Petrol
Bugün çeşitli kaynaklardan, insanlığın petrolle tanışıklığının ve çeşitli amaçlarla kullanımının binlerce yıl öncesine kadar uzandığını biliyoruz. Söz konusu kayıtlardan, M.Ö. 3200 yıllarında Mezopotamya da inşaatçılıkta harç katkı maddesi, gemicilikte yalıtım ve kalafatlama malzemesi olarak; yine tarihi kayıtlardan M.Ö. 300 yıllarında, Mısır’da mumyalama işlerinde, asfaltın kullanıldığını biliyoruz. Sümer, Asur ve Babil uygarlıklarında mozaikleri yapıştırmada, yol yapımında, gemi boya bileşikleri hazırlamada kullanılmıştı. Yunan tarihçi Herodot’da eserlerinde petrolün önemi üzerinde durur. Babil duvarlarının yapımında safranın yani petrolün kullanıldığını yazar, ayrıca Asur kraliçesi olan ve Babil devletini kuran Remiramisin yaptırdığı asma bahçelerinin inşaatında ziftin kullanıldığını da belirtir. Daha sonraları, ilkel bir şekilde de olsa aydınlatmada kullanılan petrolü Çinliler taşımak için bambu ağacının dallarını birbirine ekleyerek günümüzün “petrol boru hatlarını” o zamanlardan itibaren oluşturmuşlardı
13.yüzyılın sonlarında yakın ve uzak doğuya seyahat ettiği ileri sürülen ve varlığı tartışmalı olan Marco Polo’dan kalan metinlerde Bakü’de sıvı asfalt tasvirine rastlıyoruz. Bu metinlerde, uzak doğuda petrolün ufak ölçüde de olsa ticari bir mal gibi muamele gördüğünü, hatta bu petrolün hayvan derisinden yapılmış tulumlarda taşındığını yazmıştır.
Öte yandan petrolün yanıcı özelliğinden yararlanma yönündeki kullanımı da çok eskilere uzanmaktadır. Milattan önce Çin’de, Milattan sonra Roma, İran ve Yunanistan vb. Ortadoğu ve Avrupa ülkelerinde ham petrolden aydınlanma malzemesi olarak oldukça yaygın bir şekilde yararlanıldığına ilişkin kayıtlar bulunmaktadır.
Kolay yanma özelliği, bugün olduğu gibi eski çağlarda da, petrolün aynı zamanda bir silah olarak kullanımını mümkün kılmıştır. Petrolün, Amerika kıtasının keşfinden önceki sakinleri tarafından da bilindiği bugün yapılan arkeolojik araştırmalarla kanıtlanmıştır. Kızılderililerin tapınak ve kutsal mekânlarında yanan meşalelerin petrolle karışık olduğu tartışmasız kabul gören ortak görüş olmuştur.
20.yüzyıla damgasını vuran petrolün bir sanayi kolu olarak doğuşu 19. yüzyılın ortalarına rastlamaktadır. 1800’lü yılların ortalarında Kanadalı Abraham Gesner’in doğal olarak yeryüzüne sızan petrolden gaz yağı rafine edişi, petrol sanayinin doğuşunu simgelemektedir. Gerçekte gaz yağının üretilişi, aydınlanma alanında tam bir devrim olmuş ve gaz yağına kısa sürede büyük talep doğmuştur.
Gaz yağının üretilmeye başlanması ile birlikte hızla gelişen ham petrol talebi, doğal olarak yeryüzüne çıkan petrolün oluşturduğu kaynakların dışında petrol çıkarılması/üretilmesi ihtiyacını doğurmuş ve böylelikle petrol sanayinin yeni bir alanı ortaya çıkmıştır. Bugün dünyaya hâkim olan petrol endüstrisi 27 Ağustos 1859 doğum tarihi olarak kabul edilir. İlk kez sondajlama tekniği ile Amerika’da çıkarılmaya başlanmıştır. Titusville’de, Edwin Drake tarafından açılan kuyularla gerçekleştirilen sondajlama tekniği ile 22 metreden çıkarılan petrol kolay ulaşılan petrol oldu.
Bu teknik petrol çıkarılmasını kolaylaştırmış ve yaygınlaşmasını hızlandırmıştır. İlk sondajların yapıldığı Pennsylvania’da yaşamı büyük oranda etkilemiş, petrol aramalarını hızlandırmıştır. İki yıl gibi kısa bir süre içinde, (1860- 1862 yılları arasında) 450 bin varil olan petrol üretimini 3 milyon varile hızla çıkmıştır. Bu hızlı gelişme kırsal ve kentsel yaşamı hızla değişme zorlarken ülkenin değişik eyaletlerinde de petrol aramasını gündeme getirmiş; Ohio, Indiana ve Texas’ta başarılı sondajlar yapılmasını sağlamıştır.
