Geçm(em)iş an(ı)lara aşkla*

“Kanıyla
abdest almayan aşk
bizden değildir.”[1]

İçinde Marangoz’dan Şişko’ya; Küçük Doktor’dan Erbakan’a; Sami’den Ufaklık’a hepimizin ortak serüvenine mündemiç anılar(ın)dan söz ediyor Mehmet yoldaş…

Nasıl unuturum o serüveni? Ben hâlâ unutamayanlardan, unutmayanlardanım… Hâlbuki şair gibi, “Anı olacak bir şeyim yok,” diyebilmeyi ne kadar da çok isterdim! Fakat şu bir gerçek ki, ben de o serüvende “Her şeyin dünündeyim.”

Ama şunu da eklemeliyim: Anılara sığınmak yerine “Aşk yeniden” diyenlerdenim. Tabii, karla, borayla, fırtınayla sınanmış anılar(ımız)ın aşkın kendisi olduğunu da bir an dahi unutmadan…

Dedim ya anılar(ımız)ı unutmayıp, önemseyenlerdenim.

Edip Cansever’in, “bir özlemdir anılar/ ve özlem olarak kalacaktır da”; Melih Cevdet Anday’ın, “bir çift güvercin havalansa yanık yanık koksa karanfil/ değil bu unutulur şey değil çaresiz geliyor aklıma,”[2] dizelerindeki üzere bitmeyen, tüketilemeyendir anılar.

“Anılar(ımız)” deyip geçmeyin; çocuksu bir içtenlik ve cüretle yaşanmış deli dolu, civanmert günlerdi o zaman(lar).

“Nedir” mi anı? Yaşanmış, yaşanan zamandan belleklerimizde kalan olgular, devinimler, görünümler, bütün bunları içeren canlılıklardır.

Ahmet Oktay’ın, “ah! sonsuz biçimler veren bize/ bellek ve zaman,” dizelerindeki gibi yaşanmış olanın bellekte bıraktığı iz olarak anı(lar) dediğimiz, biriken değil eksilen şeylerden oluşur.

“Aklımıza gelmeyen bir anıyı ararken, ‘şimdiden kendimizi koparıp, önce genel olarak geçmişe, ardından geçmişin belli bir bölgesine yerleştiğimizi sui generis [kendine özgü] bir edimin bilincindeyizdir: fotoğraf makinesinin ayarlanmasına benzer el yordamıyla arama uğraşı. Ama anımız hâlâ virtüel hâldedir; bu yolla sadece uygun bir tutum takınarak anıyı alımlamaya hazırlanırız. Anı, yoğunlaşmakta olan bir bulut katmanı gibi, yavaş yavaş belirir, virtüelden edimsel hâle geçer.”[3]

Bu çerçevede anılar kısık bir sese, küçük bir görüntüye endekslidir; Fyodor Dostoyevski’nin ‘İnsancıklar’ başlıklı romanında “Mutlaka acı verir,” notunu düştüğüdür.

İnsan(lık)ın yaşadıklarını “yaşadıklarım” değil; “yaşamım” olarak tanımlamasını sağlayabilecek şeydir anı.

Jean Paul Sartre’ın, “Anılar müze gibidir ve bu yüzden ziyaretçisi çok olur”; Carl Gustav Jung’un, “Canlı kalan tüm anıların huzursuzluk ve tutku yaratan duygusal deneyimler olduklarını anladım,” notunu düştüğü anılar tarihi gerçeklerin öğrenilmesine katkı sağlarken; Turgut Uyar’ın, “Kimin nasıl bir anısı hâline geleceğimizi hiç birimiz bilemeyiz,” saptamasına; “Yazılı anılardan daha tehlikeli hiç bir şey olamaz,” diye ekler Gabriel García Márquez.

Hasılı hepimiz anılardan oluşuruz. Çünkü her insan anılardan oluşur, her insan bir hafızadır.

