Livaneli’nin Bildiği Kadar Alevilik…

Günler öncesinden Cumhuriyet Gazetesinde reklamı yapıldıktan sonra, Madımak Katliamının 22. yıl dönümünde 2 Temmuz günü, Zülfü Livaneli’nin Anadolu Aleviliği başlığıyla kaleme aldığı yazı dizisi yayınlanmaya başlandı.

Üç gün süren Livaneli yazdıklarını, yazı dizisi içinde görmek ne kadar mümkün bilmiyorum. Yazı tamamlandığında oraya çıkan, yıllar önce yapılmış bir konuşmanın haberleştirildiği izlenimini veriyor.

Okuduklarım beni şaşırtmadı, beklediğimden farklı çıkmadı. Bildiğimiz Zülfü Livaneli klasiği. Ne kadar önemli insanlarla, ne kadar önemli yerlerde bulunduğunu anlatarak yazısına başlıyor. Bu girişle de sınırlı kalmıyor, yazının bütünü içinde, Livaneli’nin kendisini anlatması Alevilikten daha fazla yer tutuyor. Alevilik bir tür, kendini anlatmak için arka plan konusu oluyor.

Söz Aleviliğe gelince, o daha çok sistemin kabul ettiği ön kabullerle karşımıza çıkıyor. Alevi gerçeği ise; Marx’ın dediği gibi “Kurgunun (speculation)  bittiği yerde, geçek yaşamda, gerçek pozitif bilim, insanların pratik etkinliğin, pratik gelişme sürecinin ortaya konuluşuyla başlar.”[1]

Livaneli bu yalın gereceği atlayarak Aleviliği yeniden kurgulayarak daha çok kendini anlattığı satır aralarında güçlükle kendine yer buluyor. O da, İslam içinde, onun en insancıl, en kabul edilir yanı olarak bize sunuluyor. Jön Türklerle başlayan ulus devlet yaratma projesin bir parçası olarak bu yaratılacak ulusa bir inanç kurgulamasıdır.

Ancak bu yaşayan Alevilik değil daha çok kurgulanan ulus devlet için seçilmiş Aleviliktir. Livaneli’nin Jön Türklerin Aleviliğe duyduğu ilgiyle örtüşen bir bakışın günümüzde bir daha karşımıza çıkmasından hiç de farklı değil.

Çünkü Livaneli, övündüğü hacı dedesinden İslam üzerine aldığı o dersin bilginin neresine, Aleviliği oturttuğunu bize söylemiyor. Ama çok bildik, konuları, önyargıları öne çıkarıp;  “siz bu adamları tanımıyorsunuz, tanısanız seversiniz” demeye gelen, sevimli gösterme çabası içine giriyor.

Alevilerin, sevilmeye değil, anlaşılmaya, oldukları gibi, inançları eğilip bükülmeden, birilerine, bir yerlere yaranmaya gerek görmeden demokratik bir hakkın teslimi bağlamında kabul edilmeye ihtiyaçları olduğu gerçeğini atılıyor.

Bir konudan diğerine ustaca hızlı geçişler yapan Livaneli, Şah İsmail ve Yavuz karşılaştırması yapıyor. Kul Hatayı mahlasıyla yazan Şah İsmail’in bu günün Türkçesine yakın bir dile, Yavuz’un farsça yazdığı buraya almayı gerekli bulmadığımız birer şiirleriyle örnekler veriyor. “Yani (zaten Türk olan) İran Şahı Türkçe, Osmanlı Sultanları ise Farsça kelimelerle şiir yazıyor” diyerek Şah İsmail’in “zaten Türk” olduğu özenle vurgulayarak, Alevilerin aslında Türk oldukları ön kabulüne kolaycı bir gönderme yapıyor.

Bu da yetmiyor, Alevilerin “zaten Türk”[2] olan Şah üzerinden Türkülükle ilişkisi kurulduktan sonra Osmanlı Devletiyle ve onun kuruluşuyla da ilişkisi ihmal edilmiyor. Hacı Bektaş’ın hiçbir tarihi belge ile kanıtlanmamış, Osmanlının kuruluşundaki rolü üzerine yaygın bilinen söylence Livaneli’nin yazısında bu bağlamda kendine yer buluyor. Yeniçeri Ocağı’nın Hacı Bektaş’ı Piri kabul ettiği doğrudur. Ancak bu bağlılığın o dönemin tüm kurumlarının bir dergâha bağlanması geleneğinin ötesinde bir anlamı olmadığını bilerek ya da bilmeyerek bir kenara atılıyor.

