Ayasofya’nın ibadete açılması konusunda beklenen yaygara çıkmadı. Muhalefet de karara ses çıkarmayınca “millî/millî olmayan” ekseninde köpürtülecek bir popülist şov da akim kalmış oldu. Muhalif medyadaki yaygın kanaat Ayasofya kararının yaklaşan seçimlere ya da Erdoğan’ın düşen oy oranının ve azalan popülaritesinin tahkimine yorulması şeklinde.
Kararı nasıl okumalı? İktidarın, AKP’nin bu karardan beklentisi nedir? Dürüst olalım, aslında kimsenin “yürütme” anlamında -dar anlamda- “iktidar” kurumu, mekanizması ya da bir tüzel kişilik olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Ayasofya’nın ibadete açılması konusunda ne düşündüğünü, bu siyasî karardan ne beklediğini tartıştığı bile yok. Kimsenin bununla ilgilendiği de yok, ki doğrusu da bu. Çünkü Ayasofya’nın ibadete açılmasına ilişkin Danıştay’ın kararı da dahil, açıklamaların hiçbiri “rasyonel” tartışmalara tekabül etmiyor. Yeri gelmişken belirteyim; Ayasofya’nın müze olarak kullanılmasına dair Bakanlar Kurulu Kararı’nın[1] iptaline ilişkin (Bakanlar Kurulu Kararı’ndaki imzaların, başta da Atatürk’ün imzasının sahte olabileceği ve grafolojik açıdan incelenmesi gerektiği, Bakanlar Kurulu Kararı’ndaki imzaların sonradan atıldığının tespit edildiği ve “UNESCO’nun sitesinde bile Ayasofya’nın müze olduğunun yazmadığı” türünden kelimenin tam anlamıyla “zihni sinir”) iddialar[2] bile, Ayasofya’nın ibadete açılması ile ilgili kararın ve bu kararın gerisindeki iradenin “rasyonel” olmadığını göstermektedir. Ayasofya ile ilgili kararın arkasındaki rasyonel gerekçeyi aramaya dair bir tartışmanın en hafifinden “naif” olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
Söylemek istediğim şeyin alınan kararı yanlış bulduğum için onu rasyonel olmamakla itham etmek şeklinde anlaşılmasını istemem. Buradaki “rasyonel olmayan”ı, Weberyen anlamda “yasal-ussal” olmayan, olamayan anlamında kullandığımı belirtmek istiyorum; çünkü Ayasofya ile ilgili kararın Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle birlikte iyiden iyiye yol alan neo-patrimonyalizmin bir şaheseri olarak ele alınabileceğini düşünüyorum.
Bu açıdan, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasına dair alınan karar ne bir hukukî karardır, ne AKP’nin seçimlere ilişkin bir popülist hamlesidir ne de bir caminin hizmete açılmasına karar verilmesi gibi kamu yönetimini ilgilendiren bir bürokratik karardır. Alınan bu kararın, gelecek seçimlerde Erdoğan açısından olumlu bir etkiye sahip olması beklenebilir, hatta Erdoğan’ın azalmakta, sönmekte olan popülaritesine benzin dökeceği de umulabilir ancak ben, bu kararın kuvveden fiile geçmesindeki temel saikın bunlar olmadığını, aksine bunun “Erdoğan’ın kişisel bir kararı olduğunu” düşünüyorum. Bu kararın siyasal yorumu da onun tam da patrimonyal mekanizmalara dayalı olarak verilmiş bir “kişisel irade” olmasıyla yakından ilgilidir. Sanıyorum şu “kişisel karar/irade” sözünü detaylandırmak iyi olacak. Şöyle ki, Ayasofya’nın ibadete açılması kararı, bir cumhurbaşkanının, yürütme organının, yasal-ussal bürokratik mekanizmaların imbiliğinden süzülerek alınmasına önayak olduğu bir karar olarak değil, patrimonyal bir otoritenin kendi iradesini, sadece kendisine bağlı, kendisine mutî işgüderlerine aldırması olarak okunmalıdır. Erdoğan’ın bu “kişisel kararı” bu açıdan önemlidir. Hiç kuşkusuz bu, “Fatih’in hediyesi olan bir camiyi gasp eden Kemalistlere karşı vurulmuş bir darbe, Reis’in (patrimonyal sultanın) kişisel bir zaferidir” de.
