Devletlerin halk gibi bir oyuncağı var.
Hep kendini doğuran, eksilten, yıkan…
“Uzman”ların destanlaştırdığı,
aklın imar planının ürünü olarak…
Kendimize iyi geldiğini düşündüğümüz bu suda daha ne kadar kalacağız. Gittikçe kirlenen, kirlendikçe kendini temizleme yeteneğini yitiren halk…
Halk denilen olgu, bir 19. yüzyıl modası; insanlık tarihine baktığımızda hayli kartlaşmış ergendir. Genellikle milli kimlik etrafında bir toplam olabilmiş insan kümesidir.
Derdimi daha iyi anlatabilmek için halkı bir bina ya da yapı olarak düşünelim: devlet onu bazı ihtiyaçlarla donatmıştır. Bu ihtiyaçlara bir yürütme gücü gereklidir. Ama, fakat, lakin; özelliği, daha sonra değişik renklere boyayabileceği duygulardan oluşmasıdır. Ama bunların olabilmesi için öncelikli olarak bir mekân teması zorunludur. Mekân halk için o kadar önemlidir ki, onun varlığını tanımlar ve tamamlar. Giderek de o mekânın adıyla anılır olur. Halkın mekânla kurduğu anlam ilişkisi, her türlü iyiliğin de kötülüğün de belirleyicisi olur. Bu ilişkiye “evet” de dememeli, “hayır” da… Belki “evet ama hayır” demeli. Çünkü “halk” denilen insan toplamının mekâna biçtiği değer, kendine biçtiği değerin önüne geçer. Böylece bir fetiş haline gelen mekân/mülk giderek tüm faşizmlerin kaynağı olur.
Estetik duyumdan tamamen yoksun olan halk, hâkim ekonomik ve sosyal sistem için bir tasarım nesnesidir artık. Halkın hangi göstergelere göre tasarlanacağını modern kapitalizmin ihtiyaçları belirleyecektir. Kapitalizmin halkla kurduğu bağ, onun mekânla kurduğu duygusal ilişkiyi henüz gevşetememiştir. Mekânın ruhu diyebileceğimiz algı öyle sinmiştir ki halkın içine, adeta onun ikinci “ten”i gibi olmuştur.
Halkın mekânla kurduğu işlevsel, mekanik, pratik ve uhrevi ilişki giderek insanların gözünde şiirsellik ve edebilik kazanmıştır. Mekân bir çeşit tanrı olmuştur onlar için. Bir tür patoloji olduğunu düşündüğüm halk ve onun mekânı kavrayışı, insanı, mühendisliğin (insan mühendisliği diye bir kavram var zira), mimarlığın (imajın) uygulama alanına dönüştürmüştür.
Spinoza insanın üç temel duygusu olduğunu belirtir: sevinç, keder, arzu; diğer duygular bu üç duygunun birleşiminden oluşur. Söz konusu duyguların kendini var edeceği bir mekân gereklidir ama bunların gerçekleşmesi için kendini “halk” olarak tanımlaması aslında zorunlu değildir. Ama “halk” denen duygu mühendisliği (evet halk bir duygu mühendisliğidir) aklı da yönetebilen bir duygu mühendisliğidir. Buradan bakınca Spinoza’nın, aklın duyguya egemen olabileceği inancına kuşkuyla yaklaşması anlam kazanıyor. “Akıl duyguyu yönetemez, akıl ancak duygunun emrindedir” iddiası “halk” gerçeği karşısında da haklılık kazanıyor.
Belki insanların en büyük derdi mekândır. Heiddegger, insanın var oluşunu bir yerde olmak ile açıklar; olmak orada olmaktır; bir yerde olmaktır. Buradaki kritik bakış, mekâna ait bir insan mı, yoksa insana ait mekân mı olduğudur. Mekânın insanı olduğunda “halk”laşıyor, yani mekânın nesnesi oluyor; halk kendini nesneye indirgiyor; ikincil oluyor. İnsanın mekânı olduğunda ise özne oluyor; bu sefer mekân nesneleşiyor. Böylece halk değil, “birey” oluyor. İşte kendini hangisine yakın buluyorsa insan, öylesi bir duygusal evrene sahip oluyor. Bu anlamda birey ve halk, birbirinin alternatifi oluyor. Mekân nesne değil, abartılı bir özne durumuna getirildiğinde her türlü faşizm kuluçkaya yatırılmış oluyor. Halkın mekânı algısı gerektiğinden fazla yüceltildiğinde kibir duygusunu besliyor; farklı olanı ötekileştirip giderek insan dışı hale getiriyor. Artık ona her şeyi / her türlü kötülüğü yapılabileceği bir taraf biçiyor.
