Akdeniz’de söz sahibi olmadan dünya siyasetinde söz sahibi olmak ne kadar imkânsızsa, Kıbrıs’ta söz sahibi olmadan Akdeniz’de söz sahibi olmak o kadar imkânsızdır. Bu ifade Osmanlı dönemi için ne kadar önemliyse 1960’ların, hatta günümüzün Türkiye’si için de o kadar önemlidir. 1950’li yıllardan sonra bu emperyal satranç oyununun Soğuk Savaş ikliminde oynanmaya başladığını da unutmayalım. O kadar ki, Sovyetlerin soruna dâhil olmaması ve iki NATO ülkesi arasındaki sorunların “kol kırılır yen içinde kalır” düsturu ile halledilmesi düşüncesi, bu tarihten sonra, Kıbrıs ile ilgili tartışmaların temel argümanı olacaktır.[1]
1955 Ağustos’unda başlayan Londra Konferans’ında kendi tezlerini güçlendirmek için tertiplediği kitle gösterilerinin 6-7 Eylül 1955’te bir polgroma dönüşmesinin ardından Türkiye, konferanstan beklediği hiçbir sonucu tahsil edememiştir.
1958 yılında Macmillan Planı gündeme getirilir. Planda her iki toplumun ayrı birer Temsilciler Meclisi’nin bulunması; bu meclislerin toplumları ilgilendiren mevzularda söz sahibi olmaları gibi kurallar gündeme getirilir. Türk ve Yunan hükümetlerinin temsilcileri ile dört Rum ve iki Türk üyeden oluşacak bu Meclis’te, başkanlığını İngiltere’nin atadığı bir vali yapacaktır. İngiltere, yedi yıl Kıbrıs’ta egemenliğini sürdürecek ve sonrasında Türkler ve Yunanlılar arasında işbirliği sürerse askerî üsler ve bunların kullanım olanakları İngiltere’ye bırakılmak şartı ile Ada, her iki toplum arasında paylaştıracaktır. Plan kabul görmez; ama iki NATO ülkesi arasındaki yaşanan sorunların çözümlenememesinin NATO’nun prestijini hâk ile yeksan ettiği de gizlenecek gibi değildir. ABD ve NATO’dan gelen baskılar sonucunda taraflar, 5 Şubat 1959 tarihinde Zürih’te bir araya gelir; bağımsız bir cumhuriyet kurulması için anlaşmaya varılır. Mehmet Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası: (1919-1973)kitabında antlaşma ile “Ada’da İngiliz egemenliği[nin] Kıbrıs Cumhuriyeti’ne devredil[meşine], Kıbrıs’ın toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı garanti altına alın[masına], Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs arasında bir askerî ittifak anlaşması yapıl[masına]” karar verildiğini belirtmektedir. 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı’nın hukuksal dayanağını da bu antlaşma oluşturacaktır.
Kıbrıs Cumhuriyeti, 16 Ağustos 1960 tarihinde bağımsızlığını ilân eder. Eder etmesine de, toplumlar arasındaki gerilimlerin silahlı çatışmalara dönüşmesi de aynı tarihlerde başlar: vergilerden, silahlı kuvvetlerin terkibine, kamu hizmetlerine katılım oranının saptanmasından, belediye sınırlarının belirlenmesine birçok konudaki anlaşmazlık siyasal gerilimin siyasal şiddete doğru evrilmesine vesile olur. 21 Aralık 1963’te Rumların Türklere karşı düzenlediği gerilimi iyice tırmandırır. Kanlı Noel olarak anılan bu saldırıdan sonra Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Başkan Johnson’a bir mektup göndererek, Ada’daki saldırının durdurulması için Rum tarafına baskı yapmasını ister.
Johnson’un Gürsel’e cevabı, Çağrı Erhan’ın 1960-1980 ABD ve NATO’yla İlişkiler başlıklı makalesinde yer almaktadır. Buna göre Johnson, bu mektuba verdiği cevapta, “…Kıbrıs’ta meydana gelmekte olan trajik olaylardan büyük endişe” duyduğunu, bu çerçevede Başkan Makarios ve Başkan Yardımcısı Küçük’e birer mektup yolladığını yazmıştır. Johnson ayrıca, “…üç garantör devlet tarafından barışçı bir çözümü desteklemek için akılcı bir ümit veren her türlü hareketi destekleye[ceğini]” belirtmiştir.