Osmanlının ilk dönem Sultanları da Bektaşiliğe yakındı. Bu yakınlık Yavuz’un babasına kadar sürer. Şah İsmail ile Beyazıt arasındaki yazışmalar bunun en güzel örneğidir. Ancak Yavuz döneminde devletin Sünni geleneğe bağlanmasıyla birlikte Aleviler ile ilişkisi de farklılaşmış da olsa Yeniçeri Ocağının Hacı Bektaş Dergâhına bağlığı II. Mahmut’a, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasına kadar sürdü.

Livaneli’nin de yazı dizisinin son gününde Alevi kıyımlarını anlatırken ifade ettiği gibi ”13. yüzyıl sonunda imparatorluğu kuran Sultan Osman ve Orhan’ın Alevi-Bektaşi inancına yakınlığı ve Yeniçeri ordusunun Hacı Bektaş’a bağlı olması bu gerçeği değiştirmemiştir.” Tam da burada, Tarihten Günümüze Alevilik ve Kızılbaşlık adlı çalışmamızdan uzunca bir paragrafı aktarmak zorundayız.

“Sultan I. Selim (1512–1520) tahta geçişinin ilk gününden başlayarak ülkede koyu bir Sünnilik uyguladı. Aynı yıl Anadolu’da 40 bin Alevi’yi öldürdü.”[3] Yavuz Selim bütün bunları tek başına yapmadığına göre Yeniçerilerin de bu katliamlardaki payını belirtmek gerekir. Bu satırların yazarı Anadolu’da binlerce Alevinin öldürülmesine karışmış bir ordunun Şah İsmail’e karşı savaştığı ve “Safavi ordusunu biçtiği” halde İran’ın Alevi olmasından dolayı “Alevilik yanlısı asker, İran’a saldırma konusunda huzursuzluk yarattı ve savaşmadı. Saldırı orda durdu”[4] buyurmaktadır. Ancak bu söylenenlerin birbiri ile çeliştiğini kendisine hatırlatarak devam edelim. Her şeyden önce “biçtiği Safavi” ordusunun başında Şah İsmail bulunuyordu ve o dönemin en bilinen Kızılbaş önderiydi. Şah İsmail’in ordusunu biçen ordu İran üzerine neden yürümesin? Bizce; Yeniçeri ordusunun gerek içyapısı ve gerekse o dönemde Bektaşilik ile Kızılbaşlık arasında yapılan ayrımdan dolayı bu ordunun Alevileri (siz buradaki Alevileri Kızılbaşları olarak okuyun) öldürmesi mümkün olmuştur. Başka bir söylemle; Yeniçeri Ordusunun gerçekte katlettiği, ortadan kaldırmakta hiçbir şekilde zorlanmadığı insanlar Kızılbaşlardı.”[5]

Yeniçeri Ocağı gibi ilk Sultanların bazılarının Bektaşi geleneğine bağlı olduğu görüşü oldukça yaygın kabul gören görüştür. Ancak bu görüş üzerinden varılmak istenen onun tarihsel gerçekliğiyle örtüşmüyor. Bu saptama, devletle Alevilerin arasını bulmaya çalışan, bir birine yakınlaşmasını sağlayacak bir araç olarak kullanılıyor. Bu da bize, cehennemin yolunun da iyi niyet taşlarıyla döşendiğini anımsatıyor.

Livaneli de yazısında, iyi niyetlilerle sorun yaşamakta, “En iyi niyetliler olanlar bile Alevilerin Hz. Ali’yi Hz. Muhammet’ten üstün tutukları gibi yanlış kanılara sürüklenebiliyorlar.” Eleştirisini getirdikten sonra Teslim Abdal’ın dizeleriyle konuya açıklık getirmeye çalışıyor, düzeltme yapıyor…

“Sen hak peygambersin şeksizgümansız

Sana uymayanlar dinsiz imansız

Teslim Abdal neyler dünyayı sensiz

Adı güzel, kendi güzel Muhammed”

Alevi ozanlarının bu tür değişlerinde genellikle bir savunma, saldırıları savuşturma içgüdüsü olduğu da biliyor. Bunu bilmezden gelen Livaneli, o iyi niyetlilerin bildiği gibi olmadığını açıklamaya çalışmaya çalışıyor. Bu açıklamayla, yazının ana ruhuna uygun bir çizgide, Tayyip Erdoğan ve tüm İslamcılarla buluşuyor. İslam inancı içinde, Ali’nin peygamberden sonra geldiği, 4. Halife olduğunun Aleviler tarafından da kabul gördüğünü, Ali’nin seviliyor olmasının sanılanın aksine sırayı bozulmadığını anlatmaya çalışıyor.

Ancak bunların alevi inancıyla ne kadar ilişkisi olduğunu, bir şiir üzerinden ispatlamanın imkânsız olduğunu da görmezden geliyor. Alevilerin Ali’yi öne çıkararak özelde Sünni İslam’la, genelde ise, İslam’la arasına bir mesafe koyduğunu söylemek bu kadar mı zordur.

