Türkiye’de Millî Güvenlik Gerekçesiyle Yasaklanan, Ertelenen Grevler

Türkiye’de çalışma hayatında grev hakkı, anayasal güvenceye rağmen, son 21 yılda sistematik olarak iktidarın baskısıyla engellendi. İşçiler, anayasal haklarını kullanarak emeğinin karşılığını almak için mücadele ederken, hükümet tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle grevleri ya doğrudan yasaklandı ya da ertelendi. Ancak bu gerekçelerin arkasında işçi sınıfının haklarını görmezden gelen bir yönetim anlayışı yatıyor.

Grevlerin Sistematik Engellenmesi

1982 Anayasası’nın 54. maddesi ve 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu, grev hakkını teoride korur. Ancak, “milli güvenlik” ya da “genel sağlık” gibi esnek gerekçelerle hükümetin grevleri ertelemesi, işçilerin mücadelesini fiilen işlevsiz hale getiriyor.

Özellikle 2003 yılından bu yana AKP hükümetleri, bu hakkı yalnızca kağıt üzerinde bırakmakla kalmadı, aynı zamanda işçi sınıfını sistematik olarak baskı altına aldı. Lastik işçilerinden cam işçilerine, metal sektörü çalışanlarından kimya sanayi işçilerine kadar yüz binlerce emekçinin grevleri, “milli güvenliği bozucu” gerekçesiyle durduruldu. Ancak burada sorgulanması gereken şu: Milli güvenlik gerçekten tehdit altında mıydı, yoksa tehdit altında olan sermaye sınıfının çıkarları mıydı?

İktidarın Sermaye Yanlılığı

2003 yılından bugüne yasaklanan grevlere bakıldığında, hükümetin kimin yanında saf tuttuğu açıkça görülüyor. Özellikle metal ve cam sektörlerindeki grevler, büyük sermaye gruplarının zarar görmesini engellemek adına “milli güvenlik” kılıfıyla bastırıldı. Hükümetin bu tutumu, sermaye sınıfının çıkarlarını korurken, işçileri örgütsüzleştirmek ve sendikal mücadeleyi etkisizleştirmek için bir araç olarak kullanıldı.

2017 yılında Birleşik Metal-İş Sendikası’nın 130 bin işçiyi kapsayan grevi, “milli güvenlik gerekçesiyle” iptal edildi. 2023’te aynı sendikanın organize ettiği grev Cumhurbaşkanlığı kararıyla durduruldu. Bu süreç, iktidarın kimin güvenliğini düşündüğünü açıkça ortaya koyuyor: sermayenin güvenliği. İşçinin güvenliği, emeğin hakkı ve örgütlenme özgürlüğü ise sistematik olarak hiçe sayılıyor.

Erdoğan’ın “Milli Güvenlik” Anlayışı

Recep Tayyip Erdoğan, iktidarını her fırsatta işçi sınıfına karşı sermayeden yana konumlandırdı. Grevlerin yasaklanması, yalnızca işçilerin ekonomik haklarını gasp etmekle kalmadı, aynı zamanda toplumsal eşitsizliği de derinleştirdi. Türkiye, gelir adaletsizliğinde OECD ülkeleri arasında zirveyi zorlarken, grev yasakları bu eşitsizliğin kurumsallaşmasının bir aracı haline geldi. Erdoğan ve AKP iktidarı, “milli güvenlik” söylemiyle aslında sermaye sınıfının kâr oranlarının “güvenliğini” sağladı.

Erdoğan’ın bu yaklaşımı, demokrasi ve insan hakları kavramlarını yalnızca birer süs kelimesi haline getiriyor. Evrensel hukuk ilkeleri, sendikal özgürlükler ve sosyal adalet gibi değerler, bu yönetim anlayışı altında tamamen göz ardı ediliyor. Grev hakkını kullanan işçilere yönelik baskılar, yalnızca ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda temel insan haklarının da çiğnendiğinin göstergesidir.

Grev Yasaklarının Toplumsal Sonuçları

Grev yasakları yalnızca işçi sınıfını değil, tüm toplumu etkiliyor. İşçiler, haklarını savunamadıkça, toplumdaki gelir adaletsizliği ve yoksulluk daha da derinleşiyor. Emekçi sınıfların yaşam koşulları giderek kötüleşirken, sermaye sınıfı zenginleşmeye devam ediyor. Bu durum, toplumsal barışı tehdit etmekle kalmıyor, aynı zamanda işçi sınıfını örgütsüzleştirerek, sendikal hareketin önünü tamamen tıkıyor.

Sonuçta, grev yasakları sermaye sınıfını korumak için kullanılan bir araçtan ibarettir. Bu durum, Türkiye’nin neoliberal politikalarının ve Erdoğan yönetiminin sınıfsal tercihlerini bir kez daha gözler önüne seriyor. İktidar, işçileri değil, zenginleri ve büyük patronları koruyor. Bu tablo, sınıf mücadelesini keskinleştirirken, işçi sınıfı ve emek mücadelesinin kaçınılmaz bir şekilde yeniden güçleneceğini de gösteriyor.

Türkiye’de grev yasakları, sınıfsal çelişkileri yalnızca görünür hale getiriyor ve derinleştiriyor. Sermayenin temsilcisi olan Erdoğan yönetimi, emeğin haklarını yok sayarak yozlaşmayı artırıyor. Demokrasi, insan hakları ve sosyal adalet gibi evrensel değerler, bu yönetim anlayışı altında yalnızca sloganlardan ibaret kalıyor. Ancak sınıflı bir toplumda bu çelişkilerden kaçış mümkün değil. İşçi sınıfının mücadelesi, sermaye sınıfının iktidarını sorgulamaya ve toplumsal dönüşümün yolunu açmaya devam edecek.