Cumhuriyet, bir teritoride yaşayan nüfusun siyasi egemenliğine dayanan bir devlet formu ve zamanla dönüşen tarihsel –boş– bir kavram. 18. yüzyıldan bu yana bu siyasi kavramın toplumsal eşitlik fikri ile eklemlenerek demokratik bir mahiyet kazandığını görüyoruz. Amerikan ve Fransız devrimleriyle aynı teritoride yaşayan –sınıfsal ve kültürel olarak gittikçe farklılaşan– nüfusun eşit siyasi katılımını mümkün kılacak eşitlik (ve özgürlük) idealini içerir. Ne var ki, bu eşitlik idealinin zamanla farklılaşarak ideolojik olarak çeşitlendiğini görüyoruz. Bu ideolojik farklılaşma kimi kuramcılara göre eşitlik kavramının ve bununla doğrudan ilişkili olan demokrasi fikrinin içinin boşaltılması anlamına gelir.
Bunun en beynelmilel bir formu liberal rejimdir. Liberal rejimlerde eşitlik idealini –toplumsal eşitliği kapsam dışı bırakan– biçimsel-hukuki bir eşitliğe indirger. Bu haliyle de liberal rejimin –sözde– eşitlik vaadi toplumsal eşitsizliği doğallaştıran ve meşrulaştıran bir sonuç yaratır. Bir başka ifadeyle, liberal hukuk üzerine bina edilen modern devlet, farklı toplumsal şartlara ve kültürel kodlara maruz kalan yurttaşları, söz konusu şartlardan/kodlardan soyutlayıp farklılıklardan arındırarak onları birbirleriyle kâğıt üzerinde eşitler. İşbölümü yolu ile yeniden üretilen toplumsal yapılar avantajlı sınıfların içine doğmuş bireylerin kaynaklara erişim ve siyasete katılım imkânlarını genişletirken, dezavantajlı sınıfların/kimliklerin içine doğmuş bireylerin imkânlarını kısıtlarlar. Malum, eşitlik olmadan demokrasi vaadinin bir aldatmacadan ibaret kalması bundandır.
Eşitlik fikrinin içinin boşaltılmasının ikinci en yaygın bir formu ise ırk/ulus/ümmet gibi kategoriler üzerinden bireylerin muhayyel eşitliğine dayanan –cemaatçi– ideolojilerdir. Birincisi toplumu haneye ve bireye indirgeyerek eşitliği sırf bir hukuki-biçimsel forma indirgerken, ikincisi haneye ve bireye indirgenen nüfustan bir kolektif beden türeterek çeşitlilikten müteşekkil nüfusu bir “ulusa” sıkıştırır. Aslına bakarsanız bu iki form gerçek yaşamda başından beri iç içedir. İlki bireyi soyoekonomik koşullardan soyutlayıp yurttaşlık üzerinden kâğıt üzerinde eşitlerken, ikincisi ferdi tercihlere indirgenen izole yurttaşları eş zamanlı olarak imgesel düzlemde (yeniden) kaynaştırır. Söz konusu nüfustan ahlaki bir toplum inşa ederek ona çeki düzen verir.
Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’de seküler milliyetçi ve sağ-muhafazakâr iktidarlar bakımından pek farklılık arz etmeyen cumhuriyetin kurucu evrensellik ideali, her iki formu da bünyesinde barındırır ve en açık ifadesini devletin kültürel farklılıklara ve toplumsal sınıflara tarafsız/eşit mesafede olduğu fikrinde ifadesini bulur. Bu milli imgelem, malum, toplumun farklı kesimlerinin farklı şekillerde deneyimledikleri yapısal eşitsizliklerin ve simgesel dışlanmışlıkların kurumsal inkârı anlamına geliyor. Bu inkâr siyaseti Türkiye’de toplumsalın kurgulanmasında görünmez kılınarak merkeze oturtulmuş olan ayrıcalıklı kimliğin kendi maddi çıkarını ve itibarını kollamasının ahlaki zeminini de oluşturur. Ayrıcalıklı kimlik içinden –Tümay Arslan’ın nefis ifadesiyle “sırra kadem basmayı başararak”– konuşabilen özneler, kendi tekil deneyimlerini, görme ve hatırlama biçimlerini ülkede yaşayan herkesin deneyimi, görme ve hatırlama biçimi olduğunu sıkılmaksızın her mecrada anlatır. Bu egemen klişeye göre, “devlet çeşitliliğe sistematik olarak eşit mesafede durmuş, herkes herkesle sorunsuz bir şekilde yaşamış, bürokraside ve sivil alanda herkes istediği yere gelerek kariyer yapabilmiştir”, ta ki günün birinde ve durup dururken farklılıklar siyasallaştırılana kadar. Bu konumdan konuşarak yurttaşı saflarına çağıran ayrıcalıklı özne, sadece kendi itibarlı tekil konumunu inkâr etmekle kalmaz. Aksine, kendi –milli – habitusunu birlikte yaşamı mümkün kılacak “tek evrenselleştirici” istikamet olarak belirleyerek, diğer kolonize edilmiş kimliklerin alternatif gelecek idealleri önerme kapasitesini yok sayarak, Ernesto Laclau’nun ifadesiyle bizatihi siyaseti inkâr eder.
