğer yerlerde yaşayan Rumların karıştırılması etkili olmuştur.

1964 Rum Sürgünü, İmroz Örneği ve Türk Medyasına Yansımaları

6-7 Eylül Olayları öncesinde oluşturulan Rum algısının 1964 yılı İmroz Sürgünü öncesinde de etkisini korumaktaydı. Asıl ilginç olan nokta ise 1955 Olayları öncesi ortaya atılan “Atatürk’ün evi bombalandı.” haberi 1964 yılında Hürriyet Gazetesi vasıtasıyla “Yunanlılar Atatürk’ün Selanik’teki evini yıkacak” suretinde tezahür etmesidir.

1955 olaylarında İmroz Rumlarına nazaran İstanbul Rumları çok daha büyük zararlar görmüş ve bir kısmı göç etmek zorunda kalmıştır. Fakat 1964 Sürgününden İmroz Rumları da en az İstanbul Rumları kadar zarar görmüştür. Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise Kıbrıs Meselesinin aradan yaklaşık 10 yıl geçmesine rağmen çözülememiş hatta daha da tırmanmış olduğu gerçeğidir. Tıpkı 6/7 Eylül olaylarında olduğu gibi Kıbrıs’ta EOKA’nın terör faaliyetleri (1963 yılında Kıbrıs’taki Türklerin katliama uğraması) iki ülkenin ırkçı yaklaşımı ve arada kalan Kıbrıs Türkleri ve Türkiye Rumlarının çektiği sıkıntılar devam etmekteydi. İmroz’da Rum olmak ise gittikçe zorlaşmaktaydı. Özellikle 1964’te Rum okullarının kapatılması, İmroz Rumlarının geleceğe dair umutlarını da yok etmişti. Ayrıca bu dönemde Rumların çeşitli taşınmaz mallarına da el konulmuş ve istimlak yasası uygulanmıştır.[10]

İmroz’da yıllar içinde bir korku psikolojisi hâkim olmaya başlamıştı.[11] Bunda medyanın ırkçılığa varan propagandasının etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin 29 Ağustos 1964 tarihli Hürriyet Gazetesi: “Ankara’da gençler, Yunan Büyükelçiliğini taşa tuttu.” şeklinde bir haber paylaşıyor ve bu ufak çaplı şiddet olayını kınayıcı bir üslup dahi kullanmıyordu. Yine aynı şekilde 16 Nisan 1964 tarihli Milliyet Gazetesi’nin iç sayfalarında: “Türklüğü benimsemeyen Rumlara karşı alış-veriş boykotu başladı” deniyor ve adeta bu durumu destekleyen bir üslupla haberin açıklaması yapılıyordu. Haberler bununla da sınırlı kalmıyordu. Adeta medya eliyle bir baskı kampanyası başlatılıyor ve kamuoyu yönlendirilmeye çalışılıyordu. Yine Hürriyet 14 Nisan 1964 tarihli gazete haberinde: “Gençler, halkın Rum’lardan alış-veriş yapmamasını talep ediyor.”[12] deniyordu. Örneğin bu haberde Rumlardan alışveriş yapılmamasını talep eden gençler kimdi? Bu genelleme toplumun genel kanısını ne derece doğru yansıtıyordu? Böyle bir durum gerçek olsa dahi haber haline getirilmekteki asıl amaç neydi? Soruları akla geliyordu.

1964 Sürgününe doğru medyada sürgünün yapılacağına dair haberler çıkmaya başlamıştı. İmtiyazlar bir bir kaldırılıyor ve bazı Rumların mallarına devlet tarafından el koyuluyordu. Durum ciddileştikçe bazı Yunan vatandaşı olup Türkiye’de yaşayan Rumlar ve Türkiye pasaportuna sahip olanlar göç hazırlıklarına başladı. Bu dönemde Rumların mal varlıklarını koruma çabaları da gazete manşetlerine yansıyordu: “Yunanlıların mallarına el konuldu. Mali polisle müfettişler işbirliği yaptı. Yurtdışına çıkarılan iş sahibi Yunanlıların hileli yollarla servet ve alacaklarını başkalarına devrettikleri tespit edildi.”[13],“Sınır dışı edilenler Makarios’a kızdılar. Vapurla sınır dışı edilen 25 Rumun lokum kutuları, bir ihbar üzerine tek tek arandı.”[14], “Hudut dışı edilen Rumlar perişan halde.”[15], “Hudut dışı edilen Rumlar konuşuyor: Öz vatanımız Türkiye’dir.”[16]