Ayasofya kararını konuşabilmek için öncelikle, “cumhurbaşkanlığı sistemi” adı verilen “Türk usulü” sistemin, yasama-yürütme-yargı alanındaki işbölümünün “parlamenter sistem” ile değil de “başkanlık sistemi” adı verilen sisteme göre yapılmasına karar verilmesinden çok daha geniş bir anlama geldiğini kabul etmemiz lazım. Bunun bir “sultanizm”e, “patrimonyalizm”e dönüş anlamına geldiğini görebilmemiz gerekiyor. Cumhurbaşkanlığı sisteminin, taraftarlarının iddia ettiği gibi hızlı karar almaya, bürokratik engelleri aşmaya, FETÖ ile mücadeleye ve benzerlerine yaramayacağı zaten aşikârdı. Cumhurbaşkanlığı sisteminin tek ama tek amacı Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğunda azalan operasyonel gücünü tahkim etmesini, devlet kurumları üzerinde tek başına karar verme yetkisini artırabilmesini sağlamaktı; sağladı da. Özetle Cumhurbaşkanlığı sistemi Erdoğan’a, kişisel karar ve tercihlerini, devlet mekanizmasına dayatabileceği “yeni”, ama “eski”den (Osmanlı patrimonyalizminden) devşirilmiş bir “yeni” güç sundu. Ancak bu sistem -aynı zamanda- kör-topal, hatasıyla, eksiğiyle bürokrasinin Tanzimat’tan bu yana yönünü çevirdiği rasyonel bürokrasi düşüncesi ile bağlarını tamamen koparması anlamına da geliyordu. Evet, Türkiye bürokrasisi hiçbir zaman tam anlamıyla bir “rasyonel bürokrasi” olmadı, olamadı. Osmanlı’dan devraldığı patrimonyal öz, Tanzimat Fermanı’nda bile zikredilen rüşvet ve yolsuzluk, hiç aralıksız tüm Cumhuriyet tarihi boyunca sistemi kemiren hamilik/patronaj bağları Cumhuriyet’in kamu bürokrasisinin de genetik bir hastalığı oldu ama yine de rejim göstermelik de olsa bir “rasyonel bürokrasi” hedefini her zaman koruyageldi.
Cumhurbaşkanlığı sistemi işte bunu ortadan kaldırdı: Elimizde, patrimonyal köklere sahip ama rasyonel olmaya çalışan bir devlet mekanizması vardı. O gitti ve yerine Tanzimat’tan beri kimi rasyonel refleksleri edinmiş ama patrimonyal olmayı hedefleyen ve bundan da gurur duyan bir devlet mekanizması geldi. Eskiden patrimonyal köklere sahip rasyonel bir devlet mekanizması varken, yerine modern, yasal-ussal köklere sahip patrimonyal bir bürokrasi getirildi. Bu sürecin “kabine” sisteminden “kabile” sistemine geçiş olarak okunması da düşünülebilir. Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte “kabine”den “kabile”ye geçiş, tüm devlet kurumlarının yasal-ussal özlerinin boşaltılması, yerine Erdoğan’ın kişisel hırs, heves, beklenti, arzu ve politikalarının takipçileri olacak, bizzat onun tarafından işe konulan, ondan berat alan, ona karşı sorumlu ve elbette devlete değil, Erdoğan’a itaat eden bir sekreteryanın (eskinin memurları, müdürleri, müsteşarları, bakanları…) doldurulması ile gerçekleştirdi. Ahmet İnsel[3] de patrimonyalizmin “… mülkiyetin [burada Ayafosya] mutlak olarak hükümdarın elinde toplanmasına ve devletin toplumsal ve ekonomik ilişkilerin belirleyicisi olmasına denk düştüğünü” belirtmektedir.
Özetle, Cumhurbaşkanlığı sistemi ile Erdoğan patrimonyal bir sultana doğru evrilirken, yasama, yürütme ve yargısıyla topyekûn kamu bürokrasisi de sultanın iradesine bir vassalın bir mümininki türünden kişisel bir ilişki ile bağlı bir yapı haline gelmeye başladı. Nitekim Weber, Sosyoloji Yazıları’nda[4], yasal-ussal bürokrasinin memurunun patrimonyal bürokrasidekinden farkını şöyle dile getirir:
Memuriyet, bir “meslek”tir. Bunun ilk koşulları arasında, insanın uzun bir süre için tüm çalışma kapasitesini gerektiren iyice belirlenmiş bir eğitimden ve işe alınmak için gerekli, genel kurallara bağlı özel sınavlardan geçmek vardır. Dahası, memurun konumu, doğası gereği bir görev niteliğindedir. Bu da onun ilişkilerinin iç yapısını aşağıdaki biçimde belirler: Hukuken ya da fiilen, görev ve makam sahibi olmak, Orta Çağlar’da genellikle ve çok yakın zamanlara kadar da Yakın Çağ’da sık sık görüldüğü gibi rant ya da maddi kazanç aracı olarak kullanılamaz. Özgür iş sözleşmelerinde olduğu gibi, normal bir eşit hizmet takası olarak kabul edilemez. Özel sektör dahil, bir işe girmek, geçim güvencesi karşılığında sadık bir yönetim gösterme taahhüdünde bulunmak demektir. Saf tipi ele alırsak, günümüzde göreve bağlılığın somut ayırdedici özelliği, feodal ya da patrimonyal ilişkilerde vassalin ya da müminin inancı gibi kişisel bir ilişki, tek bir kişiye bağlılık ilişkisi yaratmamasıdır. Çağdaş bağlılık duyguları, kişisel değil işlevsel amaçlara adanmıştır. Tabii, işlevsel amaçların ardında çoğu zaman “kültür değerlerine ilişkin düşünceler” yatabilir. Bunlar, bu dünyadaki ya da bu dünyanın ötesindeki kişisel efendilerin yerine geçer: “Devlet”, “kilise”, “toplum”, “parti” ya da “işletme” gibi kavramların topluluk içinde gerçekleştiği düşünülür; bunlar, efendi için bir ideolojik hâle işlevi görürler.
