Oblomov olmak ister miydin?

”Önümüze arzu edilecek yığınla şey koyuluyor ama neticede hiçbir şeye sahip olamıyoruz ve sonunda sahip olma arzusunun pençesine düştüğümüzü hissetmekten başka bir şey yapamıyoruz

Georges Perec

“Yalancı, yalancı sana kimse inanmaz, yalancı yalancı sözüne kimse kanmaz.”

Utanmadan çocuklara böyle şarkılar öğretip gerçek olmayan bir dünyaya hazırlıyorsun…
Hâlbuki beşer en kolay yalana inanır, kendi yalanına ise en çok.
Böyle saçma sapan bir şarkı yerine, yalanın hayatın içerisindeki yerini anlatsana.
İyiyi, güzeli, doğruyu anlattın da dünya daha güzel bir yer haline mi geldi?
Ayrıca sen şimdi Cinderella’nın mı yoksa üvey anne ve kızlarının mı yanındasın orası da pek karanlık bence…
Neyi savunduğun belli değil, tüm masallar; acınası mağdur ile kötülerin savaşı arasında geçiyor.
Çık şu kaderden de kendine ölçüp biçtiğin özgür ahlâktan bahset, adaletin öznel değil, nesnel ve içgüdülerden bağımsız bir şey olduğunu öğreterek başla işe mesela.

Balonu patlayan çocuğa her şeyden daha çok üzülüyorum bu arada söyleyeyim. Hayâlleri elinden gidivermiş, sen “hayâller gerçek değildir”
diyorsun, oysa hayâller samimi ve gerçek olan tek şeydir.
Çocuğun balonunu patlatıp hayâlini yıkan şey kader mi oluyor bu durumda?
Bir çocuğun hayâlleri yıkılırken kedimin avlayamadığı sinek için -gözyaşı dökmemesini- hayranlıkla izliyorum.
Çünkü bir sonraki sinekle karşılaştığında aynı enerjiyle hayata kaldığı yerden devam ediyor.

Bir de başına bir şey geldiğinde nasıl da uyduruverirler, “hayat kaldığı yerden devam ediyor” diye…
Hayat hiçbir zaman kaldığı yerden devam etmez oysaki.
Hep bir şey olur ve dönüşerek devam eder…
Sen ise olanların bir kısmını unutmaya çalışır ve kendini avutursun..
İnsan unutmaya odaklıdır.

Bebeğin ilk hayâl kırıklıkları, ana rahminden dünyaya gözlerini açtığı ilk saniyeler, memeden, sütten ayrıldığı ilk günler iken, hayat nasıl kaldığı yerden devam etsin Allah aşkına…
Sürekli iyi ve güzelden bahseden basmakalıp cümleleri icat edenin hayâl kırıklığının ne olduğunu ve hayatını ne üzerine kurduğunu merak ediyorum doğrusu..
Yaşadığın acı ve kötülükleri unutmayı amaç hâline getirerek mi yaşamak zorundasın?
Acıyla yaşamaya çalışmak değil ama yaşadığın acıyı yok sayma çabası yaşamın kendisine ne kadar uzak.
Acı önemli bir bilgi ve öğrenme yoludur.

Yalom, “Varoluşçu Terapi” kitabında ne güzel söyler: “İnsan, acısıyla tek başına kalmayı ve kaçma isteğinin üstesinden nasıl geleceğini öğrendiğinde, öğrenecek çok az şey kalmıştır.”

Aklın güçlü bir konfor zonu var, ya peki duyguların?
Akıl, sürekli olarak “konforunla baş başa kalmalısın nasihatı veriyor.
Ah! Sen ne üçkağıtçısın, film izlerken konfor zonundan uzaklaşır ama film kendi hayatın olsa asla üç gün dayanamazsın.
Sadece fantezi dünyanda cesarete kucak açar, gerçek hayatta salya sümük ağlayıp acını dibine kadar sahiplenmeyi bilmezsin.

Bakma senden bahsettiğime, o benim zaten..
Sen ve ben aynıyız.
Bir farkımız, ben senin düşlerini de sahipleniyorum.
Sen geceleri uykuya dalmayı seçerken, ben yıldızları saymaya gidiyorum.
Yıldızları sayınca ne mi oluyor, göz yaşlarımı silmemeyi öğreniyorum.
Silince geçer derler, tam tersi, silmezsen yasını tutar ve atlatırsın.

