Mütemadiyen değişen siyasi gündem, yolsuzluk skandalları, pes dedirten yargı kararları, değişen siyasi ittifaklar, gittikçe kutuplaşan paralel toplumsal hayat(lar) bağlamı içinde yerel seçimlerin siyasi ve toplumsal sonuçları nasıl değerlendirilebilir? Süreç kapanmadığı için içinde konumlandığımız tarihsel konjonktürü hakkıyla analiz etmek ve bundan tarihsel ve yapısal kimi dersler çıkarmak ne kadar mümkün, tartışılır. Toplumsal muhalefetin genişlemesiyle ile baş edemeyen, demokrasiyi sandıktan ibaret sayan (ve hatta sandığa bile hile karıştıran), sokakların hareketliliği karşısında sürekli çıplak şiddet kullanma dışında bir seçeneği kalmayan, hakikat üretemediği için yalana bağlayan ve bu yüzden gittikçe güvenlik ve polis aygıtına dönüşen devlet karşısında yerel seçim sonuçları neye yarar? Yapısal olarak dışlanmış kimliklere yeni tip kimlikler ekleyerek, yeni mağdurlar, yeni acılar ve yeni öfkeler biriktiren, devletin temel mekanizmalarını tekeline alarak gittikçe merkezileşen bu popülist iktidara karşı hangi demokratik kurumlar ve pratikler, hangi mücadele biçimleri ile karşı durulabilinir veya bu iktidar dönüştürebilinir?
Yayılmacı dış politikası hezimete uğramış ve komşuların bir kısmı ile savaş noktasına gelmiş bu tek parti-tek kimlik-tek aile-tek adam hanedanlığının toplumu daha büyük felaketlere sürüklenmesini önlemek hangi araçlarla mümkün olabilir? Böylesi bir savaş felaketi iklimi içerisinde, bir şekilde yürüdüğü varsayılan müzakere sürecini evrensel ölçülerde yasal çerçeveye oturtmaya yanaşmayan bu keyfi iktidarı, demokratikleşmeye ve barış sürecini derinleştirmeye hangi mekanizmalar ve güçler itebilir? Ve son olarak, bu iktidara bu kadar geniş alan bırakan muhalefetin yolsuzluğu ve hukuksuzluğu ifşa üzerinden bina ettiği stratejisi nasıl hakiki bir şekilde dönüşüp genişleyebilir, bize gelecek hakkında ne vaat edebilir?
Hepimizin malumu, devleti dönüştürme ve kamusal alanı kolonize etme amacıyla bir araya gelen AKP-Cemaat bloğu etrafına kir ve nefret zehirini akıtarak çözülüyor. Farklılaşan demokratik talepleri karşılayamadığından eski bürokratik rejim çürümüş, pert olmuş ve onun yerine yeni bir müteşebbis şirket-devlet rasyonalitesi ve yeni bir tüketici-dindar toplum inşa etmeye çalışan bu rejim Gezi’de ve 17 aralık da atılan neşter ile kesintiye uğradığından, bizim şimdilik ara bir rejimde yaşadığımızı düşünüyorum: Eski bürokratik rejimin yasaları ve kurumlarıyla boğuşan, onları kendine bir ayak bağı olarak gören, fakat kendi siyasi rejiminin yasasını ve müstakil kurumlarını, zengin sınıfını ve yönetici insan sermayesini de henüz tam oluşturamadan nefesi kesilmiş bir hükümetle karşı karşıyayız diyebiliriz. Bu bağlam içinde, ne “milli mücadele” ajitasyonu yolu ile yerel seçimi bir referandum havasına sokan ve üzerine yapışan ciddi yolsuzluk şaibelerini seçimle temizlemeye kalkışan 3. Erdoğan hükümeti; ne de, yolsuzluk kasetleriyle AKP tabanının aydınlanıp uyanacağını ve bu hükümete destek vermekten vaz cayacağını ümit eden “yeni” CHP/Cemaat koalisyonu bu seçimden istedikleri amaca ulaşabildi.