ABD’den beklediği desteği alamayan Türkiye, 13 Mart 1964’te Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’a bir mesaj göndererek; Kıbrıs Türklerine dönük saldırıların durmaması hâlinde, adada mukim Türk halkının, can ve mal güvenliğinin Türkiye tarafından korunacağını bildirmiştir. Erhan’a göre, Türkiye’nin bu bildiriyi yayınlamaktaki temel amacı, Ada’ya askerî bir müdahalede bulunacağı havası yaratarak, ABD’nin Rum tarafına ve Yunanistan’a baskı yapmasını sağlamaktır. Ancak bu hamle, ABD yönetimini harekete geçirmeye yetmemiştir. Bunun üzerine, Başbakan İsmet İnönü’nün talebiyle TBMM, 16 Mart 1964’te hükümete gerekli gördüğü takdirde Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunma yetkisi vermiştir.
Hükümet, TBMM’nin verdiği yetkiye dayanarak Kıbrıs’a üç kez müdahale teşebbüsünde bulunmuş, fakat her üç girişim de çeşitli nedenlerden dolayı sonuçsuz kalmıştır. 1964 yılının Haziran ayı başında, Ada’ya askerî bir müdahaleyle ilgili nabız yoklanırken, Johnson’un İnönü’ye yolladığı bir mektup, Türkiye’nin müdahalesini 1974 yılına kadar ertelemiştir.
5 Haziran 1964’te Başkan Johnson, Başbakan İnönü’ye Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale planıyla ilgili bir mektup gönderir. Beyaz Saray, 6 Haziran’da ABD kamuoyunu bu mektuptan haberdar ederken içeriğiyle ilgili bilgi vermemiş, sadece Başbakan İnönü’nün Washington’a davet edildiğini belirtmekle yetinmiştir. İçeriği uzun süre saklanan mektup ancak bir buçuk yıl sonra, 13 Ocak 1966’da Hürriyet gazetesinde yayınlanır.
Haluk Şahin, Johnson Mektubu başlıklı eserinde mektubun bizzat Johnson tarafından kaleme alınmadığını belirtir. Yazar, kaynakların bu konuda dönemin Dışişleri Bakanı Dean Rusk, Bakan Yardımcılarından Harlan Cleveland ve onun yardımcısı Joseph Sisco’nun isimlerini verdiğini belirtmektedir. Bu süreçte Başkan Johnson’un Kıbrıs’tan ziyade Dominik Cumhuriyeti bunalımına ve Vietnam’a odaklandığı, Kıbrıs’ı Rusk ve yardımcısı George Ball’a bıraktığı da yazar tarafından belirtilir. Şahin’in verdiği bu bilgiler doğru olsa bile mektubun altında bizzat Johnson’un imzasının olduğunu, bu anlamda sorumluluğun da ona ait olduğunu belirtmekte fayda vardır ki; Şahin, Johnson’un İnönü’yle Washington’da gerçekleştirdiği görüşmede bu sorumluluğu hissederek davrandığını vurgular.
Mektubun kimin tarafından kaleme alındığı ile ilgili tartışmalar bir yana, mahiyeti bizzat giriş cümlesinden de belli oluyordu. Mektup şu şekilde başlıyordu:
Türkiye hükümetinin Kıbrıs’ın bir kısmını askerî kuvvetle işgal etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığı hakkında Büyükelçi Hare vasıtasıyle sizden ve Dışişleri Bakanınızdan aldığım haber beni ciddi şekilde endişeye sevk etmektedir. En dostane ve açık şekilde belirtmek isterim ki, geniş çapta neticeler doğurabilecek böyle bir hareketin Türkiye tarafından izlenmesini, hükümetinizin bizimle evvelden tam bir istişarede bulunmak hususundaki taahhüdü ile uyuşur saymıyorum. Büyükelçi Hare, görüşlerimi öğrenmek üzere kararınızı birkaç saat geciktirmiş olduğunuzu bana bildirdi (Şahin, 2002: 121).