Bu rejim, Hamit Bozarslan’ın ifadesiyle, ötekini Müslüman Türklüğün “hammaddesi” olarak görür. Bir yandan kendisi gibi muhayyel ulusu sevme ayinlerine çağırır, bu çağrıya yanıt vermeyenlere boyun eğdirmek için çeşitli kaynakları seferber eder, diğer yandan devletin Müslüman Türk öznelliğiyle kurduğu yakın –duygusal ve sembolik– teması görünmez kılmak için mesai harcar. “Hammadde” muamelesi yaptığı kendi dışındaki aidiyetleri parçalamaya, bu dillere ve inançlara doğan bireyleri, içine doğdukları “tekil” ve “özel” aidiyetlerden, mekânlarından ve hafızalarından kopararak, onları Türklük kategorisi içinde eriterek onlardan tek bir “kamusal” kimlik üretmeye çabalar. Bu soyutlama ve nötralizasyon aygıtlarının en önemlilerinden biri –batıya liberal/doğuya kolonyal– hukuk ise, diğeri toplumsal iş bölümünü ve makbul yurttaşı yeniden üreten okuldur. Nitekim Cumhuriyet’in eğitim rejimi, herkesin yeteneklerine ve arzularına göre herkese eşit eğitim hakkı tahsis etmek yerine, Müslüman toplumun içinden becerikli ve çevik çocukları eleyip seçerek – ve onları tikel kimliklerinden arındırarak/devşirerek– geleceğin yönetici elit zümresine dâhil etmek olmuştur. Bu haliyle Cumhuriyet, Pierre Rosanvallon’un ifadesiyle, elit zümrenin –kısmen genişleyerek– demokratikleştirilmesi ötesine geçememiştir. Hakiki bir demokratik cumhuriyet ise alt sınıflardan/kimliklerden çevik ve becerikli bireylerin elit zümreye dâhil edilmesi cingözlüğü ile değil, herkesin farklı olabildiği/kalabildiği ve herkesin her şey olabildiği başka bir hayatın tesis edilmesiyle mümkün olabilir.
Cingöz Cumhuriyet demişken, yukarıda tarifini yaptığım Cumhuriyet idealinin en gözde laboratuvarı olması sebebiyle sorunuza vermeye çalıştığım yanıtı, yönetmen Arin Arslan’ın Sancı dergisine yazdığı bir yazıdan esinlenerek, Dersim’den bir anekdot ile tamamlayayım. “Rivayete” göre, Dersim’in en büyük ve merkezi meydanı olan Cumhuriyet Meydanı bir zamanlar askeri bando eşliğinde İstiklal Marşı okunarak pazartesi ve cuma günleri haftaya başlanıp hafta bitirilirmiş. Kente merkezden ne zaman bir siyasetçi gelse burada nutuk çeker, çeşitli vaatlerde bulunur, bir dahaki gelişine kadar verdiği sözleri unuttuğundan, aynı vaatlerde yeniden bulunurmuş. Yerli halk da bu unutma ve verilen sözleri yerine getirmeme hallerinden dolayı, –eski– cumhuriyetin bir nevi foyasını deşifre ederek, Cumhuriyet Meydanı’na “Palavra Meydanı” adını vermiş.
Eskiyi ikame eden yeni İslamcı-Türkçü rejim ise, ya eski Cumhuriyet’in resmi vaatlerini ikame edecek yeni vaatler icat edemediği için, ya da ortada bunu yapacak bir cumhuriyet (ideali) artık bulunmadığı için, bu meydanda belirip –yalan da– olsa halkı -kurumsal -bir ideale çağır(a)mıyor. Belki de bu yüzden eskinin biçimsel eşitlik üzerinden gizleme gereği duyduğu devlet-millet izdivacını, yenisi aşırı görünür kılarak herkesin bildiği “kamusal sırrı” aleladeleştirmeyi seçerek herkese kabul ettirmeyi deniyor. Memleketin Batısında yerinden edilmiş zümrelerinin yassını tuttuğu yitik Cumhuriyet ideali memleketin Doğusunda pek yankı bulmazken, Palavra Meydanı -kulağa hoş sözlerin bile verilmediği kör ve tekinsiz bir mekâna dönüştüğünden- eski tadı hiç vermiyor.
Yeni Yaşam, 29 Ekim 2020
- Göç Sorun Değil Güçtür* - 31 Ağustos 2021
- Hedef alınan, üniversitenin bunca sene hanesine yazdığı kültürel ve simgesel gücüdür - 11 Ocak 2021
- Palavra Meydanı - 30 Ekim 2020