Tüketim Kültürünün Yarattığı Nicelik Tutkusu

Türk şiirinin en kırılgan, devrim yaratan hareketlerinden birisi kuşkusuz Garip akımıdır. Garip akımı kafiye, vezin, edebi sanatlar, diğer sanatların şiirde yer alması gibi unsurlara karşı çıkarak şiirde devrim yaratmıştır.

Garip akımının manifestosunu yazan Orhan Veli, söz konusu metnin giriş bölümünde şöyle bir ifadeye yer verir : “Yeni doğup bugünün münevveri (aydını) tarafından terbiye edilen çocuk kendini doğrudan doğruya bu noktada idrak ediyor. Şiiri kendine gösterilen şartlar içinde aradığından, bir tabileşme (doğallaşma) arzusunun mahsulü olan eserlerini tabiî kabul edişinden gelmekte. Ona buradaki izafiliği göstermeli ki, öğrendiklerinden şüphe edebilsin”.

Orhan Veli’nin bu ifadesinin sadece şiirdeki kalıpları ortadan kaldırmak için değil, hayatın birçok noktasında ele geçirilen özgürlüğün geri kazanılması için de önemli olduğunu düşünüyorum.

Orhan Veli’nin bu ifadesine biraz daha yoğunlaşmanın faydalı olacağını sanıyorum. Orhan Veli’ye göre o dönemin şiiri edebi sanatlarla, kafiye ve ölçüyle, resim, müzik gibi sanatların şiirde yer almasıyla değer kazanıyordu. Bir metnin şiir olabilmesi için bu özelliklere sahip olması, bir şiire bu özelliklerinden dolayı şiir denmesi gerekiyordu. Orhan Veli, bu anlayışın hakim olduğu bir şiir döneminin içerisinde kendi dilini bulmaya çalışan genç şairin de o dönemin aydınları/ şairleri tarafından bu şiir anlayışına uygun yetiştirildiğini savunur. Orhan Veli, ifadesinin sonunda ise şu vurucu cümleyi kurar : “Ona buradaki izafiliği (görecelilik) göstermeli ki, öğrendiklerinden şüphe edebilsin”.

Orhan Veli’nin bu ifadesini biraz daha yakınlaşarak baktığımızda aslında bir toplumun belli bir dönem içerisinde hakim olan kültürel kalıpların, düşünce sistemlerinin, anlayışın ve sanatsal yaklaşımların nasıl da etkisi altında kaldığını görüyoruz.

Öyleyse toplum içerisinde yer alan bireyin bu etkilerden kurtularak hayata özgür bir şekilde bakması, Orhan Veli’nin de dile getirdiği gibi öğrendiklerinden şüphe etmesiyle gerçekleşecektir.

Tüketim kültürünün kendini gösterdiği günümüz çağına baktığımızda, toplumun büyük bir kısmının niceliğe değer atfettiğini fark ederiz. Yani günümüz toplumu, çok olanın değerli olduğu yanılgısına düşmüş durumdadır.

Mutluluk kavramı üzerine düşündüğümüzde bu yanılgıyı daha net bir şekilde görebileceğimizi sanıyorum. Kendimize “Mutluluk nedir” diye soralım, bizi ne mutlu eder, ne yaparsak mutlu oluruz ? Bu sorular üzerine düşündüğümüzde zihnimiz genellikle, şu arabayı alırsam, evim olursa, şu bölümü tutturursam, şu insanla bir ilişkim olursa mutlu olurum gibi cevaplar üretecektir.

Televizyon dizileri ve reklamlarının da bireyde mutluluğun nicelikte olduğu yönünde bir algı yarattığını düşünüyorum.
Dizilerdeki karakterlerin onlarca ayakkabısı, kıyafeti, çeşit çeşit yemeği vardır. Bu karakterlerin dizilerdeki rolüne bakıldığında ise bu kişiler genellikle başarılı, mutlu bir yaşam sürer. Bu görüntüler karşısında kalan izleyici ise “Benim de başarılı, mutlu bir hayat sürebilmem için çeşit çeşit kıyafetlerim, ayakkabılarım olmalı” şeklinde bir akıl yürütme yoluna gidecektir.

Görüldüğü gibi günümüz toplumunda mutluluk maddeci bir anlayışa koşullanmış durumdadır. Oysa mutluluğun kaynağına bakıldığında insana mutluluk veren şeyin kalabalık değil, azlık olduğunu anlarız. Çünkü mutluluk sonradan elde edilen bir madde değil, zaten insanın hayatında yer alan bir olgudur.

Deniz Ural’ın “Felsefi Görüşlerin Işığında Mutluluk Nedir?” adlı yazısında yer alan filozofların mutluluk üzerine düşüncelerine de bakıldığında mutluluğun nicelikte olmadığını fark ederiz.

Öyle ki Sokrates’in mutluluk üzerine görüşleri düşüncelerimizi destekleyecek niteliktedir. Sokrates, mutluluğun dış etkenlere bağlı olmadığını aksine insana özgü ve öznel olduğunu dile getirir.

Ona göre insan, ihtiyaçlarını en aza indirdiği zaman daha mutlu olacaktır. Kişinin ihtiyaç duyduğu nesneler ne kadar azalırsa, mutluluğu da o kadar artacak, birey küçük şeylerden bile mutlu olmayı öğrenecektir.

Tüketim kültürü ile mutluluk verici ve değerli olanın nicelikte olduğu yanılgısının şiir ve edebiyat konusunda da karşımıza bir sorun olarak çıktığını düşünüyorum.

Genel olarak baktığımızda, toplumun çoğunluğu tarafından 500 sayfalık bir kitap, 100 sayfalık bir kitaptan veya uzun bir şiir, kısa bir şiirden daha değerli olarak algılanmaktadır.

Oysa edebi eserlerde asıl değer nicelikten çok nitelikte aranmalıdır. 500 sayfalık bir kitabın anlattığını bir şiir tek dizeyle anlatabilecek bir güce sahiptir.

Örneğin kime güvense, sevgi duysa yanılan bir insanın çektiği acıyı 300 sayfalık bir roman anlatabilirken, aynı durumu Turgut Uyar’ın Acıyor adlı şiirinde yer alan “Sevgim acıyor/ kimi sevsem / kim beni sevse” dizesinde de bulabiliriz.

Ya da üzgün birisinin içinde bulunduğu durumu sayfalarca anlatılan eserler yerine Cemal Süreya’nın Ülke şiirinde yer alan “Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında / Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını” dizelerinde fark etmemiz mümkündür.

Bir aşkın, ilişkinin bitişini ise ciltler dolusu kitaplar yerine Nâzım Hikmet’in hayatını kaybettiğinde cebinden çıkan son şiiri Vera’ya şiirinde bulabiliriz:

“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm.”

Tüm bu unsurları düşündüğümüzde içinde bulunduğumuz tüketim kültürünün, mutluluk verici ve değerli olanın nicelikte olduğu yanılgısının gündelik hayatı olduğu gibi şiirin ve edebiyatın değerlendirilmesi noktasında da bir sorun olarak karşımıza çıktığını söyleyebiliriz.

Ahmet UÇAR