Sonra yıldızlara bakarken tembelliği filan da düşünüyorum,
Oblomov’un dünyasını mesela..
Yakın mıyız acaba onunla diyorum, oysa hiç tembel olamadım.
Sonra ruhlarımızın yakın, yaşamlarımızın farklılığını düşünüyorum.
Ruhlar inşa etmeli yaşamı.

Yıldızlardan döndüğümde bazı geceler kanepede uyukluyorum.
Uyandığımda tavanla selâmlaşıp hayata koyuluyorum.
Bazı günler her şeyi sırasıyla, bazen bir düşte salınır gibi yapıyorum.
Kimi zaman kendinin memurusun, ne sevimsiz bir hâl.
Memur disiplini diye bir şey de var bu arada, ne kötü şeyler bunlar Yarabbim..

İşte böyle düşünceler arasında gidip gelirken, Oblomov’la karşılaşıyor ruhum.
Çarpışıyoruz…

Oblomov, bilinçli bir tembelliği ve seçilmiş bir ataleti yaşam olarak benimsemişti.
Tembel, işten kaçan ve işsizlikte mutluluğu bulan biri olmasına rağmen işsizlikten de zevk alamayan biriydi.
Bazı zamanlar kendi durumunu açıkça gören, hayatını cehenneme çeviren bu durgunluğa, acı acı isyan ettiği dahi olurdu.
Sabahları yataktan kalkıp, kahvaltı sonrası tekrar yatağına uzanıp düşüncelere dalar, sonunda kafası bu sıkı çalışmadan yorulur ve rahat bir vicdanla kendi kendine: “Eh, bugün insanlık için yeterince çalıştım, derdi.
Ciddi işleri bir yana bırakarak içine kapanmak, kendi yarattığı hayâl dünyasında yaşamak Oblomov’un en büyük zevkiydi.
Çalışan, koşturan insanları hiç anlamıyordu. ‘Ne zaman yaşayacaklar bunlar’, diye düşünüyordu.

“İnsan niçin yaşadığını bilmezse, günü gününe yaşamakla kalıyor; günün geçmesini, gecenin gelmesini beklemekten başka zevki olmuyor.

Bugün nasıl yaşadım, sorusuna cevap vermeden uykuya dalıyor, ertesi gün gene aynı hayat.”

Tüm bunları sorguluyordu Oblomov.

Ve tekrar soruyorum, “Oblomov tembel miydi?”
Kendime de soruyorum bu soruyu?

Tembel olmayı beceremeyip, aslında tembel olmayı ne kadar istediğimi farkediyorum.
Bence tembellik hak edilmeli. Gerçek bir hak ediş olmalı.
Sanki az bir yolum kaldı geriye.

Zihnim oradan oraya atlıyor sana da olur mu?
Konular karışıyor sürekli…
Zihnin bir disiplin içerisinde düşünmesi tembellikten ne kadar da uzak.
İnatla tembelliğe savrulmak istediğimden, zihnim de bu düşünceyle oradan oraya sürükleniveriyor.

Geçen günlerin birinde kafam kocaman bir cam fanusun içindeymiş gibi bir ruh hâlindeyken, binanın asansör kapısında köpeği olan bir kadınla karşılaştım.
Köpek beni görünce “hav, hav, hav” dedi, aslında bunu nazikçe yaptı, fakat kadın yüksek sesle “Hayıııııır Roxy” diyerek tasmasından çekiştirdi onu.
Farklı asansörlere bindik, köpeğinin havlamaya devam edecek olması beni hiç rahatsız etmese de belli ki onu rahatsız etmişti.

Bir an Nietzche’nin cümlesi geldi aklıma “insan bencilliğini attığında geriye ne kalır?”
Hakikaten kalır mı bir şeyler?

Uzun zamandır bu hayvanseverlik konusunu da düşünüyorum.
İnsan evet çoğunlukla acayip bir şey.
Yani şimdi benim de iki kedim var ana-kız.
Ben de acayibim elbette senin kadar ancak düşünüyorum da ne kadar bencil ve akıldan uzak şeyler yapıyoruz.

