Otoriter Liderlerin Psikolojisi: Narsisizm, DARVO ve İktidarın Sosyolojik Anatomisi

Kapitalist krizlerin derinleştiği dönemlerde, burjuva demokrasisinin çöküşü kaçınılmaz hale gelirken, otoriter figürlerin yükselişi bir sapma değil, aksine sistemin yapısal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Trump, Putin, Orbán, Netanyahu, Modi  vb. liderler, yalnızca bireysel psikolojik eğilimleri nedeniyle değil, aynı zamanda neoliberalizmin yarattığı toplumsal bunalımın doğrudan ürünü olarak sahneye çıkmışlardır. Egemen sınıfların yönetemediği kriz koşullarında, kitlelerin umutsuzluk içinde “güçlü lider” figürlerine yönelmesi, sistemin kendi çelişkileri içinde ürettiği bir kaçış mekanizmasıdır. Ancak bu figürlerin siyasal stratejileri, yalnızca bireysel narsisizmleri üzerinden değil, toplumsal koşullarla kesiştikleri noktalar üzerinden okunmalıdır.

Psikoloji bilimi, narsisizmi bireyin kendisini aşırı yüceltmesi, empati eksikliği ve sürekli övgü arayışıyla tanımlasa da, otoriter liderlerin narsisizmi bireysel bir psikolojik bozukluk olmaktan çıkarak siyasal bir stratejiye dönüşmektedir. Harvard Üniversitesi’nden Howard Gardner ve Citizen Therapists kolektifinin analizleri, bu liderlerin toplumu manipüle etme biçimlerinin patolojik narsisizmleriyle doğrudan bağlantılı olduğunu göstermektedir. Otoriter liderler, kendilerini milletin kaderiyle özdeşleştirerek iktidarlarını meşrulaştırmaya çalışırlar. Örneğin, Tramp’ın “önce Amerika” söylemi, Rusya’da Putin’in “Rusya benimle yeniden büyük olacak” iddiası, yalnızca kişisel bir büyüklük sanrısı değil, aynı zamanda toplumu kendi etrafında konsolide etme stratejisinin bir parçasıdır. Bununla birlikte, bu figürler eleştiriye tahammülsüzdür ve her türden muhalefeti bir “komplo” olarak tanımlarlar. Trump’ın seçim yenilgisini hile olarak nitelendirmesi ya da otoriter liderlerin ekonomik krizleri dış güçlerin oyunu olarak sunmaları, iktidarlarını sürdürmek için gerçekliği çarpıtmaktan çekinmediklerini göstermektedir.

Bu liderlerin en belirgin özelliklerinden biri de empati eksikliğidir. İnsan hakları ihlallerine, savaş suçlarına veya ekonomik adaletsizliğe karşı tamamen duyarsız olmaları, onları yalnızca otoriter figürler değil, aynı zamanda şiddeti meşrulaştıran politik aktörler haline getirir. Putin’in Ukrayna’da sivilleri hedef alan saldırılarını “özel operasyon” olarak adlandırması ya da Trump’ın göçmen çocukları ailelerinden koparan politikaları, bu liderlerin pragmatik bir acımasızlıkla hareket ettiklerini göstermektedir. Aynı şekilde, sürekli övgü ihtiyacı içinde olan bu figürler, mitingler, devlet törenleri ve propaganda aygıtlarıyla çevrelenmiş ortamlarda alkışlarla beslenerek var olurlar. Destekçilerinin koşulsuz sadakati, onların narsisistik açlığını doyurmanın bir aracı haline gelmiştir.

