Linç kültürü

Amerikan’ın “Vahşi Batı” filmlerinde sıkça gördüğümüz gibi tipik linçler, 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyahlara ve Kızılderililere karşı uygulanmıştır. Bizde linç deyince yakın tarihimizde ilk akla gelen Özel Harp Dairesi’nin yaptığı 6-7 Eylül 1955’de İstanbul’da gayr-i Müslimleri cezalandırma yöntemidir. Sonraki süreçte yine Özel Harp Dairesi tarafından yapılan K. Maraş, Çorum, Yozgat, 1 Mayıs, Sivas vb katliamların niteliği, Amerika’dan farklı olarak taammüden siyasi cinayet ya da etnik temizlik kategorisindedir.

Türkiye’de etnik, kültürel ve dinsel nedenlerle toplumun bir kesiminin ötekileştirilerek düşman bellenmesi, egemen ulus ve devlet refleksinin tipik biçimleri olarak yansımaktadır. Linç için devletin açık ve gizli organları tarafından kamuoyu ve saldırgan gruplar psikolojik olarak hazırlanmakta ve ardından yapılan bir provokasyonla eyleme geçirilmektedir. Saldırganlar, yani linç olaylarında kullanılanlar milliyetçi ve ırkçı kesimler ile para, iş vb vaatlerle harekete geçirilen kent yoksullarıdır. Saldırıya uğrayanlar ise dünyanın her yanında aynıdır: Amerika’da zenciler ve Kızılderililer, Türkiye’de Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Romanlar, Aleviler vb azınlıklardır. Başka bir ifade ile linçe hedef olanlar, egemen ulus ve devletler tarafından ötekileştirilerek toplum hayatından dışlananlardır.

Cumhuriyet tarihi boyunca “Türk” sözcüğü etnik bir içerikle egemen ulus ve devlet ilişkisi olarak kullanılmıştır. Yurttaşlık Türk ve Türklük referansıyla tanımlanmış ve Türk olmayanlara bu kimlik zorla kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Osmanlının çok kimlikli, çok inançlı ve çok kültürlü toplumsal yapısını devletin bekası için bir zafiyet olarak gören askeri ve sivil bürokratik elit, Cumhuriyetin modernleşme projesini farklı tüm etnisiteleri izale ederek Türk kimlikli “yeni bir ulus” yaratma amacı ile yürütmüştür.

1930’ların türdeş toplum yaratma politikası İsmet İnönü tarafından şöyle dile getirilmiştir: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, 1930 yılındaki Ağrı ayaklanması sırasında Ödemiş’te seçmenlere yaptığı konuşmada şöyle demiştir: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.”

Türk milliyetçiliğinin ve Türk faşizminin doğuşuna da kaynaklık eden 1930’ların bu ideolojik ve siyasal argümanları, bugün hem MHP’nin ve hem de CHP’nin politikalarına yön vermektedir. Bu iki partiyi aynı çizgiye getiren ideolojik ve siyasal kaynak, Kemalist iktidarın 1930’lardaki Türk milliyetçiliği tezleridir. Linç olayları, devletin hukuken ve siyaseten yapamadığını kitlelere yaptırmasıdır. Özellikle ekonomik ve siyasal kriz dönemlerinde veya askeri müdahaleye ortam hazırlama süreçlerinde bu durum açıkça görülmektedir.

Hükümetlerin, askeri cuntaların, kendilerine kısa yoldan iktidar olma yolları açmaya çalışan muhalefet partilerinin etnik, kültürel ve dinsel farklılıkları körükleyerek ötekileştirilen azınlık gruplarını suçlamaları ve uygun koşullar altında geniş kitlelerin de günah keçisi yaklaşımını benimsemeleri linç kültüründen kaynaklanıyor. “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz”, “Devlet için vuran da vurulan da kahramandır” diyen başbakanların, “Ya sev ya terk et” diyen partilerin, iktidarlar tarafından beslenen mafyatik çetelerin olduğu bir ülkede, şiddet ve linç kültürünün olmasından daha doğal ne olabilir ki?

Fikre fikirle yanıt veremeyenler şiddete başvuruyor. Farklılıkların meşruiyetini kabul etmek ve kendi demokratik tepkisini ortaya koymak yerine, ötekinden korkusuyla onu ortadan kaldırmak istiyor. Bu nedenle ötekine saygı duymak ve empati kurmak zorundayız. Çözüm, çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı demokratik bir toplumun inşasıdır.

Şaban İBA
Latest posts by Şaban İBA (see all)