Petrolden büyük zenginlik yaratmayı ilk bilen bildik bir isim olan, John D. Rockefeller olur. 1870 yılında Rockefeller, bugünkü adı ExxonMobil olan Standard Oil Campany’yi kurarak petrol üzerinde bir tekel oluşturur. Standard Oil kuruluşundan sadece 9 yıl sonra ABD’de ki petrolün üretimin yüzde 90’ı denetler duruma gelmişti.
ABD’de petrolün sondajla çıkarılmasına neredeyse paralar bir şekilde aynı yöntemle Almanya’da sondaj yöntemi kullanılarak petrol çıkarılmaya çalışılmış ancak ABD’de ki kadar başarılı olunamamıştır. Avrupa’da çok sınırlı olan petrol rezervleri ve var olanın çok derinden çıkarılması Avrupalı yatımcıları Avrupa dışında petrol kuyuları aramaya ve bu kuyuları kontrol etme kavgasının içine çekmiştir.
Avrupalı devletlerinin bazen doğrudan sermaye koyarak, bazen ülkenin enerji kaynaklarına sahip olması adına destekledikleri büyük petrol şirketlerinin kurulması bir birini izlemiştir. Bunların neredeyse hepsi öteden beri bilinen Bakü petrollerinin peşine düşmüşlerdir. Bu bölgede ilk sondaj yöntemiyle (1873) petrol çıkaran İsveçli Robert ve Ludwig Nobel Kardeşler oldu.
Bakü petrolü bir anda bölgenin kaderini değiştirdi. Boğazların önemini öne çıkararak gelecekteki sorunların ilk habercisi oldu. Bölge halkları için büyük sorunların başlangıcı Bakü petrolüne giden yolun denetimi ve/veya elde tutulması kavgasıyla başlar. Petrolün deniz taşımacılığıyla yapılması ve petrole giden yolun üzerinde Boğazların bulunması petrolden ve öneminden habersiz Osmanlı imparatorluğu için giderek bir sorun olmaya başlar. Bölge halklarının bir birine düşmanlığının başlaması, petrol taşımacılığıyla aynı tarihlerde başlamış olması oldukça ilginçtir.
Bu, bölge halklarının zaman içinde petrol için savaşan emperyalist kamplar tarafından, savaşan düşman kamplara bölünmesi, bölgede yaşanan kıyımların ve yüz yıl sürecek olan düşmanlığın kaynağı ve ilk habercisi oldu.
Ortadoğu’da Petrol ve Bitmeyen Savaşlar
Ortadoğu’nun kaderi 1900’ların başında bu bölgede petrolün bulunmasıyla bir anda değişmeye başladı. Önceleri uzak doğuya giden ticaret yollarının kapısı olarak ilgi gören ve sürekli emperyalistlerin denetlemek için hummalı çaba içinde olduğu bu bölge, petrol ile birlikte giderek daha fazla önem kazanmaya başladı.
Emperyalistler arsı kavganın, odak noktalarından biri haline geldi. Bakü petrolünün 1873 den itibaren sondajla çıkarılmasıyla İstanbul ve Çanakkale boğazların önemi Rusya’nın sıcak denizlere inme isteğine bir de, petrolün güvenli taşınması adı altında bir kez daha önem kazanmış oldu. Bu tarihten başlayarak bölgedeki etnik ve inanç kimliklerinin görünür olması, yer yer çatışmaların yaşanması da gündeme gelmeye başladı. Bölgede hakimiyet kurmak, kendine nüfus alanları yaratmak isteyen emperyalist ülkeler etnik ve inanç kimlikleri üzerinden kendilerine tutunacak alanlar yaratma çabası içine girdiler.
Petrolün İstanbul ve Çanakkale boğazları üzerinden batıya taşınması, batının boğazlara ve bir bütün olarak Osmanlılarla içinde oldukları ilişkilerinin muhtevasını değiştirdi. Süre gelen politikalarda değişikliğe gitmelerine neden oldu. Boğazların güvenliği ve denetiminin kimde olacağı sürekli tartışma konularından biri olmaya başladı.
1908 yılında İngilizlerin İran da petrol çıkarmasıyla Almanlarda Ortadoğu’ya inmiş bölgede araştırmalar yapmaya başlamışlardı. 1912 yılında bir Alman yer bilimci tarafından varlığı tespit edilen Musul ve Kerkük petrolleri bölgeyi giderek daha önemli bir hale getirirdi. Bu aynı zamanda “Makine sanayinin gelişmesi ve otomobilin yaygınlaşmaya başlaması üzerine yeni petrol yataklarının bulunması ve işletilmeye açılmasına ihtiyaç duyulmuş ve sanayileşmiş ülkeler 1900’lerin başından itibaren petrol bölgelerinin paylaşılması”[1] mücadelesine başlayarak, sonunda Birinci Paylaşım Savaşına girmekten ve Osmanlı topraklarını acımasızca paylaşmak için açık ve gizli planlar yapmaktan kendilerini alıkoyamamışlardı.