Haber başlıklarında görüldüğü gibi yine bir Kıbrıs krizi ile tetiklenen Rum karşıtlığı tepenin üstünden aşağıya yuvarlanan bir kar topu gibi giderek büyüyor ve kontrol edilemez bir hal alıyordu. Kıbrıs’ta Türklerin üzerinden oynanan oyunlar ,EOKA’nın hain saldırıları ve her iki tarafın propaganda çabaları[17] katlanarak büyüyor ve olayları içinden çıkılamaz bir hale getiriyordu.

Bu arada 1964 yılının hemen hemen tamamında TBMM’nin gündeminde de Kıbrıs meselesi ve Türkiye’deki Rumlar vardı. “14 Şubat 1964’te Manisa Milletvekili Hürrem Kubat, meclise şöyle bir soru önergesi sundu: Türkiye’de oturan ve çalışan Yunan uyruklu kişilerin miktarı ne? Bunlardan ne kadarı gelir vergisi vermektedir? Yunan uyrukluların ödedikleri gelir vergisi nedir? Beher Yunan uyruklunun ödediği gelir vergisi nedir? Gelir vergisi ödemeyenler için bu güne kadar bir işlem yapıldı mı? Hükumet, Yunan uyrukluların iktisadi ve sosyal çalışmalarını yakından izliyor mu? Yunan uyrukluların ikamet tezkereleri elden geçirilecek ve gerekli tedbirler alınacak mıdır?”[18] Görüldüğü üzere Kıbrıs’ta yaşananlar doğrudan Türkiye Rumlarına mal ediliyor ve mecliste sıkı tedbirler alınması gündeme geliyordu.

Biraz geriye dönecek olursak. Makarios’un Kıbrıs’taki faaliyetleri ve 4 Mart 1964’te BM tarafından adanın tek iktidarı olarak kabul edilmesinin Türkiye’de geniş yankı uyandırdığını ve zaten öfkeli olan kitlelerin daha da öfkeye kapıldığını rahatlıkla görebiliriz. Bu noktada özellikle belirtilmesi gereken bir diğer husus ise 15 Mart 1931 tarihinde resmi gazetede yayımlanan, Türkiye ve Yunanistan arasında akdedilmiş İkamet Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’nın, 1964’te Türkiye tarafından iptal edilmesidir. “Bu karar, Yunan uyrukluların Türkiye’deki varlıklarının sona erdiğinin bir işaretiydi ve cumhuriyet dönemindeki en büyük dış göç dalgalarından birine yol açacaktı.”[19]

Tüm bu olayların neticesinde yalnızca 1955-1975 yılları arasında 20 yılda Türkiye’deki Rum nüfusunun 20 kat azaldığını söylemek çarpıcı bir örnek olacaktır fakat yeterli olmayacaktır.[20] Burada asıl önemli olan sürgün kararının 12.000 kişiyi kapsamasına rağmen, sürgün edilenlerin ailelerinin de, hakkında sürgün kararı çıkarılmamış Rumların da kendilerini Türkiye’yi terk etmek zorunda hissetmesidir.[21]

