Pudra Şekeri ve Münafıklığa Dair

Azimli ve idealist bir gencin, iktidar civarının kudretine sırtını dayayarak elde ettiği, kendince mütevazi maddi imkanları, statü ve refahı, fevkalade bir durummuş gibi dile dolamak pek makbul değil. Binlercesi arasından tedbirsiz davranmış birini günah keçisi ilan etmek, her tarafımıza sinmiş çürüme ve kiri örtmekten başka işe yaramaz. Kendisinden duyduğumuza göre yaşadığı seçim yenilgisine hayıflanmış, biraz pudra şekeri çekerek rahatlamak istemiş. Hepsi bu. Hem maddi lütuf ve ihsanlara, güç ve gösterişe hangimiz hayır diyor ki, hangimiz keyfine keyif katmak, ya da kaçırdığı bir fırsata hayıflanmak babında biraz pudra şekerine olmaz der ki?

Meseleyi iktidardakilerin dine dair vurgularıyla ilişkilendirip, dinin, tevazu ve sadelik olduğunu düşünüp, meseleyi bu bakımdan eleştiren ise feci halde yanılır. Her ne kadar, İbni Arabi’nin zikrettiği bir Hadisi Kudsi de Allah; ‘kullarımın imrenilecek durumda olanları, malı ve mirası az, ibadeti leziz, rızkı kendini idare edecek kadar olan, insanların içinde kimsenin dikkatini çekmeyenlerdir” buyurmuşsa da geçti o devirler. İmamların ve tarikat şeyhlerinin Mercedeslerinin, lüks araç konvoylarının ve şatafatlı hayatlarının dikkat çektiği zamanlarda pek popüler bir tarikat şeyhi, ‘Peygamber zamanında Mercedes olsaydı, sahabe de binerdi çünkü onların develeri de en iyisindendi’ diye buyurmuştu malum. Anlayacağınız, bu devirde Müslümanlık kitapta, hadiste durduğu gibi durmuyor. Ortalarda tanrı fakiri diye tevazu ve tolerans nümayişleri yapanlara aldanmamak gerek bu yüzden. Mevlana Rumi, onlara tanrı fakiri değil, lokma fakiri der. Ortalıkta tanrıyı seven tanrı fakirleri diye salya sümük dolanırlar, imkan kapıları kendilerine aralanır aralanmaz, kudret ve nimet fakiri olduklarını belli ederler. Kudret ve servet niyetiyle tanrıyı sevdiklerini inkar edemeyiz yine de.

Gerçek şu ki, statü, tüketim ve gösterişle kimlik edinildiği çağımızda, dinli dinsiz herkes ağzı açık bekleyen serçe yavruları gibi, iktidar nimetlerinin peşindedir. Bu nimetlere ulaşmak önemlidir, nasıl ulaşıldığının, hangi yol ve araçların kullanıldığının hiçbir önemi yoktur. Ne de olsa gaye izzet, şeref ve fazilet kazanmaktır. Bir zatı muhteremin asırlar öncesinden teşhis ettiği üzere, “Ne abidde, ne zahidde, ne danişverde kalmıştır/Şeref, izzet, fazilet şimdi sahibzerde kalmıştır”. Sahibzerlik, yani altın ve servet sahipliği, izzet, şeref ve fazilet sahibi olmanın kıstası olduğuna göre, dini ritüellerin, kameralar görsün diye icra edilmesinde de sakınca kalmaz.

Gücü ele geçirme ve kullanma azminde, statü ve imkanlara kavuşma çabasında, bireylerin dini inanış ve ideolojileri, siyasi fikirleri, fiillerinin kılıfı olarak iş görür. Çünkü gerçeğimiz dini ve ideolojik inanışımız değildir. İnsanların birtakım davranışları onların sahip olduğu dini ve ideolojik tavırlarıyla açıklanabilirse de olaylara karşı kendi menfaatlerinin merkezinden tavır almak bakımından herkes benzerdir.

Akıl çağındayız neticede; kimse, sağladığı fayda ihtiva ettiği riski aşan hatırı sayılır bir maddi menfaatin, bir rantın, hadi rüşvet demeyelim de Osmanlı idaresinin Balkanlara kazandırdığı tabir ile söyleyelim; bir bahşişin üstüne atlamakta tereddüt etmez. Niceleri bu yoldan şeref ve izzet sahibi oldular. Herkes Hafız Şirazi’nin sarhoş ettiği medrese fakihi değil ki “şarap haramdır ama vakıf malını yemekten ehven”, hazineye çöreklenmekten helaldir diye fetva versin.

Gerçeğimiz içinde olduğumuz kültür tarafından belirlenir ve ahlaken doğru olmadığı iddia edilen şeyler, herkesin önünde yapılmayacak şeylerden ibarettir. Ayıplar ve günahlar, başkalarınca bilinmediği sürece ayıp ve günah değildir. Bundandır ki, ud sesi, Hafız’ı “şarabı gizli iç, apaçık içene gavur diyorlar” diye uyarıyor*. Elbette bir bahşiş aşikar olduğunda ise, yapılan izahat dini ve siyasi görüşe göre değişir. Duruma göre kimi bunu bir cami inşa etmek, hayırlı bir işe harcamak için, kimi de laik bir hizmet vermek için aldığını, her ikisi de olmazsa, devrin günah keçisi kim ya da kimlerse onların bir komplosu olduğunu söyleyecektir. Münafıklık, fiilin özü ile izahı arasındaki bu farktan, akıl ve vicdan arasındaki çatışmadan doğar. Münafıklık, insanın fikri ile fiili arasındaki uçurumun adıdır. Kişinin inandığını söylediği şey ile yaptığı şey arasındaki tezattır. Görünen ile gerçekte olanın farkıdır.

Yaratıcı üretkenliğin yerini rant ve bahşişin aldığı, dinamizmini yitirmiş samimiyet ve dürüstlüğünü kaybetmiş bunalımlı fert ve toplumlarda aklın tüm fonksiyonu, kişinin fiilini ve statüsünü meşru göstermeye yönelir. Akıl savunmacı bir pozisyon alır. Yaratıcı ve üretken maharetin yerine, yapılanı meşru gösterme, olanı savunma mahareti geçer. Ruh ve vicdan olup bitene isyan ettikçe, akıl bu isyanı bastırmak için daha çok çaba ve enerji sarf eder. Aklımız ve vicdanımız açgözlü, benperest hırslarımızın yorgunudur. Aklın da vicdanın da dinlenmeye ihtiyacı var, bunun için de durmamız, durup kendimize bakmamız lazım biraz. Olup biten hiçbir şey bizden bağımsız değil, günahta ortağız çünkü.


*Hafız Şirazi’nin bu beytinin lafzı böyle olmakla birlikte, manaca tamamıyla farklıdır; Arap-İslam medeniyetinin çalkantılı döneminde yaşayan Hafız, riyanın hükümranlığı altında hakikati apaçık söylemenin tehlikelerinden bahsediyor; hakikat sırrını gizli tutun, aksi halde sapkın ve gavur diye taşlanırsınız diyor.

M. Şirin ÖZTÜRK
Latest posts by M. Şirin ÖZTÜRK (see all)