Berlin Bağdat Demir Yoluyla Almanlar aynı nedenlerle Ortadoğu’ya inmek istediler. Osmanlıyla sıcak ilişkileriyle bu bölgeleri ve bu bölge petrolünü denetlemek istediler. Alman emperyalizmi Ortadoğu ile yetinecek gibi gözükmüyordu. Osmanlının geleceğinin Türk dünyası ile birleşmede olduğu fikrini ortaya atarak tartışılmasını sağlamakla kalmadılar, Pan-Türkçü akımların gelişmesinin önünü açtılar. Sarıkamış’da son bulan doğu seferi bu yoğun ideolojik söylem altında planlandı. Türk Dünyasını birleştirme adı altında başlatılan doğu hareketi aslında Bakü petrollerinin Almanya adına denetlenmesi anlamına geliyordu. Bütün planları Alman Genelkurmayında yapılan doğu harekatı/seferi ne yazık ki; Sarıkamış’ta binlerce askerin bir tek mermi atmadan soğuktan donarak ölmesiyle son buldu.
İngiliz ve Fransızlar da boş durmadılar, bölge halklarıyla yakın ilişki kurarak güneyde Arap ve Kürt milliyetçiliği üzerinden, doğuda Ermeni halkıyla ilişkileriyle bölgede kendilerine tutunacak zemin yaratmaya çalıştılar. Dört yıl süren savaşın galibi İngilizler ve Fransızlar Ortadoğu’da kendi kontrollerinde daha küçük, güçsüz uydu devletler üzerinden Ortadoğu’da söz sahibi olmak için, cetvelle sınırlar çizdiler. Petrol artık vazgeçilmez olduğu kadar kanlı savaşlarında nedeni olacaktı. Churchill’in donanma gücünü arttırmak için yakıt olarak kömür yerine petrolün kullanılmasını önerdiği andan itibaren çok daha fazla ve çok daha kanlı hesaplaşmaların habercisiydi. Bu yüzden; Churchill, 1936’da Avam Kamarası’nda “bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir” diyebilecekti…
Petrol Savaşları, Erdoğan’ın zavallı tarih bilgisi…
Erdoğan her konuda konuşarak ne kadar bildiğini göstermeye çalışırken, ne kadar bilmediğini, bilgi dağarcığının ne zavallı durumda olduğunu göstermekten öte bir şey yapmıyor. En son tarih dersi veren öğretmen edasıyla, “Musul bizimdir” derken bilgisizliğini ortaya koyarken, Ortadoğu batağına girmekteki ısrarıyla bu bölgedeki pastadan pay almak isteyen egemen sınıfların çıkarını yüksek dille ifade etmiş olmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Bizim her şeyi Erdoğan’ın kişisel tercihleri olarak gördüğümüz aslında değişen dünya da Ortadoğu’da ki paylaşım savaşında olmak isteyen egemen sınıfların onu ittiği yer olarak görülmesi gerekiyor.
Türkiye 1923 sonrası sınırlarıyla petrol bölgesinin dışında, Ortadoğu bataklığından, emperyalizmin bu bölgedeki oyunlarından kısmen uzak kalabildi. Ancak bu, 2000’li yıllara doğru değişmeye başladı.
Değişimin sebebi Türkiye’de zengin petrol yataklarının bulunmuş olması değildi. Gelişen teknikler ve taşımanın daha düşük maliyetli, petrol boru hatlarının işlevini ve önemini artırdı. Türkiye’nin coğrafi konumu, petrol üreten ülkeler ile petrole en çok gereksinim duyan batılı kapitalist ülkeler arasındaki jeopolitik konumuyla önemli olmaya başladı. Bu jeopolitik konum uluslararası büyük petrol şirketleri açısından, Türkiye’yi önemli yaparken, Türkiye egemen sınıflarının da iştahını kabartan bulunmaz bir fırsat oldu. Bunun Türk dış politikasına yansıması kaçınılmazdı.
Öyle de oldu…
Bize “Yeni Osmanlıcılık” söylemiyle sunulan yeni dış politika, Ortadoğu ve Kafkaslarda süren petrol savaşlarının Türkiye’nin dahil olmasından başka bir anlama gelmiyor. Küresel sermaye içinde, oldukça önemli bir güç olan uluslararası büyük petrol şirketlerinin itmesi, Türkiye’nin egemen sınıflarının pastadan pay kapma iştahı ile örtüştüğü noktada, Türkiye’nin ulusal sınırlarını tartışmalı hale getiren, Lozan’ı reteden söylemleri, rahatlıkla en üst düzeyde dile getirmesi kaçınılmazdı.