Yeni CHP’nin rasyonalitesi: ifşa ve sinisizim
Temel arzusu daha fazla demokrasi olmaktan çok, “eski rejimi” restore etmek, kaybettikleri itibarı ve mevzileri yeniden kazanmak, eskiyi yeni bir görüntü ile yeniden kurmak olan CHP -ve onun tabanını oluşturan laik-milliyetçi kodlarla terbiye edilmiş, siyasetten ve bürokrasiden dışlanmış ama iktisadi ve kültürel ayrıcalıklarını (henüz) kaybetmemiş kentli orta sınıfa mensup kesimlerin yanında, ondan bundan memnun olmayanların; siyasetten ve ana akım medyadan dışlanarak itibar kaybetmiş kimi “yurtsuz” liberal entelektüellerin, gönülsüzce de, olsa destek verdiği dünya görüşünü hiç kimsenin tam olarak tarif edemediği bu amorf siyasi oluşum-, yapısal ve tarihsel olarak dışlanmış olan geniş yoksul kesimlere ne ölçekte, refah, özgürlük ve demokrasi vaat edebilir tartışılır.
Baykal sonrası “yeni” CHP içindeki en çarpıcı dönüşüm, son dönemde partiye genç ve dinamik nüfusu çağıran yeni bir tür elit sınıfının medyada, siyasette ve akademide türemiş olmasıdır: bürokrasiden devşirme, asık suratlı siyasi figürler ortalıkta görünmez olmuş, bunların yerine yeni nesil neşeli-modern CHP’li figürler peyda olmuş. Bu yeni nesil elit figürler sınıfsal farkı, yoksulluğu ve kültürel tahakküm biçimlerini yaşam tarzındaki farklılığa indirgerler, çok kültürcü, popülist ve fevkalade pragmatiktirler. CV`leri kabarık, iş bilir ve pek hünerlidirler. Geçmişin kolonyal yükünü üzerinde zinhar taşımaz, gayet siniktirler. Demokratik bir zeminde birlikte yaşam ile ilgili hiç bir pozitif siyaset üretemeyen, sosyal eşitsizlik, özgürlük ve barış meselelerinde kekeleyen bu yeni “organik” kadroların bize önerdiği şey, mesela, anadilde eğitimi pedagoglara, dindarlık meselesini sosyologlara sorarak çözmekmiş.
Yani, demokratik talepleri ve ilgili siyasi aktörleri muhatap alıp sürece dahil etmek, onlarla müzakere edip onlara egemenliği paylaşmak yerine, söz konusu meseleleri bir tür teknik bir iş olarak gördüklerini, bu demokratik talepleri (ve aktörleri) siyaset dışına iterek kendilerinin yegane karar verici özne olduklarını -eskiden olduğu gibi- yalnız kendilerinin tahayyül ettikleri ve sınırlarını belirledikleri “ortak iyi” etrafında toplumu yönetmeyi marifet saydıklarını görüyoruz. Bu durumda ırkçılık meselesini psikologlara, ekonomik krizi (neo) liberal iktisatçılara, kentsel dönüşümü mimarlar ve mühendislere, idare etmeyi de teknokratlara sorarak çözmelerini beklersek haksızlık etmiş olmayız. (Benzer bir şekilde, cemevlerinin yasal statüya kazandırılması, zorunlu din derslerinin kaldırılmasına yönelik Alevilerin taleplerine karşı AKP’nin tavrı da “Diyanete soralım” olmuştu. )
CHP’nin seçim mesaisine dönelim. Eğer AKP’nin tabanını oluşturan, -maddi ihtiyaçları görece tatmin edilmiş ve bu iktidarın hizmet politikası ile itibar sahibi olmuş- geniş yoksul kesimlerin sırf yolsuzluğu ifşa eden kasetlerle “aydınlanması” bekleniyorsa, CHP (ve elbette AKP ve MHP) tabanın da, mesela Kürtlerin ve Alevilerin ve diğer ezilen kimliklerin 100 yıldır çektikleri acılar, maruz kaldıkları devlet şiddeti, aşağılanma, cinayetler ve köy boşatmalar hakkında, 30 yıldan beri onca üretilen bilgi, belge ve hakikatten sonra çoktan aydınlanmış olmaları gerekmez miydi? Bu tabanın CHP gibi partileri desteklemekten çoktan vazgeçmesi, “bu savaş bizim değil” demesi gerekmez miydi? Ama işler böyle yürümüyor, ideoloji böyle çalışmıyor, insanların içine atıldıkları anlam dünyasından uyandırmanın ve hakikatle yüzleştirmenin yolu sırf hırsızı, uğursuzu ifşa etmekten ibaret