Gümüş kapısında asma kilit DERSİM

Bir haftadır köydeyim, girmediğim, çıkmadığım ev, çayını içmediğim kimse kalmadı. Ama ne yaparsam yapayım, bir fırsatını buluyor, Cemal dedenin peşine düşüyorum. Koluna girmemi istemiyor, ilerlemiş yaşına aldırmadan, baston dahi kullanmadan yürüyor ve hala bir dağ keçisi kadar inatçı ve hala çevik, dere tepe geziyoruz.

Ben “yoruldum” demeden durmuyor. Bazen bir armut ağacının altında, bazen bir yamaçta oturuyoruz. Gidip gelip Derviş’i dinlediğimiz o söğüdün altında oturuyoruz. Nereye gitsek, nerede otursak yüzümüz hep Munzur’a dönük.

Saklamıyor, hoşuna gidiyor onunla olmam. Sormalarımdan, uzun sessiz dinlemelerimden kendince keyif alıyor. Ben susup dinledikçe o anlatıyor. Bazen susuyor, uzun derin bir sessizlik oluyor. Gözüm kulağım onda -şu an gibi anımsıyorum her şeyi-

Bazen sesi yükseliyor, yankılanıyor, karşı yamaçta açan çiçekleri uyandırıyor, onlar da Cemal dedenin sesine kokularını katıp o ince serin dağ rüzgârı ile bize geri yolluyorlar. Önce gelen narin bir nergisin kokusu, onu ardından Gül Kayası’ndan gelen yaban gülü izliyor, papatyalar en sonra…

“İnsanın zalimi kanlı gömlek giyer, aman bilmez” diyor, aklına ne geldiğini aşikâr etmeden susuyor. Sonra bir dağ kekliğinin kış kar ortasında çaresiz kapana koşan yalnızlığını, gündüz gözü kümes talan eden tilkilerin kurnazlığını anlatıyor bana.

“Yollarımız birbirine değmesin diye yolumuzu ayırdık. Dağları sevdiğimizden değil; dağların zoruna, dağların yalnızlığına saklanmamız. Ama çok sürmedi aç kurtların köye inmesi, çakalların kapımızda uluması. Biz korktuğumuzu belli ettikçe, biz korkup, biz sindikçe onlar sokuldu, onlar eşkıya oldu, dağlarımıza köylerimize girdiler.” deyip, hep yaptığı gibi kendini sessizliğin kollarına bıraktı yine.

Acıları ezbere bilen adamların o bilgeliği ile susmaları hep uzun oluyordu. O susarken yıllara, yılların acısına dayanan bu ince süzülmüş çehrede, kederli gözlerin kurumayan susmasını nasıl anlatacağım geçiyordu aklımdan. Ne yapıp edip bir yolunu bulacaktım acıları acının dilinden, sevinçleri sevinçlerin dilinden anlatmanın…

Cemal dedemin anlattıklarından öğreniyordum. Her öykü kendi dilinde anlatılıyor, kendi dilinde anlamını buluyor ve varmak istediği yürekle kendi dilinde buluşuyor.

Geçti dedik, geçmemişti. 1937 bahar, yaz ayları, sonbahara kadar vuruldu gencecik oğlanlar, delikanlılar. Daha çok kan dökülmesin diye gidip teslim oldu, esir düştü Seyit Rıza…

Bitti dedik, bitmedi.

Gitti zalimin biri, beteri geldi. Baştı, başbakandı artık Celal Bayar. Kıyımlar başlayabilirdi.

1937 Kasım (15) ortası, ayaz bir sessizlik indi Elazığ Buğday Meydanı’na, yaşlı gururlu, elleri arkadan bağlı, başı dik girdi Seyit Rıza meydana.

Bıçak körelten ayaz sessizlik, hepsinin başı önde bir tek onun başı dik “Kerbela’nın evladıyız, ayıptır, zulümdür, cinayettir!” diyerek yürüdü üstüne, cellâtları toplaşmış, cellâdına baktı, cellâtların başı Celal Bayar arkasında.

“Kışın ayazı korkuyu soktu koynumuza, soğuk bir yandan korku bir yandan zor ettik baharı. Keşke hiç gelmeseydi dediğimiz o bahar ilkti.