Çağrı Erhan, Johnson’un sert ifadeler içeren mektubunda özetle şu konuların öne çıktığını belirtir:
1) ABD yıllar boyunca Türkiye’nin en sağlam bir müttefiki olmuştur. Türkiye ABD’ye danışmadan böyle bir karar almamalı ve uygulamamalıdır.
2) Türkiye Garanti Anlaşmasına dayanarak, Kıbrıs’a bir müdahalede bulunabileceğine inanmaktadır. Fakat bu, garanti anlaşması tarafından men edilen bir yöntem olan taksimin gerçekleşmesine yol açacaktır. Türkiye, Garanti Anlaşmasına taraf olan diğer devletlerle görüşme imkanlarını tüketmeden, müdahalede bulunmamalıdır.
3) Müdahale iki NATO üyesi ülke olan Türkiye ile Yunanistan arasında bir çatışmaya yol açacaktır. Böyle bir çatışma NATO tarafından hiç istenmemektedir. İki ülke de NATO’ya katılmakla bir daha savaşmayacaklarını kabul etmişlerdir.
4) ..Türkiye tarafından Kıbrıs’a yapılacak askerî bir müdahale SSCB’nin soruna doğrudan doğruya karışmasına neden olabilir. NATO [müttefikleri] tam rıza ve muvaffakat[ları] olmadan Türkiye’nin girişeceği bir hareket sonucunda ortaya çıkacak bir SSCB müdahalesine karşı Türkiye’yi savunmak yükümlülükleri olup olmadığını müzakere etmek fırsatını [bulamamışlardır.]” Yani, böyle bir durumda NATO ülkeleri Türkiye’yi savunmak yükümlülüğü altına girmeyebilirler.
5) Türkiye’nin tek taraflı müdahalesi BM’nin sürdürdüğü arabuluculuk çabalarını da sekteye uğratacaktır.
6) …Türkiye ile [ABD arasında] mevcut Temmuz 1947 tarihli anlaşmanın IV. maddesi gereğince, askerî yardımın, veriliş amaçlarından ayrı gayelerde kullanılması için [Türk hükümetinin] ABD’nin muvafakatini alması gerekmektedir… Mevcut koşullar altında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askerî malzemenin kullanılmasına ABD muvafakat” etmemektedir.
7) Başbakan İnönü’nün tasarladığı müdahaleyi gerçekleştirmeden önce Washington’da Başkan Johnson’la görüş alışverişinde bulunması memnuniyetle karşılanacaktır.
Mektup, ABD’nin Kıbrıs’a müdahaleyi istemediğini açıkça göstermektedir. Çünkü olası bir müdahale, NATO’ya üye iki ülke arasında bir çatışmaya sebep olabilecek ve SSCB’nin de olaya müdâhil olmasına yol açabilecektir. ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk, Haluk Şahin’e gönderdiği mektupta ABD’nin soruna bakışını şu şekilde dile getirir:
İki NATO üyesi arasındaki savaş olasılığı bizi katlanamayacağımız bir durumla karşı karşıya bırakmıştı… Bize göre, iki NATO üyesi arasındaki savaş, bu örgütün yıkılmasına kadar gidebilecek sonuçlar doğuracaktı. Johnson mektubunun amacı Yunanistan ile Türkiye arasında bulunan sorunlarda taraf tutmak değil, bu iki ülke arasında savaş çıkmasının ‘olmaması gereken bir şey’ olduğuna işaret etmekti. Türkiye’nin NATO üyelerine iyice danışmadan, NATO böyle bir savaşı durdurmak için yapabileceklerinin azamisini yapmamışken, Yunanistan’a karşı harekete geçmesi bizim görüşümüze göre olmaması gereken bir şeydi.
Dönemin önde gelen diğer bir ismi ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı George Ball de aynı kitapta yer alan röportajında, Rusk ile benzer şeyleri söyler: “… Doğu Akdeniz’de bir savaş istemiyorduk, iki müttefikimiz arasında bir savaş istemiyorduk. NATO üyesiydik, Sovyetlerin Makarios’un davetiyle ya da başka biçimde burunlarını sokmalarına olanak sağlayacak bir fırsat yaratmak istemiyorduk.”