Weber[5], patrimonyalizmin ve onun en radikal durumu olarak sultanizmin, “… geleneksel egemenlik, bir efendinin salt kişisel araçları olan bir yönetim ve askeri güç geliştirdiğinde doğma eğiliminde” olduğunu da belirtmektedir. Reisin, efendinin “… otoritesi önceleri, seçkin grup hakkı olarak görünüyordu; şimdi onun herhangi sıradan bir nesneyi sahiplendiği şekilde kişisel hakkına dönüşmektedir. Prensip olarak, kendi hakkını herhangi bir ekonomik varlık gibi kullanabilir-satar, güvence olarak rehin verir ya da miras yoluyla böler”.
Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanlığı Sistemi adı verilen bu neo-patrimonyal sistemi, bir nevi bir “Osmanlı’ya dönüş”, bir “öze dönüş” olarak kodladığını da söyleyebiliriz. Erdoğan’ın bunu, kendi (neo)partimonyalizmi ile Osmanlı’nın -İnalcık’ın sık sık vurguladığı[6]– geleneksel patrimonyalizmi arasında Abdülhamit “mitos”u üzerinden kurduğu/kurduttuğu rabıta üzerinden tesis etmeye çalışmaktadır.
Osmanlı’nın (ama daha doğrusu Osmanlı tarihinin Türk sağındaki tecessümü, sembolü olarak Abdülhamit’in) geleneksel patrimonyalizmi ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile şekillendirdiği neo-patrimonyalizmi arasında kurulan rabıtayla tesis edilen bu “öze dönüş”ün Erdoğan’a tarihsel bir misyon yüklediğini de görmezden gelmemek gerekiyor. Ayasofya’nın ibadete açılmasını, hem de 24 Temmuz’da (İkinci Meşrutiyet’in ve Lozan Antlaşması’nın sene-i devriyesi ve bir cuma günü) açılmasını da bu noktadan hareketle okumak yanlış olmayacaktır. Artık Erdoğan’ın kişisel iradesi ile Ayasofya’yı camiye çevirmesi ile Fatih’in fethettiği kentteki kiliseyi kişisel iradesi ile camiye çevirmesi, hiç değilse söylemsel düzeyde aynı hatta oturabilecek; Abdülhamit’e karşı İkinci Meşrutiyet’i ilan eden Necip Fazıl’ın sözleriyle “Mason İttihatçı komplonun” intikamı tam da 24 Temmuz’da alınabilecektir.
[1] 24/11/1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı
[2] Davacı tarafından, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararındaki imzaların gerçekliğinin grafolojik yönden incelenmesi gerektiği, 1924 Anayasası’nın 52. maddesi gereğince kararnamelerin Resmî Gazete’de yayımlanması ve Danıştay’ın incelemesinden geçirilmesi gerekirken bu şartlara uyulmadığı, Kararda imzaları bulunan bazı bakanların karar tarihinde Ankara dışında olduklarının Meclis tutanakları ile sabit olduğu, Ayasofya’nın tapu kaydında “müze” değil, “cami” ifadesinin yer aldığı ve UNESCO’nun resmi internet sitesinde müze olarak tanımlanmadığı, vakıf malı olan Ayasofya’nın vakfiyesine uygun bir şekilde cami olarak kullanılması gerektiği, vakfedenin iradesine aykırı hareket edildiği, Ayasofya’nın Kültür ve Turizm Bakanlığına tahsisine yönelik alınmış bir karar bulunmadığı ileri sürülerek, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının iptali istenilmektedir. Danıştay Onuncu Daire, Esas No : 2016/16015, Karar No : 2020/2595
[3] İnsel, Ahmet, (1996). Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye, İstanbul: Ayrıntı, s. 96.
[4] Weber Max, (2004). Sosyoloji Yazıları, 6. Basım, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 293.
[5] Weber, Max (2012). Ekonomi ve Toplum Cilt-1, çev. Latif Boyacı, İstanbul: Yarın Yayınları, s. 352.
[6] Halil İnalcık Princeton Papers on Near Eastern Studies’te yer alan “Comments on Sultanism: Max Weber’s Typification of Ottoman Polity” (1992: 49-72) adlı makalesinde patrimonyalizmi, monarkın askerî ve yönetsel örgütlenmeyi kendi kişisel manivelası olarak kullanması olarak yorumlar. İdarî manada patrimonyal devlet hükümdarın mutlak hakimiyetine dayanır; devlet kademeleri ise hükümdarın kişisel tercihi doğrultusunda pay edilir.