değil. Yani, AKP tabanının bütün yolsuzluklara ve cinayetlere (Roboski ve Gezi) ilişkin üretilen bilgiye rağmen hala bu hükümeti desteklemesinin sebebi, bu kesimlerin aydınlanmamış “taşralı cahil cühela” olmaları olsaydı, o zaman yüksek eğitimli, kentli orta sınıftan müteşekkil CHP tabanının da, Kürtlere ve dindarlara yüz yıldır tepeden bakan ve temel insan hakkını inkar eden CHP’yi desteklemekten ve bütün bu haksızlıkları ve aşağılamaları bildiği halde bilmezmiş gibi yapip keyfini çıkardığı kendi sinik tavrından vazgeçmesi gerekmez miydi? Bu arada, CHP’nin yeni elitlerinin sinisizminden farklı olarak, lafını esirgemeyen ve “biyolojik” Türklük konumundan konuşan kimi CHP’li figürler, yoksul dindarlara ve Kürtlere karşı sandıkta pek şansları olmadığını bildiklerinden, CHP’ye gönül vermiş “otantik” orta sınıfın daha fazla çocuk yaparak çoğalması konusunda teşvik edilmesini öneriyorlar, -malum yoksullar zenginlere, Kürtler Türklere nazaran daha fazla ve daha seri şekilde çoğalmaktadırlar.
Demek ki bütün mesele kalpsizlerde farkındalık yaratmak, onlara yaralarını göstermek, acılarından haberdar etmek, cahil cühela kesimleri gerçeklik ile yüzleştirip eğitmek ve aydınlatmak değilmiş. Demek ki, her iki durumda da farklı şekilde kurgulanmış anlam dünyaları, farklı bilme ve deneyimleme biçimleri, farklı kültürel kodlar üzerinden uyarlanmış paralel simgesel evrenler varmış. Demek ki bu farklı evrenler içinde konumlanmış ve zihniyet yapıları farklı biçimilerde şekillendirilmiş özneler, ve bu öznelerin kimi maddi, simgesel çıkarları ve hissi yatırımları ve beklentileri varmış. “Onları” anlamadan, “onların” hayatına tanık olmadan, “onların” hayatına değmeden, onların maddi koşullarını değiştirmeden ve nihayetinde “onlara” sormak yerine, pedagoglara ve sosyologlara sorarak özgürlükçü siyaset yapılamayacığını bize seçimler göstermiş oldu. Daha da önemlisi, “onları” değiştirmeye ve dönüştürmeye kalkışmadan evvel, ilkin kendi pozisyonu, kendi algılama ve davranış biçimini gözden geçirmesi ve kendini dönüştürmesi gerekiyor, seçimden alacağı ders bu CHP’nin. Demek ki “o olsanın, bu olsanın” hayalini kurmak değil, ancak böylesi köklü bir dönüşüm sonucunda “hayat bir bayram” olurmuş.
AKP’nin rasyonalitesi: icra, ihya ve randıman
Kutuplaşma ve (otoriterleşme) meselesine daha analitik bir yerden baktığımızda yukarda sözünü ettiğim paralel toplum/paralel kamusallık meselesini, iki farklı idare etme rasyonalitesi ve inşa edilmiş iki farklı toplumsal öznellik biçimi kavramları üzerinden değerlendirebiliriz. Bu iki farklı idari rasyonalite ve toplumsal öznellik biçimini anlamadan bu kavganın, otoriterleşmenin ve kutuplaşmanın esasına teğet geçer, bununla hangi araçlarla nasıl mücadele edilebileceği konusunda tökezleriz. CHP’nin ifşa siyasetinin farklı bir versiyonunu liberal entelektüellerin 3. Erdoğan hükümetini eleştirilerinde görüyoruz. Bu kesimler de demokratik süreçlere katılım imkanlarının ortadan kaldırıldığının, fikir hürriyetinin ve hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlal edildiği, yargının, yasamanın ve medyanın yürütmenin/tek adamın denetimine girdiği tespitinden yola çıkarak, bütün enerjilerini söz konusu ilkeleri ihlal eden iktidarın zivanadan çıkmış mevzuat-dışı icraatlarını ve keyfi idari tedbirlerini kamusal alanda deşifre etmeye harcayarak AKP hükümetinin derin bir meşruiyet krizi içinde olduğunun altını çizmektedirler. Böyle yaparak, meşruiyeti sırf bu liberal ilkeler ve kıstaslar üzerinden ölçülebilen bir şey olarak görmektedirler.