Mektupta öne çıkan iki konudan ilki, SSCB’nin devreye girmesi durumunda NATO’nun Türkiye’ye yardım etmeyebileceği; ikincisi ise müdahale sırasında NATO mühimmatının kullanılmasına ABD’nin onay vermeyebileceğiydi. Her iki konu da Türkiye üzerinde soğuk duş etkisi yaratmıştı. Zira Türkiye, dış politikasını o döneme kadar Batı ittifakına yaslamışken, ittifakın önde gelen gücü ABD, müdahale gerçekleştiğinde oluşacak Sovyet saldırısı karşısında Türkiye’yi koruyamayabileceğini ima ediyordu. Johnson’un mektubundaki satır arası mesaj, esasında, Türkiye’nin dış politikada yalnız kalabileceğiydi. Johnson’un mektubu göstermişti ki, güvenlik kaygılarını azaltmak için üye olunan NATO ve ABD, bu kaygıları ortadan kaldırmak bir yana; Türkiye’nin yapayalnız kalabileceğini ifade ediyorlardı. Mektup, farklı bir açıdan bakıldığında, Amerika ve NATO ile kurulan ilişkinin Türkiye’nin aleyhine olduğunu savunan Türkiye solunu da haklı çıkarmıştı. Solun önemli isimlerinden biri olan Çetin Altan, Milliyet gazetesinde 17 Haziran 1964 tarihli Gözümüz Açılıyor mu? başlıklı yazısında Johnson Mektubuna kadarki süreçte Türkiye’nin Amerika ve NATO ile kurduğu teslimiyetçi ilişkiyi eleştirenlerin hükümet tarafından cezalandırılmasının bu elim sonu getirdiğini, bu anlamda solun haklı çıktığını belirtiyordu. Bununla birlikte İnönü hükümetine yakın olanlar da Amerika ile ilişkileri sorgulamaya, Amerika’ya karşı eleştirel bakmaya başlamıştı. Örneğin Metin Toker İnönü’nün Son Başbakanlığı (1961-1965) başlıklı kitabında mektupla ilgili olarak “… Bizde kabak gibi laf etti derler… Hiç kimse gücenmesin ama Johnson’un meşhur mektubunu ilk okuduğumda hatırıma gelen deyim bu oldu.” demekte ardından şöyle devam etmekteydi: “Geniş bir çevre, İsmet Paşa’nın Johnson ile görüşmek üzere ABD’ye gitmesi karşısında tavır aldı. Gidip de ne olacaktı? ABD’nin ne mal olduğu ortaya çıkmamış mıydı?”
Johnson Mektubu TBMM’de de konuşuldu. 17 Haziran 1964 tarihinde yapılan güvenoyu toplantısında söz konusu mektup ile ilgili konuşan MP Yozgat Milletvekili İsmail Hakkı Akdoğan, mektubu şöyle değerlendiriyordu:
Başkan Johnson’un mesajında ifadesini bulan Amerika’nın haksız ve hayal kırıcı ithamları karşısında gösterilen rücu ve zaaf Türkiye’nin, haklarını korumak için Kıbrıs’a bir müdahalede bulunamayacağı yolunda öteden beri ileri sürülen zararlı, tehlikeli ve sakat bir kanaati âdeta, tescil etmiştir. Bunda yalnız haklarımız değil, millî haysiyetimizi de derin bir şekilde rahnedar olmuştur. Mütecavizlerin cüreti de aynı ölçüde, artmıştır.
Akdoğan, böyle bir durumda İnönü’nün Johnson’un telkinlerine uyarak Amerika’ya gitmesinin milletin menfaatine uygun bir durum olmayacağını da belirtiyordu. CKMP Uşak Milletvekili Ahmet Tahtakılıç ise Johnson’un mektubunda ifade ettiği Türkiye ve Yunanistan arasındaki dostluğun pekiştirilmesi gerektiği düşüncesinin ancak Amerika tarafından sağlanabileceğini belirterek Johnson’a bu yönde çaba harcaması çağrısında bulunuyordu.
