“Yalçın Küçük sessizliğini bozdu: AKP bitmiştir…Türkiye artık bilinemez bir ülkedir” başlıklı röportajı ile yine kendinden söz ettirmeyi başardı. Küçük’ün B. Sadık Albayrak’ın sorularına verdiği yanıtlardan oluşan bir röportaj 8 Mart 2019’da Tele 1’de ve Odatv’de yayınlanmıştı.
Küçük’ün burada Türkiye’deki siyasal iktidarın yapısına ve AKP ile Tayyip Erdoğan’ın konumlarına ilişkin sorulara verdiği yanıtlar, onun bu konuya hayli yüzeysel ve hatta yer yer cahilane bir biçimde yaklaştığını gösteriyor. Siyasal yaşamı zikzaklarla geçmiş ve son yıllarında daha da geri bir noktaya savrulmuş olan Küçük’ün görüşlerinin gelinen aşamada pek bir önem taşımadığını söylenebilir belki. Ancak, onun ve B. Sadık Albayrak’ın ele aldıkları can alıcı konuların önemsiz olduğu asla söylenemez.
Küçük’ün; AKP iktidarının bitiş sürecinde olduğu ve sahip olduğu mevzileri ciddi bir çatışma olmaksızın bırakmayacağı yolundaki yorumları doğru. Ancak onun şu saptamalarının çoğu bilimsellikten uzak:
“… akepe dar bir örgüt ve duruma hakimdir. Şunu çok açık olarak görelim; akepe’nin bir parti olduğunu söyleyemeyiz. Bir şekilde duruma hakim bir heyettir. Heyet de değildir; kimlere dayanıyor onları da bilemiyoruz. Bir üfürsek akepe kalır mı, ondan emin değiliz. Akepe’nin bir gücü yok, bir dayanağı yok, akepe’nin bir partisi yok…
“Türkiye niye bu kadar teslim oldu? Türkiye niye böyle oldu? Nasıl oldu?… Kim bunlara uydu? Rejim nasıl bu kadar kolay değişti? Niye bu kadar uyuduk? Hepimiz uyuduk. Akepe diye yok olan bir şey, şu anda da beceriksiz olan bir şey, 16, 17 yıl iktidarda kaldı. Hiçbir şey yok ortada. Üç kişi. Tayyip Erdoğan bilmem ne bilmen ne, başka bir şey yok. Tayyip Erdoğan gibi bilgisiz bir insan, son derece bilgisiz bir insan nasıl hakim oldu.”
Küçük’ün, “Türkiye niye bu kadar teslim oldu? Türkiye niye böyle oldu? Nasıl oldu?… ” sorusu önemli ve devrimci ve demokratik muhalefet tarafından yanıtlanması gereken bir soru. Ama Küçük’ün bu röportajda, gerek kendisinin ve gerekse Albayrak’ın gündeme getirdiği sorulara doğru dürüst bir yanıt vermediğini ya da herhangi bir bilimsel temelden yoksun yanıtlar verdiğini görüyoruz. Türkiye onyıllardır, devletin stratejik doğrultusu ve kararlarının ve “kırmızı çizgileri”nin esas kaynağı olan askeri kliğin belirlediği ve bu kliğin vesayeti altında olan bir ülkeydi. Ama hepsi bu kadar değildi. Çünkü Türkiye; parlamenter burjuva partilerinin ve burjuva hükümetlerinin nisbi gücünün yanısıra işçi sınıfının, gençliğin ve diğer halk katmanlarının 1960’lardan bu yana sürdürdüğü ekonomik ve siyasal savaşımlar sonucu belirli demokratik hakların kazanıldığı ve yaşama geçirildiği bir ülkeydi de. AKP’nin 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanıp tek başına hükümet olması bu gerçekliği hemen değiştirmedi. Hatta AKP hükümeti bir yandan askeri kliğin giriştiği acemice ve yüzüne gözüne bulaştırdığı gerici darbe hazırlıklarını bahane ederek generallerin vesayetini zayıflatan adımlar da attı. Bu durum kabaca 2010-2011’e kadar sürdü. Bu tarihten sonra ise “yüzyıllık parantez”i kapadıklarını ileri süren AKP ve bağlaşıkları, bir “yeni cumhuriyet”in, bir İslami-faşist rejimin inşasına başladılar.