Bu, son 30-40 senedir öne çıkarılan Cumhuriyetin kuruluşu öncesi şekillenen, cumhuriyetin devraldığı Sünni Tük devlet anlayışıyla Aleviliği buluşturma çabasının Livaneli versiyonudur. Bu çaba Anadolu’nun dününden kopma, kendi içine kapanma ve giderek, katılaşmasını getirmiştir. Anadolu’nun coğrafi konumu farklı inançların, kültürlerin ve kavimlerin buluşma noktası olmasının da nedeni olmuş, bir birinden çok farklı inançların, kültürlerin iç içe, bir arada yaşamasını, zorunlu kılmıştır. Toplumsal yapının bu zorunluluk üzerinden şekillenmesi inançların, kültürlerin bir birinden uzak durmasını engellediği gibi,  özgünlüğünü koruyarak, bir birine yakınlaşmasını, bir birinden etkilenerek katılaşmalarının engeli olmuştur. Bu toplumsal yapının birinden yana, Türk-Sünni olandan yana değiştirilmeye çalışılması toplumda çatışmaları, kaçınılmaz kılmaktan başka bir işe yaramamıştır.

Bu çatışmanın kaynağını görerek buna karşı mücadele etmek yerine, diğerlerinin hâkim olana uygun hala getirilmesi, asimile edilmesi, bu mümkün değilse uygun olduğu, hâkim olandan uzak farklı olmadığını ve/veya sadık olduğu gösterme çabası içine girilmiştir.

Bu aydın oportünizmi bir işe yaramadığı gibi, sorunların birikerek sürmesinin nedeni olmuş, Livaneli’nin o sıkı sıkıya sarıldığı hümanizmanın yaşanmasını da imkânsız kılmıştır. Çoğulculuğun ve farklı olanların, tüm farklıklarıyla var olmasının koşullarının olmadığı, demokratik bir kültürün yerleşmediği yerde hümanizmanın gelişip serpilmesi mümkün değildir.

Livaneli’nin Çorum’da katıldığı Cem’de şahit olduğu, kesilecek kurbana Alevi Dedesinin deyiş okumasının, ondan “rızalık” almaya çalışmasının, İslam ile bir ilgisinin olmadığı, bunun Anadolu’nun heterodoks inançlarının günümüze kalmış örneklerinden biri olduğunu görmesi gerekirdi.

Alevi inancı Anadolu’nun çocukluğudur. O bütün ilk çağ inançları gibi, doğa güçleri üzerinde hayal yoluyla ve hayal aracılığıyla egemenlik kurar ve o güçlere biçim verir: ancak doğa güçleri gerçekten egemenlik altına alındığı günümüzde zorlanmakta ve bütün gücüyle birazda çocukça var olma savaşı vermekte. Bu zor koşullarda, ona bilinçsiz, keyfi kurgularla yaklaşım, mücadelesini zorlaştırmaktan başka varlığını tehdit eder.

Toplumsal gelişmişlik düzeyinin belli biçimlerine bağlı olarak var olan Alevilik, hala büyük kitleler için bir ruhsal doyum sağlaması ve bazı konularda ulaşılması zor değerlerin taşıyanı olmasını anlamakta zorlananlar onun bunu katılıktan uzak, çocuksu yanıyla başardığını göremiyorlar. Anadolu’nun geçmişinde, bir daha asla geriye dönemeyeceğimiz, insanın tarihsel çocukluğu, o en güzel açılma döneminin ürünü olan bir inanç neden bizi sonsuza kadar büyülemeye devam etmesin? Anadolu insanın tarihsel çocukluğu ile ulaştığı bu inanç, bu inancın içinde şekillendiği toplumun ilkel niteliğiyle çelişki oluşturmuyor. O bu yüzden hala yaşıyor, bizi büyülemeye devam ediyor.

Aleviliği bir başka inanç içinde göstererek, nahiv çocukluğunu, elinden almaya çalışmak onun yaşamla olan tüm bağlarını kesmek, Aleviliğin sonunu hazırlamak anlamına gelir.

Ne yazık ki; birçok yazar, aydın için söylenegeldiğimiz sözü Livaneli içinde söylemek zorundayız. Livaneli’nin bildiği kadar Alevilik, asla Alevilik değil…


[1] Marx-Engels, Alman İdeolojisi (Feuerbach) Sol Yayınları, Ankara 1992 s. 44

[2] Altını bizim çizdiğimiz, bu ifade Livaneli’ye ait

[3]  R. Yürükoğlu, Okunacak En Büyük Kitap İnsandır,  sf 64

[4]  R. Yürükoğlu,  a..g.e  sf. 64 – 65

[5] Hasan KAYA, Tarihten Günümüze Alevilik ve Kızılbaşlık, Sınırsız Kitap Yayıncılık, sf. 105

Hasan KAYA