Mektubun gönderilmesinin üzerinden bir hafta geçmesine rağmen cevap alamayan Başkan Johnson, George Ball’u Ankara’ya yolladı. Bu sırada mektubu infial çıkaracağı endişesiyle kamuoyundan uzak tutmaya çalışan Başbakan İnönü, Dışişleri uzmanlarıyla bir cevap hazırlıyordu.
İnönü 13 Haziran’da mektubunu ABD Büyükelçi Hare aracılığıyla Washington’a yolladı. Mektubun ilk paragrafında müdahaleden vazgeçildiğini belirten İnönü, şöyle devam ediyordu:
Mesajınız gerek yazılış tarzı, gerek muhtevası bakımından, Amerika’yla ittifak ilişkilerinde daima ciddi bir dikkat göstermiş olan Türkiye gibi bir müttefikinize karşı hayal kırıcı olmuş, ittifak münasebetlerine değinen muhtelif konularda önemli görüş ayrılıkları belirmiştir. Gerek bu ayrılıkların, gerek mesajın genel havasının, sadece çok sıkışık bir zamanda acele toplanmış verilere dayanarak yapılmış, iyi niyetli bir girişim telâşından doğmuş husustan ibaret olmasını yürekten dilerim (Şahin, 2002: 127-8).
İsmet İnönü 22-23 Haziran’da Washington’a giderek Başkan Johnson ve ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilileriyle görüştü. Bu ziyaret gerçekleşirken, Başkan Johnson’un davetini kabul eden Yunanistan Başbakanı Yeorgios Papandreu da Washington’a geldi. İki lideri aynı anda ağırlayan Johnson’un, Türkiye ve Yunanistan arasında arabuluculuk rolü üstlendiği izlenimi uyandı. Ancak, Johnson iki liderle ayrı ayrı görüştü ve üçlü bir toplantı yapmamaya özen gösterdi.
İnönü’nün Johnson ile görüşmesinden sonra yayınlanan ortak bildiride ABD, Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki tezlerinin temel dayanak noktası olan, Londra ve Zürih Antlaşmalarının devam ettiğini kabul etti. Bu bağlamda ABD, Türkiye’nin garantör devlet olmasından doğan müdahale hakkını da tanımış oldu ki; bu, Türk tarafı için bir başarıydı. Ayrıca, anlaşmazlıkların görüşmeler yoluyla çözülmesi konusunda mutabakata varıldı.
Başbakan İsmet İnönü, görüşmelerden sonra yaptığı açıklamalarda Başkan Johnson’un sorunun çözümü konusunda istekli olduğunu vurgulayarak, Türkiye ile ABD’nin arasında Kıbrıs konusunda ortaklık olduğunu belirtti. ABD’nin müdahaleye karşı oluşu dikkate alındığında bu ortaklığın Türkiye’nin Ada’ya müdahale etmemesi, bunun dışında çözümler araması üzerine kurulduğunu düşünülebilir. Mektubun uzun vadede hem Türk dış politikası, hem de Türk-Amerikan ilişkilerine etkisi oldu.
Abdi İpekçi, Milliyet gazetesinde 10 Haziran 1964 tarihinde Türk – Amerikan Münasebetlerinde Dönüm Noktası başlıklı yazısında “Herhâlde son olay [Johnson Mektubu] Türk-Amerikan münasebetlerinin bir dönüm noktasını teşkil edecektir.” diye yazmıştır. Mektubun Türk-Amerikan ilişkilerinde bir dönüm noktası yarattığını düşünen bir diğer isim olan Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi başlıklı eserinde düşüncelerini şöyle dile getirir: “Nasıl 12 Mart 1947 tarihli Truman Doktrini Türk-Amerikan ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuş ise, 5 Haziran 1964 tarihli Johnson’un mektubu da, Truman Doktrini’nin açmış olduğu sağlam tersine çeviren bir dönüm noktası olmuştur.” Johnson Mektubu üzerine bir dönemi değerlendirmede bulunan diğer bir isim Haluk Gerger’dir. Yazar Dış Politika/Türk Dış Politikası başlıklı makalesinde mektubun etkisini, “1960’ların ortalarından başlayarak Türk dış politikasında bazı değişiklikler görülmeye başlamıştır.” şeklinde yorumlamaktadır. şu ana kadar alıntılar yaptığımız yazar Haluk Şahin de Johnson Mektubu başlıklı kitabında mektubun Türk dış politikasında bir dönüm noktası olduğunu iddia eder. Şahin’in dönüm noktası olarak tanımladığı şey, Türkiye’nin dünyaya bakışındaki, kendi konumunu değerlendirişindeki değişimdir.
