Üçüncü pik için ya da pandeminin bu hale gelmesinde hepimizin, artık Türkiye’nin nüfusu kaçsa, seksen üç milyon diyelim, “hepimiz suçluymuşuz”… Böyle buyurmuş, aslında “bir kişi hariç” demesi gerekirdi, umarım değerli bakanımızın başına bir bela gelmez, beklemedeyiz… Devam edelim;
- Acayip bir virüsle karşı karşıya olduğumuz düşünülebilir, en azından durumla çok da ilgili olmayanların böyle düşünmemesi için herhangi bir neden yok. Çünkü virüs/pandemi ile mücadele için tüm ideolojik gereklilikler yerine getiriliyor. Dinci-faşist bir network tarafından yönetilen kimi ülkelerde “önlemler” için ramazan ayının beklenmesine karar veriliyor; özetle deniyor ki “bu virüs ramazanda özel bir bulaşıklık kazanıyor”. Geriye kalan takdiri ilahi! Evet bu da dendi. Amacın faşizan bir baskı oluşturararak şeriatın şartlarının, ramazan uygulamalarının dayatılması, bu şartlara uyulmasının zorlanması olduğunu biliyoruz. Bu bir dinci ideoloji pratiğidir; tartışma götürmez bir biçimde. Tabii bu eğilimlerin piyasaya da önlemler konusunda prim vermekten imtina etmediğini, bütün işyerlerini herhangi bir koruyucu tıp uygulaması yapmaksızın açık tuutuğunu da unutmayalım. Bu arada eklemek isterim ki birçok Avrupa ülkesininde “Paskalya Tatili” sürecinde pandemi önlemlerinin epeyce bir gevşetildiğine de şahit olmadık mı? Bunu da “piyasa ideolojisine” uyumlu yayılım göstermesi beklenen bir virüs beklentisi olarak algılayabiliriz! Her ülkenin kendi meşrebince bir mücadele anlayışı var. Tabii ki ekonomik gücü ölçüsünde. İlk satırlara ve ilk aylara dönersek, bu virüsün müzik aracılığı ile de yayıldığına dolaylı olarak şahit olmamış mıydık; müzik/ses dalgalarıyla yayılan bir virüs! (Gece 23’den sonra müzik yasaklanmıştı: Sinderella Virüsü!) Müzik hemen yasaklandı ve bu yasak hala devam ediyor, konuşmuyoruz, çoktan unuttuk ve daha acısı kanıksadık bile. İnsana ait her değere karşı olan çağlar dışı bir anlayışın izleri; virüs aracılığıyla meşriuyetini derinleştirmeye çalışan totalitarizm. Ülkemizde pandemi teröründen en derin yarayı insanlığın en eski sanatlarının, müziğin ve tiyatronun alması bu nedenle şaşırtıcı olmamıştır.
- Tam anlamını karşılamasa bile “sosyalleşme” olarak adlandırılan durumların aracısı olan iletişim kanallarının tümüne düşman olan rejim için bunun baskılanması için, ideolojik gereksinimleri de sürekli anımsayarak, pandemi durumu kullanılmaktadır. Böyle bir rejimin elinde ister “kısmi” ister “tam”, “ister gevşek ister “sıkı”, ister “kapanma” isterse “kapatma” olsun, tüm kapanmaların ideolojik gereksinimlere-dayatmalara bir gerekçe oluşturacağı unutulmamalıdır. Bu nedenle en başından beri “tam kapanma” konusunu dile getiren “muhalıf bilim insanlarının” haklılığının tartışma götürdüğünü dile getirmeye çalıştım ve hala aynı görüşteyim. Salt bu nedenle değil, tam kapanmanın bilimsel kanıtı olmayan, etkinliği saptanmamış bir yöntem olduğunu düşünüyorum. “Kanıt var mı” sorularına şu zamana kadar yanıt verilebilmiş değil, çünkü yok! Diğer taraftan bu öneri hangi taraftan gelirse gelsin, önerilenin “piyasa tıbbının” çaresizliğini gizlemek dışında bir işlevi olmadığını söylemek isterim. Sorun, hasta bakımında-sağaltım hizmetlerin yetersiz kalacağı ile ilgilidir ki, işte bu söz ettiğim çaresizliğin göstergesidir. Küresel bir çaresizliktir.
- Farklı model ve ağırlıkta kapanma önlemleri alan ülkelerin neredeyse tamamında bu önlemlerin piyasa tıbbının hizmet sunumunu rahatlatmak dışında bir işe yaramadığını söylersek yanılmış olmayız. Tabii bu da önemli birşeydir! Şu an itibariyle COVID-19 pandemisiyle mücadelede aşı dışında sağlandığı iddia edilen “başarıların” nedeni hakkında gerekli bilimsel bilgiye sahip değiliz. Aşı, tekrarla en etkin yöntem olarak güçlü kanıtlarıyla kendisini duyurmaktadır. Tabii ki piyasanın izin verdiği ölçüde. Tabii dinci ideolojilerin izin verdiği ölçüde; ramazan sürecinde aşılamanın iyiden iyiye azalması haklı bir öngörüdür ve pandemi mücadelesini aksatacaktır. Zaten kör topal! Aşı ile ilgili olmak üzere epeydir tartışılan konu ise patent sorunu… O çok övülen ve en ilkel –ve sağlı sollu- milliyetçi söylemlerin öznesi olan aşıyı bulan ünlü Türk bilim insanları patent söz konusu olduğunda suskunluk kumkuması olmuşlardır; en azından. Aslında onların suskunluğu piyasanın ve vahşi kapitalizmin sesi anlamına gelmektedir. Yoksulların aşıya ulaşımında büyük zorluklar yaşamaya devam edeceği görülmektedir. Patentin verilmemesinin, paylaşılmamasının insana yakışır bir tutum, davranış olmadığı söylendiğinde de garip savunularla karşımıza çıkılmaktadır; temel savunu üstelik muhaliflik iddiasında olanlardan gelmekte, üretici ilaç firmasının hakkını savunur biçimde şekillenmektedir. “Patent verilse dahi üretim alt yapısı olmadığı için üretilemeyeceği” söylenmektedir ki tümüyle mesnetsizdir. Kendisini muhalif ya da sol olarak tanımlayanların küresel ilaç tröstlerinin dolaylı sözcülüğüne soyunmaları üçüncü pik sürecinin utanç verici notları arasında kendisine yer bulmaktadır. Bu bağlamda biraz komplocu gibi görülebilecek bir soru sormak istiyorum: temel yapısı hastalıktan çok önceden beri bilinen bir virüse karşı tedavi geliştirilmemiş olması modern tıp biliminin zafiyeti mi yoksa piyasanın tercihi mi: yoksa onlar “önce aşıyı satalım sonra da ilacı pazarlarız” diye mi düşünüyorlar?