Oysa AKP şürekâsı ve tabanı siyasi meşruiyeti (sırf) bu liberal beklentiler, ölçüler ve parametreler üzerinden kurmamakta, onu buradan okumamaktadır. Aksine onların idari aklı demokratik katılım ve yasalara uyum(suzluk) üzerinden değil, piyasa ölçütleri, randıman, istikrar, icraat ve hizmet söylemlerini bir araya getiren populist bir akıl üzerinden işlemektedir; onların meşruiyet anlayışı hukukun üstünlüğü, siyasi süreçlere katılım ve soyut eşitlik üzerinden değil, somut ihtiyaçları ve talepleri kısmen tatmin etmek, yani materyal ve simgesel kaynakları yeniden dağıtarak dindar-müşteri vatandaşı hem yeniden üretip hem de ihya etmek üzerinden işlemektedir. AKP’nin yönetim anlayışı mevzuata göre hareket eden idareci anlayışı üzerinden değil, Nükhet Sirman’ın çok yerinde ifadesiyle, harekete göre mevzuat çıkaran bir anlayış üzerinden işlemektedir. Yasayı taktiksel bir araç olarak kullanan, “iyi” ve girişimci bir idare anlayışı (“hizmetkar” şirket devlet anlayışı) AKP aklının temel kodudur. (Bir kavram olarak hizmet hem bir medeniyet söylemi bağlamında Islama ve/ya Türklüğe hizmeti; hem de materyal-faydacı bir söylem bağlamında sermaye birikimini, duble yolu, okulu, hastaneyi, sosyal yardımı ifade etmektedir). Bütün bu toplumsal ihtiyaçlar ve talepler stratejik olarak tespit edilip ve filtrelenip kısmen tatmin edilirken, vatandaşın demokratik katılımı ve demokratik temsiliyet gözetilerek değil, aksine tepeden inmeci bir yöntemle müşteriye indirgenmiş vatandaşın memnuniyeti kıstas alınarak icra edilir. Misal, hükümet Kürt açılımı dediği süreci daha fazla demokratikleşmek, Kürtlerin kendilerini siyasi ve idari olarak temsil etmeyi mümkün kılmak olarak değil (mesela en basitinden yüzde on barajını düşürerek), kimi Kürt vatandaşlarının kimi “makul” taleplerini tatmin etmek, kimi ihtiyaçlarını karşılayarak ihya etmek (sosyal yardım, yol, köprü, havaalanı vs.) ve onlara bir önceki rejimden çok daha fazla itibar dağıtarak, gönüllerini fethetmek olarak anlamaktadır. Bu yüzdendir ki özellikle büyük kentlerdeki yoksul Kürtlerin AKP’ye desteği bu kadar yüksek düzeydedir.