Mektubun kamuoyunda da dönüm noktasını getiren sonuçları oldu. Bu sonuçların birincisi, Türkiye’nin NATO üyeliğinden ayrılmasını savunan görüşlerin destek bulmasıydı. İkincisi, kamuoyunda ABD’ye ve Türkiye’deki askerî varlığına karşı çıkan akımların güç kazanmasıydı. Bu bağlamda yukarıda da değinildiği üzere Türkiye solunda başından beri açık biçimde görülen Amerika ve NATO karşıtı duruş, Johnson Mektubuyla daha geniş kitlelere yayılmıştı. Bu durumu Nihat Erim Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs başlıklı kitabında şöyle açıklamıştı: “Bu güne kadar Türk-Amerikan ilişkilerinde Johnson’un bu mektubunun etkisi görülmüştür. Denebilir ki, o zamana kadar dünyanın tek memleketi Türkiye idi ki, orada Amerikalılara ‘Go Home’ denmiyordu.” Amerika ve NATO karşıtı duruş, 68 Kuşağı’nı da etkilemiş, bu anlamda net bir siyasal duruş ortaya çıkmıştır.
Yazımın buraya kadar bölümünde de Johnson Mektubu başlıklı makalesinden yaygın olarak yararlandığım Veysel Ergüç Johnson’un gönderdiği mektupta SSCB tehdidinden bahsetmesinin ve bu tehdit karşısında NATO’nun Türkiye’yi koruyamayabileceğini ima etmesinin, Türkiye’nin dış politikası ve ABD’ye bakışında önemli değişiklilere yol açtığını belirtmektedir. Ergüç’ün değerlendirmeleri ile devam edelim. Ona göre bu değişikliklerden ilki, ABD’nin mektubun gönderildiği tarihten itibaren kendisini Türkiye’ye karşı sorumluluk altına itmesidir. Nitekim Türkiye, ABD’nin bu durumundan 1967 ve 1974 yıllarında yararlanmıştır. Bu bağlamda Johnson Mektubu, kısa vadede Türkiye’nin elini bağlamış olsa da uzun vadede ABD karşısında elini güçlendirmiş; bu anlamda Kıbrıs’a müdahale konusunda fırsat sağlamıştır. İkinci olarak mektup, Türkiye’deki ABD karşıtı hareketlere meşruiyet sağladığından NATO, Haluk Şahin’in deyişiyle, ülkenin dış politikasında tartışılmaz bir konu, bir tabu olmaktan çıkmıştır. Üçüncü olarak, tekrar pahasına belirtmek gerekirse Johnson Mektubu, Türk dış politikasında bir sorgulamayı başlatmıştır. Bu sorgulama döneminde Türkiye, bütünüyle ABD’nin yörüngesinde olmanın o kadar da doğru olmadığını öğrenmiştir. Bu bağlamda mektup, Türkiye’ye ABD ve NATO dışına tamamen çıkmadan ama bundan başka yeni eksenlere de açılması gerektiğini göstermiştir. Bu çerçevede Türkiye, iki kutuplu Soğuk Savaş düzenindeki Yumuşama Dönemi’nden de kaynaklı olarak SSCB ve Üçüncü Dünya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmiştir. 1964 sonunda Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’in Moskova ziyaretiyle başlayan bu süreç, 1965 yılında Başbakan Suat Hayri Ürgüplü’nün ziyaretiyle devam etmiştir. Nihayetinde Johnson Mektubu’ndan sonra Türkiye, kayıtsız şartsız biçimde ABD’nin yörüngesinde olma durumundan çıkarak çok yönlü dış politika geliştirme çabasına girişmiştir. Dolayısıyla kısa vadede Türkiye’nin elini bağlasa da mektubun uzun vadede bazı önemli faydaları da olmuştur.