- Tekrarlarsak, kapanmadan patent konusuna, aşı savaşlarına kadar gerek korunma önlemlerinden, gerekse koyucu sağlık ve tedavi-bakım önlemlerine kadar COVID-19 dan etkilenen grubun yoksullar ve emekçiler olduğu net bir şekilde ortada iken buna yönelik bir çalışmanın araştırmanın da yapılmadığını görüyoruz. (Bu yazının yazıldığı gün yaklaşık otuz bin kişiye ikinci doz aşı yapıldığını ve bu “hızın” bağışıklama açısından hiçbir anlamının olmadığını da ayrıca belirtelim.) Tüm müdahaleler doğrudan ya da dolaylı bir şekilde piyasa tıbbının yöntem ve mentalitesinin kanıksanmasına aracılık etmektedir. Kuşkusuz din ideolojilerinin de bu kanıksanma sürecine yardımını göz ardı etmemek gerekir: “takdiri ilahi” ya da “kader” sözlerinin sıkça dile getiriliyor olmasında olduğu gibi… Bilimin yerini dinsel yaklaşımların ve hurafelerin alması, bilim insanlarının piyasaya biat etmesi ve bilim ile şarlatanlık arasındaki sınırın bulanıklaşması vs. toplumsal çöküşün, en geniş anlamıyla bir dekadans durumunun örnekleri, göstergeleri olarak değerlendirilmelidir.
- Yeni Yaşam’da yayınlanan “Sürdürülebilir Pandemi” yazısında pandeminin kazananlarının kim olduğu konusunda görüşlerimi belirtmiştim. Pandemi küresel ölçekte kapitalizm krizine ve yerel ölçekte ise derin ekonomik krizin, yoksullaşmanın kart be kat arttığı günlerin tam ortasına denk geldi. Pandemi/kriz ikileminin kanıksanması yönünde dayatılan, herkesin dilinde olan –biz hariç- bir slogan vardı: “hiçbirşey eskisi gibi olmayacak” Bu söylemin birçok solcu tarafından da dile getirildiğini bir ara not olarak belirteyim. Evet “hiçbirşey eskisi gibi değil”, yoksulun yoksulluğu arttıkça arttı, varsıllık ise katlandı, sömürü daha vahşi bir hal aldı. Eskisi gibi değil hiçbirşey; kapitalizm pandemiyi fırsata çevirirken gelir/servet eşitsizliği ve sömürü tarihten okuduğumuz devrim öncesi günlerini bile aratacak ölçüde arttı. Üçüncü pike doğru yol alırken gerek yönetenlerin, gerekse “yönetemiyorsunuz” diyen muhaliflerin söyleminde bir başka gericileşmeye de şahit olduk. Dil öncesinde “hayatta kalma toplumunu” örnekliyor ve idealize ediyorlardı, bu doğrudan ricat tanımlarken ve bu bağlamda üzerinde yeterince tartışılmamışken şimdi daha da geride bir kavram toplumun-bireyin zihnine işlenmek isteniyor: ölüm korkusu… Bireyselleştirilen ölüm korkusu-düşüncesi ile bir taraftan “insan olmanın” tüm unsurları-değerleni hiçlenirken diğer taraftanda, pandemi mevzuuna indirgeyerek sorumluluk bireyselleştirilebiliyor. Bir bakıma kapitalizm, sağlık/pandemi özelinde aklanıyor. Unutmayalım ki “ölüm korkusu duygusu” faşizme biat etmenin kapılarını aralayan bu yönelimi meşrulaştıran aracıdır.
- Ve bilim kurulu; üçüncü pik yaşanırken onlar hala bırakıldıkları, durdukları ya da oturdukları yerde “bilim insanı” kavramının piyasa koşullarına, rejim koşullarına ve “duygusallık” tonlamalarına, niceliklerine göre yeniden oluşturulmasına katkı sunuyorlar!
- Bu şartlar altında yaklaşımlarının doğasına uygun olarak bugün dahi kimse, getirilen kısıtlamaların/kapanmaların, tercihli pandemi önlemlerinin ve hatta maske ve “mesafe” nin yaptığı ve yapmaya devam edeceği sosyal, psikolojik ve organik çöküntüyü dile getirmiyor.
Ve bugün itibariyle salgının bu hale gelmesinden hepimiz sorumluymuşuz. Üçüncü dönemin simgesi olabilecek söz! “Hadi oradan”
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)
- Dipnotlar – Tolga Ersoy - 1 Ocak 2025
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (5) - 21 Ekim 2024
- Çöküşe Rıza (s)10 - 3 Ekim 2024