On yıl önce/sonra, “Türbanlı Bacım”

Bu aralar Sosyal Medya’da moda olan bir uygulama var. On yıl öncesi/sonra (Challenge.) Bu moda her kesimden katılanlarla hızla yaygınlaşıyor. İnsanlar, hiç üşenmeden, arkeolog titizliği ile on yıl önceki fotoğraflarını arayıp buluyor, kullanıyorlar.

Bu uygulamanın altında Fecebook’un bir hinliği yatığı, geliştirmekte olduğu sanal zekanın “yüz tanıma” programı için veri toplama amaçlı olduğu yazılmış olsa da, uygulama yaygınlığından hız kesmiyor.

Dünya’da olduğu gibi, Türkiye’den de değişik kesimlerden insanlar bu uygulamayı kullanarak yaygınlaşmasına katkıda bulunuyor.

Levent Gültekin, Diken’de ki köşesinde, bu konuyu daha dar bir alana sıkıştırarak ele almış. On yıl önce türbanlı olan genç kızların, bugün başlarını açık görüntüleyen fotoğraflarına gelen eleştiri ve yorumları değerlendirmekle kendini sınırlamış.

Gültekin paylaşılan fotoğrafların altına yazılan yorumların insafsız, sığ ve ağır olduğunun altını çiziyor. Bu tür eleştirilerin yaşam tarzına müdahale olduğunu da belirten Gültekin, sorunu AKP ve onun on altı yıllık iktidarının bir sonucu olarak görüyor.

Yazının ana fikri, AKP’nin her yola başvurarak iktidarda kalma çabası, “türbanlı bacımızı” rahatsız etmiş ve o da bu rahatsızlığa tepki olarak türbanı çıkarıp atmış.

Gültekin, bu tespitten kalkarak kızılacak, eleştirilecek olanın, toplumu ayrıştıran, kamplara bölen, savurgan, yolsuzluğa batmış kötü AKP iktidarı olduğu sonucuna varıyor. Bu savını güçlendirmek için de, bir başka yazısında da sözünü ettiği, Orta Doğu Teknik Üniversitesinde katıldığı bir konferans sonrası, bir genç kızımızın kendisine aktardıklarını anlatıyor. AKP’yi ve iktidarı desteklemediği için AKP’ler tarafından, başındaki türbandan dolayı diğer kesimler tarafından dışlanan, yalnızlaşan genç kızın gözyaşlarına sarılıyor.

Kuşkusuz böylesine acı, yürek burkan tekil örnekler her yerde bulmak mümkün. Bunların yaşandığı, insanların inançları ve inancalarını yaşama biçimleri üzerinden yargılandığı, dışlandığı, acılar yaşadığı Türkiye’nin çok yabancısı olduğu konular değil. Ancak olayı salt bu tekil örnekler üzerinden okumak ve sorunu kötü bir iktidar pratiği, İslamcıların toplumu geren açıklamaları, nobranlık üzerinden açıklamaya çalışmak tek başına mümkün değil. Ve yeri gelmişken hemen söyleyelim, sorunu böylesine dar bir alana sıkıştırmak bir başka sığlık olur.

Bu türden değişim ve dönüşümlerin sebepleri sorgulanırken, bireysel, tekil örnekler de elbette hesaba katılmalı. Ancak, bu tekil örnekleri de açıklama ve anlama olanağı verecek olanı bulmak için biraz daha derinlikli bir çaba içinde olmayı gerektiriyor. Toplumun sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik süreçleri göz ardı edilerek, bu tür olguları anlamakta, açıklamakta mümkün değildir.

Bir araştırma şirketinin (KONDA) açıkladığı anket sonuçları ile, “on yıl önce/sonra” uygulamasını birlikte ele aldığımızda Türkiye’de bir şeylerin değişmekte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

Kısaca söylemek gerekirse, 1980’dan bu yana hızla şehirlere akan kırsal nüfusun, şehirler üzerinde yaratmış olduğu stres ve oluşturduğu tahribat giderek etkisini kaybediyor. Öteden beri, batıdaki şehirleşme dinamiklerinden yoksun olan Türkiye’nin şehirleri, 1980 sonrası hızlı ve yoğun göç dalgaları altında kaldı. Şehirlerin hızla şehir vasfını kaybettiğini, her birinin büyük bir köye dönüştüğünü, kırsal nüfusa ve onun getirdiklerine her anlamda teslim olduğunu gördük.

Kent nüfusunun çok üzerinde gerçekleşen göç dalgaları, şehre entegre olmak yerine, ona direnmeyi, şehirlerin şehir vasfını kaybetmesine, kırsallaşmasına neden oldu. Ancak, şehir bütün eksiklerine rağmen, fiziksel büyüklüğüyle kaçınılmaz olarak kırsallaşmasının önüne geçecek güçtedir. Kırsal alışkanlıklar, değerler ve bir bütün olarak yaşam tarzı, uzun süre şehirde kendini yeniden üretemez, bir yerden sonra şehre yenilmekten kurtulamaz.

Kırın kapalı yapısı içinde, hiç ve/veya sınırlı iletişim içinde oldukları sosyal çevre ve inanç gurupları ile aynı şehri onlarca yıldır paylaşan, birlikte yaşayan insanların, hayata çekildikleri yerden bakması mümkün olmaz. Birlikte aynı şehri paylaşmak bile tek başına değişimi diyalektik olarak zorunlu kılar.

Üstelik on yıl öncesinden söz ettiğimizde ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlerden söz ettiğimizi akıldan çıkarmamak gerekiyor. Şehirde doğmuş büyümüş, öğrenim görmüş bu kuşaklar alilerinin yönlendirmeleri, baskısı ile ne kadar içe dönük bir yaşam sürmüş olurlarsa olsunlar, bu içe kapanmayı kırmaya en yakın kesimlerdir. Şehir yaşamı, doğası gereği, aile ve akraba bağlarının giderek zayıflamasına, bireylerin üzerlerinde hissettikleri baskının hafiflemesine neden olur. Bu baskının kısmen de olsa hafiflemesi, bireyin şehirle arasına giren siyasal, ideolojik görüşleri ve sembolleri sorgulamasına, uygun zamanda ondan kurtulmasına kadar varır.

Bu genç kızlarda türbandan kurtulmak olurken, erkeklerde sakal, bıyık kesmek olarak gerçekleşiyor. Genç kızların türbanı ile uğraşmayı bir kenara bıraktığımızda erkeklerdeki değişimi de görebileceğiz…

Bütün bunların dindarlıktan vazgeçme, dindarlığın gerilemesi olarak okunması doğru olmaz. Bu daha çok kırsal ataerkil aile yapılarının kırılması, şehre ait olmayan değerlerin zemin kaybetmesi olarak okunabilir.

Belki son söz olarak, kırsal muhafazakarlığın giderek yerini kentli daha liberal bir muhafazakarlığa bıraktığını söylemek daha doğru olur. Bu yeni muhafazakarlığın, “türbanlı bacım” söylemiyle politika yapmakta ısrar edenlerle bağlarını öncelikle zayıflatacağını yakın bir gelecekte tamamen koparacağını beklemek hiç de yanlış olmaz.

Hasan KAYA