Küçük Adamların Büyük Felaketleri: Hitler ve Diğer Otoriter Liderler Üzerine

Tarih, otoriter liderlerin çoğunlukla şaşırtıcı bir biçimde önemsiz görüldüğünü, hatta zaman zaman gülünç bulunduğunu gösteriyor. Adolf Hitler de bu kuralın en çarpıcı örneklerinden biri. 1931 yılında, efsanevi Amerikalı gazeteci Dorothy Thompson, Almanya’da yükselen Nasyonal Sosyalist Parti’nin lideriyle bir röportaj yaptığında, onun gelecekteki bir diktatör olabileceğine inanmakta güçlük çekmişti. Hitler’le yaptığı görüşmenin ardından, “Dünyayı kıpır kıpır eden bu adamın şaşırtıcı önemsizliğini ölçmek 50 saniye sürdü” diyerek onun iktidara gelemeyecek kadar silik ve etkisiz bir figür olduğunu düşündü. Ancak bir yıl içinde Hitler Almanya’nın şansölyesi oldu ve tarihin en kanlı diktatörlerinden biri hâline geldi.

Bu olay yalnızca bir gazetecilik yanılgısı değil, aynı zamanda insan doğasına dair büyük bir kör noktanın da ifadesidir. Thompson yalnız değildi. O dönemki Alman basını, uluslararası muhabirler ve birçok siyasi gözlemci, Hitler’i ciddiye alınmayacak, kısa vadede parlayıp sönecek bir figür olarak değerlendirdi. Oysa Hitler, siyasi ağırlık yasalarına meydan okuyan, kitleleri sürükleyebilen, derin ekonomik krizler ve toplumsal öfkeyi kendi lehine manipüle edebilen bir figürdü.

Ancak bu hikâye sadece Hitler’e özgü değil. Tarih boyunca birçok otoriter lider başlangıçta ciddiye alınmamış, küçümsenmiş ve sıradan bir figür gibi görülmüştür. Stalin, parti içi mücadelelerde fazla dikkat çekmeyen bir “bürokrat” olarak görülmüştü. Mussolini, eski bir gazeteci olarak fazla teatral ve popülist bulunuyordu. Mao, ÇKP içindeki birçok rakibi tarafından ideolojik söylemleri dışında büyük bir tehdit olarak görülmemişti. Günümüze geldiğimizde de birçok otoriter lider, başlangıçta basit, silik, hatta zaman zaman ezik olarak algılanmış; ancak beklenmedik şekilde güç toplamış ve karşıtlarını bertaraf edebilmiştir.

Peki, neden bu figürler başlangıçta bu kadar göz ardı ediliyor? Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, geleneksel siyasi elitler genellikle iktidarın yalnızca belli başlı güç odaklarının elinde şekilleneceğine inanır. Sistemin kurumsal bariyerleri, belirli bir sınırın ötesine geçilmesine izin vermeyecekmiş gibi görünür. Ancak kriz dönemlerinde bu bariyerler hızla aşınabilir ve sistemin dışından gelen, popülist söylemlerle halkı etkileyebilen liderler sahneye çıkabilir.

İkincisi, bu tür liderlerin başta küçük ve etkisiz görünmesi, onların güç kazandıklarında nasıl bir tehdide dönüşebileceğini anlamayı zorlaştırır. İnsan psikolojisi, büyük değişimlerin büyük figürler tarafından gerçekleştirileceğine inanma eğilimindedir. Oysa otoriter liderlerin çoğu, ilk başta belirsiz ve sıradan görünerek muhaliflerini yanıltır ve gücü ellerine aldıklarında gerçek niyetlerini açığa çıkarır.

Hitler’in 1931’de küçümsenen bir figür olması ve birkaç yıl içinde Avrupa’yı kasıp kavuran bir diktatöre dönüşmesi, tarihin yalnızca bir anekdotu değil, bir uyarıdır. Bugün de dünya sahnesinde benzer şekilde göz ardı edilen, ancak yavaş yavaş güç toplayan liderleri izliyoruz. Tarih, bu tür figürlerin ne kadar “önemsiz” görünürlerse görünsünler, eğer doğru siyasi ve toplumsal zemini bulurlarsa beklenmedik bir şekilde iktidara gelebileceğini ve ağır bedeller ödetebileceğini bize defalarca gösterdi.