Böyle olunca halk, insaniyetin elinde bir “suç aleti”ne dönüşüyor. Bir kimlik ya da bir halk yine halk adına, adam öldürmeyi, doğayı talan etmeyi ibadet haline getiriyor. Bireyler bir mekân üzerinde “yüce” bir topluluk olduklarında “halk” kılığına giren katiller sürüsüne dönüşebiliyor.
Aslında inşa etmediğimiz varlığımıza yapıştırılmış kimliklerle yaşarız. Ölümlü olduğunu bildiğimiz varlığımızla ölümsüz halklar yaratmak isteriz, “halk” denen insan toplamı olarak. Peki, buradan bakınca halk bireyin dostu mudur, düşmanı mı? Bizi yaralayan mıdır, onaran mı?
Nietische, halkın mekân kavrayışına yabancı oluşundan mı söylemiştir o cümleyi bilemiyorum. Bende uyandırdığı duygu onun kendini “halkın mekânına” yakın hissetmemesidir. “Ev sahibi olmamam, talihimin bir parçasıdır” yaklaşımı başka nasıl yorumlanmalı. Keza Adorno, “Kendini evinde hissetmemek ahlâkın bir parçasıdır” der. Benim yorumuma göre, Adorno mekân/mülk fetişizmini ahlâksızlığa kadar vardırabiliyor. Ve ben bu düşünceyi çok estetik ve etik buluyorum. Kanımca burada bir insana sahip mekânın, karanlığın ve huzursuzluğun sembolü olduğuna gönderme yapıyor gibi. Burada her iki düşünürün de empati sözcüğünü nasıl da en üst aşamaya çıkardığını görüyoruz.
Şu eksik, haksız insaniyet kavrayışı değil mi? Onlara kimsiniz diye sorulduğunda hemen herkes bir mekândan aldıkları isimlerle karşılık veriyorlar. Kimse “insanım/insanız, yeterli değil mi” demiyor. “İnsanız” demek yeterli olduğunda halk icadı tüm faşizmler yıkılacaktır.
Halklar her seferinde “doğrulardan” oluştuklarını vurgularlar her fırsatta. Bu ne kadar yanlış bir yaklaşım ve gerçeklik kavrayışı. Hiçbir olgu tastamam doğru, tamamen yanlış değildir. Hem doğru, hem yanlıştır. Benim tercihim az yanlış, çok doğru olmasından yanadır.
Mesela üzerinde yaşadığımız coğrafi mekânda, ben Türküm, Kürdüm, Çerkezim… diyoruz da, ben Anadolu’yum, Türkiye’yim, Mezopotamya’yım demiyoruz. Böyle dediğimizde söz konusu coğrafyada var olan, olmuş olan tüm gelmiş geçmiş yaşayan kimlikleri tanıyor, kucaklıyor; zenginliğimizi sergileşmiş oluyoruz. Diğer biçimde, bir halk olarak, etnik kimlikle kendimi tarif ettiğimde onları dışlıyor, kendimi yüceltiyorum. Oysa bizim gerçekliğimiz, şu an taşıdığımız kimliklerin ötesinde, Anadolu ya da Mezopotamya değil mi? Bunların binlerce yıllık mazisi var. Oysa halk olalı en fazla yüz yıl geçmiş. O kadim uygarlıkları kurban ettik böylece halk olacağız diye. Şimdi, bu birbirini vurarak ömürlerini kısaltan halk toplamlarıyla karşı karşıyayız. Oysa birbirlerini vurmayı bıraksalar ömürleri uzayacak çocuklarının. İşte, halk ve mekân fetişizminin geldiği boyut.
- Sol Siyaset Saatleri Yeniden Ayarlanabilir mi? - 14 Aralık 2024
- Özgürlük Güzergâhı - 16 Kasım 2024
- Bir İdeoloji Olarak Bilim - 17 Ekim 2024