Yılmaz Güney’i unutmak olmaz Şaban İba

 

9 Eylül 1984’te Paris’te ölen Yılmaz Güney’in 33. ölüm yıldönümü. Yılmaz Güney’le 1972’de Selimiye Askeri Cezaevi’nde, 1975’de Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde olmak üzere iki kez hapis yattım. Onu, bir devrimci olarak tanımaya ve anlamaya çalıştığım, o içerideyken de dostluğumu sürdürdüğüm Yılmaz’ı, yeniden hatırlamak ve hatırlatmak istiyorum.

Günlük yaşamı, disiplini, okuma, öğrenme ve kendini geliştirme tutkusu, fedakarlığı; mütevazi, coşkulu ve öfkeli kişiliği ile Yılmaz militan devrimciydi. Politik, sanatsal ve edebi yanlarından herhangi birini öne çıkarmayan ve hepsini aynı anda gerçekleştirmeye çalışan tutkulu bir kişiliği vardı. Adeta “Tutku olmadan büyük işler başarılamaz” diyen Hegel’in tezini ispat eder gibiydi. Dergi çıkardı, siyaset yaptı, öykü, roman ve senaryo yazdı. Sinemada yönetmenlik ve oyuculuğu aynı anda yaptı. Atıf Yılmaz’ın yönettiği ilk filminde hem senarist, hem asistan ve hem oyuncu olmuştu.

Oyuncu, senarist ve yönetmenliği bir arada yapan dünya ve Türkiye ölçeğinde az sayıdaki devrimci ve demokrat sinemacılardan biriydi. Türkiye’de toplumsal ve siyasal sinemayı yaratan ilk kişi olmasa bile, onu geliştiren ve sistemleştiren kişiydi. Daha da önemlisi o halkla bütünleşmiş bir sanatçıydı. Halk onu, politik yanıyla, özel hayatıyla ve sinemasıyla bir bütün olarak sevdi. Sinemadaki bütün rollerinde, sürekli ezilen, sonra da patlayan ve mutlaka öcünü alan bir tipi canlandırdı. Bu roller ezilen sınıfları çok etkiliyor ve onları tatmin ediyordu. Bu nedenle işçiler, emekçiler ve proletaryanın aşağı kesimleri tarafından bir mit haline getirilmişti.

Yılmaz, yoksul bir Kürt ailesinden geliyordu ve ezilmişliğin, yoksulluğun, aşağılanmışlığın ne olduğunu biliyordu. Onun sinemacılığını besleyen yerel ve etnik kültürüydü. Yaşadığı bölgenin, ailesinin, çevresinin, çocukluğundan beri var olan okuma ve yazma tutkusunun oluşturduğu bir birikimle önce sinemada atılımlar yapmış, fakat bununla yetinmeyerek siyasal ve edebi çalışmalara girişmişti. Tek başına neler yapılabileceğini gösteren, ama örgütlenmeden kaçmayan, daima öğrenmeye ve çoğalmaya çalışan bir devrimciydi. Bu bakımdan Rusya’daki 1880’lerin bireysel devrimcilerine benziyordu. Yaşamı ve devrimci mücadelesi, bugün onu eleştirenlerin özel yaşamlarından daha düzgün, daha tutarlı, daha değerli ve daha insancıldı.

Sosyalizmi benimsemişti ve kendisini bir Marksist olarak görüyordu. Öykü ve romanlarının dışında, teorik ve politik yazılar da yazıyordu. Çıkardığı dergi kanalıyla hem bir siyasal grup kurmaya ve hem de devrimci sanatın teorik ve siyasal argümanlarını oluşturmaya çalışıyordu. Siyasal ve toplumsal mücadele pratiğinden geri kalmıyordu. 12 Mart 1971 döneminde aydınların ve sanatçıların büyük bir çoğunluğu siyasetten uzak dururken, önemli bir kesimi müdahaleyi alkışlarken, bir kesimi yurt dışına kaçarken Yılmaz; İstanbul’da 100 bin askerle bütün evler aranırken THKP-C önderlerini evinde saklamış, yani bilinçli bir şekilde “yardım ve yataklık” yaptı ve bu yüzden hapis yattı.

Yılmazların adı ve devrimci onuru hiçbir şekilde lekelenemez ve devrimci mücadele tarihinden silinip atılamaz. Onlar yaşayacak, gelecek kuşaklar onu devrimci bir sanatçı olarak anacak, izleyecek ve kuşkusuz yeni Yılmazlar doğacaktır. Ama devrimin, sosyalizmin, kültürün ve sanatın düşmanlarını hiç kimse hatırlamayacak ve belki de onları çocukları bile anmayacak! Onlar, ölümüzden de dirimizden de korkmaya devam edecekler ve halk düşmanları olarak tarihin çöp tenekesinde yerlerini alacaklar!

Şaban İBA
Latest posts by Şaban İBA (see all)