İbrahim Kaboğlu, Murat Sevinç, Ahmet Murat Aykaç, Levent Ünsaldı, Zeliha Etöz, Kasım Akbaş ve daha niceleri…
Birbiri ardına gelen tasfiye listelerinden anlaşılan o ki iktidar gerçek anlamıyla üniversitelere paydos verme kararı almış gibi. Tasfiyelerin hedefi ve genişliği göz önüne alındığında hükümetin üniversiteleri eğitim hayatının dışına alarak sadece birer mekan ve kurum olarak var kalmasını beklediği düşünülebilir. Üniversitelerdeki bazı bölümlerin tamamen boşalmış olduğu düşünülünce bizzat kurumların tasfiyesi dışında başka bir beklenti pek akıllıca durmuyor…
Böyle bir durumda anlaşılan o ki Lise sonrası eğitim ile ilgili artık yeni stratejik hedefler belirlemek gerekiyor. 1940’ların başından itibaren traktör, otomobil, daktilo, gramofon, pikap, televizyon vb. gibi teknik ve mekanik araçların yaygınlaşmasına paralel olarak “çocuğu tamirciye vermek” diye bir ebeveyn stratejisi ortaya çıkmıştı. Bu aletleri daha önce hayatlarında hiç görmemiş bir sürü çocuk, usta olarak meslek sahibi olmuşlardı.
1960’larla beraber ise üniversiteler toplumsal terfinin asli ve yaygın stratejileri arasına yerleşti. Bugün ardı ardına gelen KHK’larla üniversiteler fiilen kapanmaya başladığına göre artık eski stratejiye dönmekte fayda görünüyor. Bence de çocukları üniversiteden alıp artık tamirciye çırak vermeye başlayalım derim ben… Benim çocuğum olsaydı ona bunu önerirdim bugün. Yeğenlerime önereceğim.
İnsan eğlenmeden duramıyor. Ama durum sanıldığından daha trajik! 2016-2017 Tensikatı görünen o ki, 1909 tensikatı ve 1402 tasfiyesini aşan bir seviyeyi de aşarak bizzat kurumları tasfiye edecek şekilde ilerliyor. Bence bütün bu olan bitenler “akıl” seviyesini geçmiş durumda. eXpress dergisinde Çiğdem Kızıltaş ve Yücel Göktürk ile yaptığımız röportajın bu mesele ile ilgili kısmını yeniden aktarma gereği duyuyorum burada… Buradan buyrun;
Soru: Cumhuriyet tarihinde bugüne dek görülmeyen, 12 Eylül’deki 1402’likler vakasını katbekat aşan bir tasfiye operasyonu söz konusu. Bu çapta bir tasfiye nasıl bir duruma yol açacaktır?
Orhan Gazi Ertekin: Yargının yüzde otuzunu tasfiye ediyorsanız, yargı kurumunu tasfiye ediyorsunuz demektir. Başka deyişle, devlet yargının yüzde otuzunu –o da şimdilik– tasfiye ediyorsa, yargı kurumunun iflasını ilan ediyor demektir. Yargı bir “cemiyet” mesleği olduğu için, eğer kıdemsiz oranı yüzde onu geçiyorsa o cemiyetin sosyal ve kültürel tüm geleneksel yapı, karakter ve davranışları çökmüş demektir.
Olaya devlet kadrolarının geneli açısından bakarsak, herhalde Türkiye’nin modern tarihinin üçüncü büyük tensikatını yaşadığını söyleyebiliriz. Bu konuda çok önemli bir kitabın (Son Dönem Osmanlı Bürokrasisi, İmge Kitabevi, 2016) yazarı olan tarihçi Erkan Tural’dan öğrendiğimize göre, Osmanlı’da buna, yani memurların kadrodan ihracına tensikat deniyor. Bu çapta bir tensikata ilk olarak İttihatçıların iktidara geldiği 1908 sonrası rastlıyoruz. 1909 tarihli Tensikat Kanunu ile Abdülhamid’in 33 yıllık saltanat dönemindeki “sui şöhret” sahibi kadroların maaşsız, tazminatsız tasfiyesi öngörülüyor. Böylece “kötü şöhretli” memurların yerine “özgeçmişi kusursuz” memur arayışı yaşanıyor. Tıpkı bugün olduğu gibi. İkinci büyük tensikatın 12 Eylül döneminde yaşandığı söylenebilir, ki bu tasfiye artık “1402’likler” olarak tarihe geçen on binlerce insanın açlık ve yoksulluğa mahkûm edildiği hâlâ acı hatıralarımıza tekabül ediyor. Öğretmen olan üç dayımın devrimci faaliyetleri nedeniyle aileleriyle birlikte bu tasfiye sonrası neler çektiğini bugün gibi hatırlıyorum.