O bahar, o yaz her zamankinden sıcak oldu. Şu esen rüzgârlar esmez oldu, dal kımıldamadı. Turnalar sulara inmedi. İnmedi çünkü gökyüzünü demir kanatlı kuşlar sardı. Akan sular, duran sular kan revandı…

Gök yarıldı bombalar yağdı üzerimize, kör mermiler, süngüler, süngü uçlarında susan çığlığı ile bebeler. Kutu Deresi’nin dili olmalı, diyecek iki sözü, akan kanı anlatmaya gücü olmalı. Ama yok, gördüğün gibi lal olmuş akar öyle bildiğince. Munzur hepten lali perişan… Ona hiç dokunma. Hep birlikte sustuk yıllarca hiçbir şey olmamış gibi. Çünkü utandık, utandık insanın insana yaptığı bu zulümden.”

Dersim susmuş dağlar taşlar, yalçın kayalar, çocuk çığlıkları, kadınların susup kanat çırpan turnalar gibi çocuklara koşmalarını, kucaklayıp sarmasını ve oracığa düşen bir şarapnel parçası ile can cana, cansız düşmesini gördüğünü anlatıyor sonra.

Gördüklerini yaşadıklarını, bazen dağların tepelerin, kayalar ile akarsuların dili ile anlatıyordu. “Bana değil, şu kayalara sor, şu inen suya, Kutu Deresi’ne.” diyor, onları anlattıklarının canlı tanığı yapıyor, böylece o acıları yalnız yaşamadığını düşünüyor ve acıları her birine pay edip yüreğinin yükünü hafifletmeye çalışıyordu.

“Dersim dört dağ içinde, bin gülden biri kaldı… Bir değildi, bin birdi toprağa düşenler. Bin birdi vurulmuş bıyığı terlememiş delikanlı, süngülenmiş gelin, ak tenli kız…”

Dağ köylerine, dağların kayalık, ormanlık alanlarına saklananlara ulaşması kolay olmamış. Düzde kolay olan dağda, dağ yollarında zor olmuş. Buralara varmaları zaman almış.

Geldikleri gün toplamış dizmişler duvarın dibine… Duvarın dibinde son resimleri alınırken, yanında yaşını, ağrıyan dizlerini unutmuş, olabildiğince dik durmaya çalışan dedesi, günlerdir susan, sesini özlediği babası, artık ağlamayan annesi. En çok geride ağlayanı kalmayacak diye korkmuş Cemal dede.

Kör mermi verilmişti namlulara. Susmuştu duvarın dibindeki uğultu. Daha az öncesine kadar hiç susmayacak sandıkları Gülizar’ın bebesi de susmuş. Dal kımıldamaz olmuş, kuşlar uçmuyor ve ölüm tüm sessizliği ile beş adım ötelerinde, karşılarında dikilmiş öylece duruyor.

“Bir bıçağın keskin ağzı değmiş gibi durdu kıyım. Emir demiri kesti.” deyip sustu. Gerisi bildik bir hikâye, bildik bir zulüm.

1938 yaz sonu, sonbahar başıydı. Haberler bir biri ardına ulaşıyordu Ankara’ya. İsyan bastırılmış, birlik beraberlik sağlanmıştı. İstanbul gazeteleri büyük puntolarla birinci sayfadan veriyordu haberi; hainlerin hepsi, eşkıyanın başı ezilmişti…

Kalanı az, gideni çok, Gümüş kapısında asma kilit Munzur, sabah güneşini almış arkasına, gidenlerin ardından bakıyordu öylece. Yollar, bulup bir birini çatallaşıyor, demir raylar üzerinde yollar, uzaklara kilitlenmiş vagonlarda bilinmez bir yolculuğa götürüyordu onları.

Başladı sürgün… Kaç gün, kaç gece geçti saymadılar.  Kilitli vagonlarda bilinmeze yolculuklarında hepsi aç, susuz, çocukların hepsi çoktan hastaydı ve hepsi bitlenmişlerdi Bursa’ya vardıklarında.

17 Mayıs 2007 Perşembe

Hasan KAYA