Erdoğan’ın yaptığı tam da budur.
Erdoğan’ın Musul çıkışı kişisel bir tercihten çok, hizmetinde olduğu küresel sermaye ve yeni Türkiye’nin egemenlerinin tercihinin önü ardı düşünülmeden dile getirilmesidir.
En az 2000’lerin başından beri gündemde olan, Katar ve Suudi petrolü ile doğal gazının Irak, Suriye üzerinden Türkiye’ye getirilmesi, buradan da Avrupa’ya aktarılması planları, Rus doğal gazına Avrupa’da ciddi rakip oluşturma hamlesidir.
Tamda bu yüzden Suriye, Rusya ile yakın ilişkilerinden dolayı bu güzergahın, Suriye üzerinden geçmesine “Hayır” dedi.
Bu “hayır” Suriye iç savaşının başlangıcı oldu. Bize çok bilinmezi olan bir denklem gibi sunulan Suriye iç savaşı, o kadar da bilinmez bir nedenden dolayı başlamadı. Petrol bir kez daha halkların kanının dökülmesi için yeterli bir neden olmayı başardı. Esad’ın diktatör olduğu, Suriye halkına baskı yaptığı, başlatılan iç savaşın dünya kamuoyunda kabul edilmesini sağlamak için kullanıldığını söylemeye gerek var mı bilmiyorum.
Katar, Suudi petrol ve doğal gazının Avrupa’ya taşınmasının önündeki bir diğer engel de Irak’ın Şii yöneticileriydi. Bu da; Türkiye Irak ilişkilerinin bir noktadan sonra neden bozulduğunu bize yeteri kadar açıklıyor.
Erdoğan’ın mezhepçi söylemi ve Irak Başbakanı ile içine girdiği ağız dalaşının altında bu boru hattının hayata geçirilmesine bağladığı umutlar yatıyor. Erdoğan arkasını Katar ve Suudiler ile buralardan petrol çıkaran büyük petrol şirketlerine dayayarak ortaya kendini attıkça karşısında hazır buldukları; Rusya, Suriye, Irak ve İran olması kaçınılmazdı.
Olası Suriye ve Irak engelini aşmanın formülü çabuk bulundu. Formül hazırdı. Davutoğlu’nun öfkeli Sünni gençler dediği IŞİD idi o formül. Irak’ın Şii yönetimi ve Alevi Esad karşısında hızla bu boru hattının geçmesi planlanan güzergah üzerine IŞİD’in yerleştiğini görüyoruz.
Musul, tam da; bu güzergah üzerinde bulunuyor. Bu plan çerçevesinde, IŞİD’in Musul’a girmesine Türkiye seyirci kalmayı göze alabildi. Konsolosluğunu boşaltmadı. Bilinen rehine krizinin yaşanmasını göze aldı.
Burada bir parantez açarak, Batının bu oyunda nerede durduğu üzerine de bir kaç şey söylemek zorundayız. Katar ve Suudi doğal gazı ile petrolünün Türkiye üzerinden batıya pazarlanması Rusya dışında bir tedarik edicinin ortaya çıkması batının Rusya ile ilişkilerini rahatlatacaktır. Ukrayna kriziyle Rusya’ya uygulanması düşünülen yaptırımlar tam da Rus doğal gazı yüzünden yeteri caydırıcı sertlikte olamıyor. Her şey bir yana, Ukrayna Rus doğal gazının geçiş güzergahı üzerinde olması yaşanan kriz doğrudan Avrupa’nın da bir sorunu olabiliyor. Arap doğal gazı, Avrupa’nın elini her açıdan rahatlatacak bir seçenek olacaktı. Diğer, daha önemli bir neden ise, Arap petrol ve doğal gazını batılı şirketlerin tekelinde olmasıdır. Adlarını burada saymayacağımız bilinen büyük petrol şirketleri bu doğal gaz ve petrol boru hattıyla batı gibi önemli bir pazarda söz sahibi olmaya başlayacaklar, Rusya’ya rakip olabilecekler.
[1]Faruk Aslan, Ortadoğu’dan Kafkasya’ya Türkistan’a
- Hız Sınırlarını Aşmak ve Ortadoğu’nun Çaresizliği - 15 Aralık 2024
- Kozmik Birlik: Hepimiz Yıldızların Çocuklarıyız - 9 Ekim 2024
- İçsel Yolculukta Aldığımız Yaralarla Ayağa Kalkmak - 25 Mayıs 2024