Küçük’ün AKP’nin bir gücü, bir dayanağı, hatta bir partisi olmadığını söylemesi ve Tayyip Erdoğan’ın adeta tek başına siyasal iktidarı ele geçirdiği anlamına gelen saptamaları doğru değil. Daha öncesini bir yana bıraksak bile Türkiye’de 1950’lerden bu yana -kendi içinde de farklı fraksiyonlara bölünmüş olmakla birlikte- önemli bir siyasal İslam olgusu var. 1990’lara geldiğimizde bu siyasal İslam; yüzbinlerce cami, binlerce İmam Hatip Lisesi ve Kuran kursundan, “Anadolu kaplanları” diye adlandırılan yeni bir bujuva katmanı ve El Baraka Türk, Faysal Finans, İhlas Holding, Kombassan Holding başta gelmek üzere çeşitli mali ve endüstriyel kuruluşlardan, bütçesi bir çok bakanlığınkini katlayan ve Türkiye’de ve yurtdışında onbinlerce personel istihdam eden Diyanet İşleri Başkanlığından, ülkenin her tarafını sarmış olan cemaatlar, ocaklar, dergahlar, vakıflar, özel okullar, dersaneler, öğrenci yurtlarından, bir işçi konfederasyonu (Hak-İş) ve bir işveren örgütünden (MÜSİAD), Kanal 7, Samanyolu, TGRT başta gelmek üzere 200’den fazla TV kanalı ve yüzlerce radyo istasyonundan, Milli Gazete, Akit,Yeni Şafak, Türkiye, Zaman gibi gazetelerin yanısıra yüzlerce yerel gazete ve dergiden vb. oluşan bir sosyo-ekonomik ve siyasal temele sahipti. Gözü sadece ve sadece askerleri ve onların denetimi altında olan Milli Güvenlik Kurulu’nu gören Türkiye devrimci hareketi ise, 1960’lardan itibaren kendi entellijentsiyasını oluşturmuş, Türkiye Milli Gençlik Vakfı vb. aracılığıyla ülkenin her yanında geniş bir gençlik kitlesini saflarında toplamış, kadınlar, memurlar ve diğer toplumsal katmanlar arasında da örgütlenmiş, Ankara ve İstanbul başta gelmek üzere bir çok kentteki belediyeleri eline geçirmiş ve polis örgütü içinde önemli mevziler elde etmiş olan siyasal İslamı, ciddi bir tehlike olarak algılamıyordu. AKP ve Büyük Ortdoğu Projesinin eşbaşkanı olmakla övünen Tayyip Erdoğan işte bu sosyo-ekonomik ve siyasal temel üzerinde yükseldi.
Küçük AKP’nin iktidarı bu denli uzun bir süre elinde tutabilmesinde rol oynayan faktörler üzerinde de yeterli bir saptama yapmıyor. Onun CHP’ne yönelik eleştirisi (“Chp akepe’dir”) büyük ölçüde doğru; ancak CHP’nin asıl suçu bir ikinci AKP olmaktan çok, halkın ilerici ve demokratik tepkisini etkisizleştirmek ve yozlaştırmak ve bu tepki önünde karşı-devrimci bir baraj oluşturmaktır. CHP yönetiminin bu görevini “başarıyla” yerine getirdiğini kimse yadsıyamaz. Ne var ki, 2010-2011 dönemecinden bu yana Türkiye halklarının baş düşmanı olan AKP gericiliği bu uzun ömürlü iktidarını başka faktörlere de borçludur. Bu faktörleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Türkiye halkının sahici ve sanal, meşru ve meşru olmayan tarihsel tepki ve hoşnutsuzluklarını demagojik bir dille kullanması.
b) iktidarı elverişli bir dünya konjonktüründe ele geçirmiş ve son yıllara kadar kitleleri bir ölçüde bu konjonktürün sunduğu nimetlerden bir ölçüde yararlandırması.
c) dayattığı aşırı sömürü sayesinde geleneksel büyük burjuvaziyi de hoşnut kılmış ve onun da yarı-gönüllü desteğini almış olması.
d) kendisini Türkiye’nin gerçek sahibi sanan/ sayan askeri kliğin iliğine değin çürümüş olması ve
e) ne bir devrimci muhalefetin ve ne de gerçek bir burjuva muhalefetinin bulunmaması.
Bugün ise Erdoğan kliğinin ülkeyi Suudi Arabistan’ın bir Türkiye versiyonuna, en gerici ve en bağnaz türünden ve siyasal iktidarın Erdoğan ve yakın çevresinin mutlak tekelinde olduğu bir“İslam cumhuriyeti”ne dönüştürme çabalarının belki de son evrelerini yaşıyoruz. Ama bu aynı zamanda İslami-faşist rejimin son evrelerini yaşamakta olduğumuz anlamına da gelebilir.Erdoğan rejimi için, “… artık bu şekilde yaşama şansı yoktur. Türkiye başka bir şekilde olacak. Başka bir rejim kurulacak” derken Küçük de bu gerçeğe işaret ediyor gibidir. Egemen sınıfların farklı katmanları arasındaki çelişmeler de içinde olmak üzere tüm toplumsal çelişmeleri keskinleştiren iç ve dış politikaları ve ülkenin, halkın büyük bir bölümünü daha da yoksullaştıracak ve onun en yoksul katmanlarını açlığa mahkum edecek olan gerçek bir ekonomik krizin batağına saplanmakta olması, Erdoğan kliğinin ayakta kalmasını olanaksız kılabilir. 31 Mart yerel seçimlerinde sonra Türkiye’nin içine sürükleneceği genel kriz ortamı, bir askeri diktatörlükle olduğu gibi, kitle hareketinin yükselmesi ve İslami-faşist rejime ağır darbeler indirileceği bir devrimci duruma da yol açabilir. Ama bu, apayrı bir yazının konusu olmayı hak ediyor.
- 1 Mayıs 1977 Tartışması: Aydınlıkçılık, Liberalizm ve Devrim - 3 Mayıs 2020
- Bolton Giderken… - 16 Eylül 2019
- Quo Vadis AKP Türkiyesi? - 27 Ağustos 2019