İmroz örneği bir yerleşim yerinin tamamen karalama kampanyasına maruz bırakılmış olmasından dolayı önem arz etmektedir. Ayrıca İmroz’u diğer tüm olayların dışında bırakan temel etken sükûnet içinde yaşayan bir ada olmasıdır. Kuzey Ege’de, Çanakkale Boğazı’nın girişinde bulunan bu şirin adanın; yüzlerce kilometre ötede, Akdeniz’in ortasındaki başka bir adada yaşanan hadiseler sonucu böylesine etki altında kalması ilgi çekici olmuştur. 6-7 Eylül olayları ile alevlenen İstanbul ve İzmir nihayetinde kıvılcımını İmroz’a da sıçratmıştır. Kıbrıs meselesinin tırmanmasıyla Türkiye’de yeniden şekillenen Rum algısında medyanın payı da yadsınamaz bir gerçektir. Bu dönemde kamuoyuna sunulan haberlerden İmroz da nasibini almıştır. Bir gazetede İmroz’dan: “Türk’tür burası ama Türk kokmaz, ezan sesleri yerine çan sesleri duyarsınız, sanki Türkiye’den ayrı meçhul bir diyardır[22] şeklinde bahsedilmesi sürecin nerelere kadar geldiğini apaçık ortaya koymaktadır.

1963-64 Eğitim ve Öğretim yılının bitmesinin ardından valilikten kaymakamlığa gelen yazıda, 1151 sayılı kanunun 14. Maddesine göre Rum okullarının sahip olduğu statünün sona erdiği bildirilmesi yani mealen Rum okullarının kapatılması da İmroz’daki Rumların adayı terk etmesinde bir etken olmuştur.

Bu dönemde İmroz’da vuku bulan son çarpıcı örnek ise 1965’te adaya bir açık cezaevi kondurulması oldu. Cezaevinin de faaliyete geçmesiyle kalan Rumların da birçoğu korku psikolojisiyle adayı terk etti.

SONUÇ

Lozan Antlaşması’yla akdedilen ve korunması gereken azınlık hakları tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi Türkiye’de de birçok kez sekteye uğramıştır. Bunlardan en önemlisi ise Kıbrıs meselesinin alevlenmesinin ardından Türkiye’de yeniden şekillenen Rum algısı olmuştur. Özellikle 1955-1965 arası dönemde Türkiye’deki Rumlar, Kıbrıs’taki Rumlarla karıştırılmış ve Kıbrıs’taki Rumların yaptığı yanlışların bedelleri doğrudan ya da dolaylı olarak Türkiye’deki Rumlara ödetilmiştir. Bu süreçte Yunanistan’da Yunan medyasının, Türkiye’de ise Türk medyasının payı büyük olmuştur. Irkçılığa vardırılan söylemler, şiddeti ve nümayişi destekleyen manşetlerle her iki halk galeyana getirilmek istenmiş ve başarılmıştır. Tüm bu olayların asıl bedelini ise Türkiye ve Türk halkı ödemiştir. Türk toplumunun koruması gereken birlik ve hoşgörü ortamı yerini baskı ve şiddet olaylarına bırakmış üstelik Batı Trakya’da yaşayan Türklerin haklarını savunmak için Türkiye’nin elinde bulunan bir koz olan Türkiye Rumları da yuvadan uçup gitmiştir. Yunanistan ise Türkiye’de ısrarla yapılan bu hataları uluslararası her platformda öne sürmüş ve Türkiye’nin dünya kamuoyundaki imajını zedelemek istemiştir.

İmroz Rumları ise İstanbul ve İzmir Rumlarıyla aynı kaderi paylaşmıştır. Bir kısmının evleri ve eşyaları yağmalanmış bir kısmı sürgün edilmiş bir kısmı ise kendi isteğiyle ana yurdu bildikleri toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Aynı şekilde İmroz Rumları medyadan da nasibini almıştır. Ağız birliği yapmışçasına uygulanan karalama kampanyası sonuç vermiş ve nihayetinde herkesin kaybettiği bir takım olaylar yaşanmıştır.

1960 yılına kadar 5487 Rum’un yaşadığı İmroz’da bugün yalnızca 150 kadar Rum yaşamakta. Artık Atina ve çevresinde yaşayan İmroz Rumları ise kuşaktan kuşağa aktardıkları tecrübelerle ada kültürünü Yunanistan’da yaşatmaya devam ediyor.


KAYNAKÇA