O acılara bizzat şahit olan biri olarak her ne kadar düşmanım bile olsa Cemaat mensuplarının ailelerine yaşatılan bu ani yoksulluk ve açlık dayatmasına sessiz kalmak mümkün değildir. Bugün de neredeyse bir milyona varan bir yurttaş açlığa mahkûm edilmiş durumda. Cemaat’in bu ülkeye büyük kötülükler yaptığı konusunda hiçbir kuşku yok. Nitekim, bunun mücadelesini biz 12 Eylül 2010 referandumunun öncesinde vermeye başlamıştık.
O zamanlar hükümet taraftarları Cemaat’i bize karşı çok şedit biçimlerde savunmuştu. İçlerinde bugünkü Yargıtay Başkanı ve bugünkü Ombudsman da vardı ve bizim Cemaat’e karşı mücadelemize hakarete varan tepkiler gösterdiler. Fakat bu savaşın acımasız ve vahşi bir hale getirilmesine göz yumamayız. Karı-koca hakimler tutuklanıyor ve geride küçük, bakıma muhtaç çocuklar kalıyor. Bazıları birkaç gün sonra akrabalarına teslim ediliyor, bazıları ise Çocuk Esirgeme Kurumu’na geçici olarak bırakılıyor. Bunlar düşmanınıza da yapmamanız gereken şeyler.
12 Eylül 1980 döneminde benim de böyle acı anılarım var. Biz sekiz kardeşiz, 1980’de benden büyük olan dört kardeşimle babam devrimci örgüt üyesi suçlamasıyla gözaltına alınıp tutuklanmışlardı. Bir gün komandolar üç cemseyle geldi ve evin etrafını bir kez daha çevirip bu kez de anamı gözaltına alıp götürdüler. Geride henüz gözaltına alınacak kadar büyük olmayan ben ve üç küçük kardeşim kalmıştık. Babam ve dört büyük kardeşimin evden gidebileceğini bekleyecek bir bilinç seviyesindeydik. Ama anamın evden uzaklaşacağını hiç düşünmemiştim. O günü hiç unutamam. Saatler boyu küçük kardeşlerimle evin odalarında dolaştık. Birbirimizin gözlerine bakamıyorduk. Evdeki en büyük çocuk olarak bütün sorumluluğun üstüme bindiğini fark ettim. Kardeşlerimin ne yiyeceğini düşünmeye başladım. Yiyecek sorunumuz yoktu aslında. Ekonomik durumumuz da kötü değildi. Ama artık her şeyin birdenbire yok olabileceğini düşünüp kaygılanmaya başlamıştım. Çok huzursuzdum. Anamın birkaç gün sonra serbest bırakılmasına kadar zamanın nasıl geçtiğini hâlâ unutamıyorum. Şimdi böyle bir dönemden bugüne baktığımda düşmanlıkların da gerçek bir adalet zemininde yaşanması gerektiği uyarısında bulunmak benim için acı hatıraların dayattığı bir sorumluluk ve görev olarak duruyor. Buna sessiz kalamam! Bunu yapmayın! Sakın yapmayın! Kim olursa olsun insanları açlığa mahkûm etmeyin! Ailelerini cezalandırmayın! Kıssadan hisse, düşmanınıza da adil olmalısınız. Yoksa ektiğiniz bu nefret sizi de yok eder!
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024