Sen doğada varlığını sürdürebilen hayvanı al, evine tık, boynuna tasma geçir, istediği zaman çişini, kakasını yapabilecekken, belli saatlerde sokağa çıkar, programla, evde kendine mahkûm et.
Her evden çıktığındaysa yalnızlığa mahkûm et.
İnsandan alamadığın sevgiyi, kendi bencilliğin için bir hayvandan almaya kalk, bir de üstüne hayvanın doğasını değiştir.
Kedileri minnoş çıngıraklı tasmalarla süsle, kuşları kafese tık, balıklara akyarvumdan mini saraylar yarat..
Ne o, ben hayvanseverim.
Hadi oradan, sen bencilsin, kendine arkadaş arıyorsun, sevgi arıyorsun, sıcaklık arıyorsun…
Hayvana daha fazla bir ömür ve konfor sağlayarak iyilik ettiğini, iyi bir yaşam verdiğini zannediyorsun..

Ne demekse bu iyi yaşam, sürekli onu bulmaya çalışmak mı, yoksa kendin gibi var olabilmeyi öncelik edinerek yaşamı kucaklamak mı?
Şimdi bunu Oblomov’la tartışmak isterdim mesela.

Sürekli işi düşüncelere dalıp gitmek olan Oblomov’un iyi bir cevabı olurdu bence..

Sürekli bir tasma peşindesin.
Gücün sembolü olabilir mi bu tasma?
Tasmayı takan ve taktıran var neticede.
Ha köpeğe taktığın tasma, ha aile ilişkilerindeki şüphe ve kontrol mekanizması hiç fark etmez.
Teslim olan ve teslim olduran şey, güç, denge, kontrol üzerine kurulu.
Köpek, tuvalet eğitimini öğrenirse sen de ona ödül olarak harika bir kemik veriyorsun.
Az havlarsa yaş mama da ekliyorsun bazen.
Kadın kocasının eve geliş saatlerini kontrol etmezse, adam kadına güzel bir tatil, belki de neon ışıklı bir araba hediye edebilir kim bilir.
Yok mu böyle hayatlar, var elbette.

Sanırım bu hayvanseverlik (!) hayatın hiçbir döneminde bu kadar artmamış ve abartılı bir hâl almamıştı.
İnsana karşı tiksinti ve nefret duyan (ama kendisi de insan olan) bir tür var.
Bunların bir kısmının çok güçlü hayvan sevgisi oluyor, adeta onlarla yatıp onlarla kalkıyorlar.
Sorduğunda “hayvanların verdiği sevgiyi insan insana vermiyor” açıklamasını yapıp insan yüzü görmek dahi istemiyorlar.
Hah, işte ben de tam o noktada bu insanların hayvan sevgisinden şüphe ediyorum.
Hayvana disiplin içerisinde öğrettiğin kurallar, kendi bencil yaşamın ve konfor zonunu koruyabilmen, sürdürebilmen için gerekli.
Bir hayvanın tembelliğine dahi yer yok şu dünyada.

Sahi sen nasıl bir şeysin?
Her şeye sahip olmak istiyorsun, üstelik aynı anda.
Evet her şeye sahip olabilirsin ancak farklı zamanlarda!
İşte seni Oblomov’dan farklı kılan, bitmek tükenmek bilmeyen isteklerin.
Sana sonsuz isteklerini sağlayacak rasyonelliğinin peşinden git bakalım.
Belki de olur ya, bir Oblomov bile olamadım şu hayatta dersin.
Dersen güzel olur.

Düşünceler böyle anlamsızca oradan oraya savrulmalı kimi zaman…
Hayır, gayet bütünlüğü olmadan konudan konuya atlayarak hem de…
Ruhum öyle istiyor.
Ben yaptım oldu misali, post modern çağ rezildir, “ben yaptım oldu” durumuna da onay verir her zaman.
Bir anlamda bazen anlayabiliyorum.
O dağınık düşünceler eninde sonunda birleşir ve sen olursun..

Oblomov kadar gerçek ruhların artmasını, o yıldızlı gecelerimde daha çok hayâl edeceğim.
Kremalı bisküvimi de yiyerek üstelik.

Arzu BURSA