Otoriter liderlerin manipülasyon taktiklerini sistematik olarak incelediğimizde, psikolog Jennifer Freyd’in tanımladığı DARVO stratejisinin belirleyici olduğunu görmek mümkündür. DARVO, inkâr, saldırı ve mağdur-suçlu yer değiştirme üzerine kurulu bir siyasal araç olarak otoriter yönetimler tarafından etkin bir biçimde kullanılmaktadır. Suçlamalar karşısında liderler asla yanlış yaptıklarını kabul etmezler. Trump’ın 6 Ocak Kongre baskınındaki rolünü reddetmesi ya da Putin’in savaş suçlarını tamamen inkâr etmesi, bu mekanizmanın işleyişine dair örneklerdir. Bu noktada, yalnızca inkâr ile yetinilmez, aynı zamanda eleştirileri etkisiz hale getirmek için muhalifler kriminalize edilir. Muhalif siyasilerin ve gazetecilerin “terörist” ilan edilmesi veya Trump’ın ana akım medyayı “halkın düşmanı” olarak nitelendirmesi, muhalif sesleri bastırmanın ve toplumu kutuplaştırmanın tipik yollarıdır. Bununla birlikte, eleştiriye maruz kaldıklarında kendilerini mağdur konumuna yerleştirme stratejisi de devreye girer. Putin’in “Batı bizi kuşatıyor” söylemi ya da sürekli olarak “dış güçler” argümanının ileri sürülmesi, halkın lider etrafında kenetlenmesini sağlamaya yönelik psikolojik savaş tekniklerinden biridir.

Bu bağlamda, otoriterizmin toplumsal kaynakları, yalnızca bireysel narsisizmin ötesine geçen yapısal dinamikleri içinde barındırmaktadır. Frankfurt Okulu’nun otoriter kişilik teorisi, kitlelerin otoriter liderlere yönelmesini yalnızca bireysel psikoloji üzerinden değil, kapitalizmin kriz dönemlerinde artan güvencesizlik hissiyle açıklar. Kitleler, neoliberalizmin yarattığı sosyal ve ekonomik istikrarsızlık karşısında, kendilerini koruyacağını iddia eden figürlere yönelirler. Bu süreçte otoriter liderler, kriz zamanlarında milliyetçiliği ve düşman yaratma stratejisini devreye sokarak, halkın öfkesini sistemden uzaklaştırıp dışsal unsurlara yöneltirler. Trump’ın göçmen karşıtı söylemleri, Orbán’ın mültecileri kültürel bir tehdit olarak sunması, iktidarın sorumluluğunu bir “dış düşmana” havale eden tipik örneklerdir. Aynı zamanda, bu liderler karmaşık toplumsal ve ekonomik sorunlara basit ve popülist çözümler önererek kitleleri manipüle ederler. Sınırları kapatmak, ekonomik krizleri “dış mihraklara” bağlamak veya siyasi muhalifleri hain ilan etmek, otoriter yönetimlerin klasik reflekslerindendir.

Bu liderlerin ideolojik hegemonyalarını inşa ederken en çok başvurdukları araçlardan biri de milliyetçilik ve dinin araçsallaştırılmasıdır. Otoriter figürler, kendilerini ulus-devletin kaderiyle özdeşleştirerek iktidarlarını “milli irade” söylemiyle meşrulaştırır. Dillerinden düşürmedikleri “milletin iradesi” vurgusu, Rusya’da Putin’in tarihsel misyonuna yaptığı atıflar, kitleleri duygusal bağlarla manipüle etmenin siyasal enstrümanlarıdır. Bu sürecin bir diğer tamamlayıcı unsuru ise medyanın kontrol altına alınmasıdır. Rusya’da RT, ABD’de Fox News gibi propaganda aygıtları, otoriter lider kültünü pekiştiren araçlara dönüşmüştür.

Son kertede, narsisistik otoriter liderler, iktidarlarını sürdürebilmek için gerçekliği çarpıtmaktan, kurumsal yapıları zayıflatmaktan ve toplumu kutuplaştırmaktan çekinmemektedir. Ancak tarih, bu figürlerin yönetimde başarısız olduklarını ve krizleri derinleştirerek kendi sonlarını hazırladıklarını göstermektedir. Çünkü narsisist liderler, uzun vadeli çözümler üretmek yerine, anlık zaferlerin peşinden koşarak sürekli yeni krizler yaratırlar. Bu tehdide karşı koyabilmek, demokratik kurumları güçlendirmek, manipülasyon tekniklerini teşhir etmek ve toplumsal dayanışmayı büyütmekle mümkündür. Otoriterizme karşı en etkili mücadele, bireysel çabaların ötesinde, çoğulcu ve demokratik karşı duruşlarladır. Kapitalizmin yarattığı krizler, otoriter çözümleri değil, toplumsal eşitlik ve adalet temelinde demokratik dönüşümleri zorunlu kılmaktadır. Mücadele tam da burada başlamaktadır.