Bu hükümete oy veren toplumsal taban da -malum bu taban ağırlıklı olarak esnaflardan, küçük ve orta ölçekli üreticilerden ve eğitim düzeyi düşük güvencesiz sektörde çalışan yoksul kesimlerden, işsizlerden, ev kadınlarından oluşmaktadır- hükümetin demokratik süreçleri hakkıyla işletip işletmediğine, yasaya uyup uymadığına, yolsuzluğa bulaşıp bulaşmadığına bakmaktan ziyade, gündelik ihtiyaçlarının ve taleplerinin ne ölçüde karşılanıp karşılanmadığı, kale alınıp alınmadığı üzerinden değerlendirmektedir. Yani bu söz konusu vatandaş lafın mahiyetine ve mevzuata değil, icraata ve karizmaya bakmaktadır. Bu aynı taban AKP öncesinde de yasaların başka bir zihniyetin/sınıfın yasası olduğunu, bürokratik devletin, yargının ve medyanın daha önce de başkalarının kontrolünde olduğunu, daha önceki dönemlerde de hükümet mensuplarının yolsuzluk yaptığını, sayısız yargısız infaz yaparak çok can yaktığını, daha önceki rejimin bu kesimleri nasıl dışlayıp aşağıladığını bilmekte, bütün bunları pek iyi hatırlamaktadır. Tekrar altını çizelim, burada biz kutuplaşmadan bahsederken aslında iki farklı dünyadan, iki farklı düşünme biçiminden ve deneyimden, farklı kategoriler ve ölçütler üzerinden yol alan iki farklı rasyonaliteden, iki farklı öznellik biçiminden, iki farklı duygusal ekonomiden ve nihayetinde farklı mecralarda kurulan iki farklı meşruiyet anlayışından bahsediyoruz. HDP/BDP’nin siyasi perspektifi işte bu bizi sıkboğaz eden iki rasyonalite arasındaki sıkışmışlığı aşmak bakımından önemli.
İfşa’dan İnşaya alternatif siyasetin imkanı
Eşitlik ve özgürlük mücadelesini “hakımı istemek benim hakkımdır” evrensel şiarı üzerinden kuran, dışlanmışlığını ve haktan mahrum bırakılmışlığını somut tarihsel deneyimlere ve emsallere referans vererek konumlayan, hafızasından ve hakkından feragat etmesini bekleyen sahte toplumsal barışı red ederek, herkesin hakkının karşılıklı kullanabilmesinin garanti altına alınması için sesini ve bedenini kamusal arenaya bıkmadan usanmadan taşıyarak siyaset sahnesine çıkan bir siyasi öznellik olarak görülebilir HDP/BDP. Egemen kodlardan, deneyimlerden ve bilme biçimlerinden bakıldığında kuru bir gürültü gibi gelen bu ses, kendini evrensel bir zeminde dinlenebilir ve taleplerini ve ihtiyaçlarını müzakere edilebilir kılarak, HDP ile kaale alınmayan başkalarının seslerini de kendi sesine katmaya çağırarak alanını ve ittifaklarını genişletmeye çalışmaktadır.
Bu yanıyla, bu konumlanma hem CHP’nin liberalizmden temellük ettiği devletin nötrlüğü, eşitsizliği doğallaştıran meritokrasi fikri, temsilli demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi referanslar üzerinden kurduğu meşruiyet anlayışından, hem de AKP’nin ihya, hizmet ve randıman üzerinden kurduğu kalkınmacı şirket devlet rejiminden tamamiyle farklılaşmaktadır. AKP’nin şirketlerin pazar yoklaması ve müşteri memnuniyeti ölçme tekniklerinden esinlenerek oturtmaya çalıştığı idare etme rejimi, halihazırda varolduğu varsayılan toplumsal ihtiyaçları ve talepleri belirlemek ve bunların kısmi tatmini üzerinden işlemektedir. Oysa HDP/BDP projesi meşruiyetini, ne hukuka, ne de ihya siyasetine dayandırır, bilakis, onu halkın siyasete doğrudan katılımı üzerinden kurar. Böyle yaparak hem bu ihtiyaçların ve taleplerin belirlenme sürecini demokratikleşmesi/ toplumsallaştırması bakımından -malum neyin ihtiyaç olup olmadığına kimin nasıl karar vereceği siyasi bir meseledir, hem de bu ihtiyaçları ve talepleri besleyen koşulları dönüştürerek, meslektaşım Ceren Özselçuk’un deyimiyle, bunları ihtiyaç ve talep olmaktan çıkarmayı önermesi bakımından radikal bir biçimde AKP ve (CHP) idari rasyonalitesinden farklılaşır. Bu anlamda, bu siyasal faillik, meşruiyetini liberal hukukun simgesel ve maddi eşitsizliği görünmez kılarak bize vaat ettiği soyut-hukuki eşitlik nosyonundan değil, eşitsizlik ile özgürlük arasındaki kurucu bağından görünür kılarak kurmaktadır. Çünkü maddi ve simgesel bakımından dezavantajlı olanların aynı zamanda özgürlüşme imkanı da yapısal olarak kısıtlanmakta, özgürlükten feragat etmek de eşitlik fikrinden feragat etmek anlamına getirilmektedir. Kürtler gibi diğer kolonize edilen ezilenler eşit olmadıkları için özgür olamadıklarını, özgür olmadıkları için eşit olamadıklarını sahneleyerek mücadelelerini icra etmektedirler.
Demokratik özerklik kavramı üzerinden ifade edilen bu alternatif siyaset, stratejik olarak, ne devlet aygıtlarını ele geçirmek, ne de kamusal mekanlarını birilerinin mülkü haline getirmek üzerinden siyasallığını icra eder. Temel statejisini devletin temel mekanizmalarının dünüştürülmesi, merkezi bürokrasinin ölçek olarak un-ufak edilerek yerelleştirilmesi üzerinden kurar. Başka bir ifadeyle, bu fikir devlet mekanizmalarını ölçek olarak minyatürleştirerek, hem egemenliğin yerel birimlere devredilmesini amaçlamakta, hem de bu yerel birimlerdeki egemenlik alanlarını demokratize ederek, bu alanları görünmez kılınmış bütün seslere açarak, siyasi olarak “vasıfsızlaştırılmış” ve müşteriye indirgenmiş halkın siyasete doğrudan katılmasının önünü açmaktadır. Böylece idare eden ile edilen, hizmet eden ile edilen arasındaki ayrımı ortadan kaldırarak; idare etme faliyetinin kendisini demokratikleştirerek, kendi kendini idare etmenin mekanizmalarını inşa etmeyi amaçlamaktadır. Devletin dönüşümü yanında, yıkıcı-kalkınmacı kapitalizmin alanlarını daraltarak ve mülkiyet biçimlerini dönüştürerek, ona rağmen ve ona paralel alanlarda, kărdan çok kamusal faydayı gözeten çeşitli dayanışmacı topluluk ekonomilerinin hayata geçmesini teşvik etmeyi amaç edinmektedir. Ölçek olarak yerelleşme, mahiyeti bakımından siyasetin elitlerin tekelinden çıkarılarak toplumsallaştırılması ve alternatif ekonomik faliyetlerin icrası bugünden yarına ve topyekun bir değişimle olmayacağının farkında olarak, herkesi eşitliğe ve özgürlüge mani olan yapısal koşulları sabırla sürekli dönüştürmeye çağırmaktadır.
Bu yönleriyle HDP’nin (ve elbette BDP’nin) tahayyül etiği demokratik siyaset perspektifi, oy vermenin ötesinde, herkesi bu ütopik seneryoya iştirak etmeye ve bu yeni hayatı dönüşerek ve dönüştürerek birlikte inşa etmeye çağırmaktadır. Bu fikrin temel esprisi bize varılabilecek bir menzili, bir “mutlu sonu” müjdelemesi değil, bize gidilecek yolun stratejik güzergahını—yerindelik, yerellik gibi—göstermesi ve bunun kimi araçlarını—süreçlere doğrudan katılım gibi—sunabilmesidir. Bu açıdan, bu seçimler meşru bir hakikatin yenilgisi olmaktan çok simgesel bir yenilginin ifadesi olarak görülmelidir. Zira özgürlük ve eşitlik üzerinden inşa edilecek yeni hayatları mümkün kılacak araçlar hükümetin yasa tanımazlığını mütemadiyen ifşa etmekten ve arada bir sandığa oy sallamaktan değil, toplumsal alandan başlayarak bu fikrin hiç durmadan her yerde icra edilmesinden geçer
Bu makale Jadaliyya’da (7 Mayıs 2014) yayımlanmıştır…
- Göç Sorun Değil Güçtür* - 31 Ağustos 2021
- Hedef alınan, üniversitenin bunca sene hanesine yazdığı kültürel ve simgesel gücüdür - 11 Ocak 2021
- Palavra Meydanı - 30 Ekim 2020