Kulağınıza fısıldanarak söylense de nefesi hâlâ içinizi titreten anı(lar), insan(lar)ın anlamını ya da önemini yorumlayarak hatırladığı şeydir; “yaşanan hangi güzel şey bitmiştir ki!/ dile getirildi mi bütün anılar yeniden yaşanır,” Melih Cevdet Anday’ın dizelerindeki gibi…

*

Hayal kurduğumuz, hayallerimiz için kelle koltukta yaşadığımız; Ermeni Kilisesi’nden bozma Antep Mahpusu’nun “Kısım”ındaki 4.5 adımlık avluda -sırayla- volta attığımız günlerde çok sigara içerdik; Birinci, Bitlis, Bafra ve bazen de Samsun…

Cemal Süreya’nın, “Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına/ Bir cıgara atmışsak denize/ Sabaha kadar yandı durdu”[4] dizelerindeki gibi cıgara(larımız)ın dumanına sarılmış hayaller(imiz) büyüktü; onlar için “Ama”sız, “Fakat”sız yaşanırdı; “yürü hür maviliğin bittiği son hadde kadar/ insan bu âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar” dizelerindeki üzere Yahya Kemal’in…

Gerçeğin tohumu olan hayallerimiz hayata bağlanmanızı sağlayan veya yıkıldığında da dünyayı başınıza yıkan şeydi.

Kürşat Başar’ın, “Hayal gerçeği bozar, gerçek de bunun öcünü alır”; Oruç Aruoba’nın, Hayal gerçeğe ulaşamaz – ulaşsa bile, onu gerçek olmaktan çıkarır, hayal kılar,”[5] ifadelerindeki hülyalı olma hâli veya gerçeğin mayası olarak hayal; görülen her şeyin ilk hâlidir ve onu var eden uzvumuz beynimiz, kalbimizdir.

Yaşadıklarımızla/ yaşananla yaratılmış bir oluşum/oluşturumdur hayal; yaşamak istediklerinizle yaşadıklarınız arasındaki mesafedir…

Gerçekleştirmek için kurulan hayaller insan(lar)ı hayatta tutundurandır; hakikâti aratandır.

İki kere ikinin dörtten başka her değeri alabildiği düşüncedir hayal yani özgürlüktür.

Varlık ve yokluk arasında yokluğa daha yakındır; bu yüzden hayalcilere cüret gerekir. Hayal, kimileri horul horul uyurken gökyüzündeki yıldızları düşünmektir.

Hayatın anlamını veren tanımların tanımıdır o, ve çocuksu bir cüreti gerektirir.

Hayattır aslında; hayatı şekillendirendir.

Albert Einstein’a, ““Mantık sizi a’dan b’ye götürür, hayal ise her yere… Hayal bilgiden daha önemlidir”; Tezer Özlü’ye, “Gerçeklerle başa çıkmanın tek yolu hayal kurmaktır”; Oscar Wilde’a, “Hayallerini büyük tut ki onları gözden kaybetmeyesin”; Ümit Yaşar Oğuzcan’a, “gün doğmadan kurulsun darağacı/ beni hayallerimin bittiği yere asın”; Cengiz Aytmatov’a, “Hayalsiz yapamayız. İyiyi ve kötüyü tanıyacağımız yolda yürüyebilmek için hayaller gereklidir,”[6] dedirtendir.

Umut, hayalin en yakın arkadaşıdır. Hatta ikiz kardeşidir. Birlikte doğarlar, birlikte büyürler, biri yıkılsa öteki onu tekrar ayağa kaldırır.

İnsanı hayatta tutundurandır; dünyanın en güçlü şeyidir…

Türkçede çoğu zaman olumsuz mana ve çağrışımları akla getiren kelime. Öyle ya, “Hayallere dalmışsın yine,” derler, “Hayalperestin biri,” derler, “Hayal dünyasında yaşıyor,” derler vs. vs… İnsanın hayallerini ancak muhayyilesi sınırlar. “Gerçekler” dediği kalıpların içine kendini hapseder, büzülür ve nihayetinde yok olur.

Hayal kurun, sakınmayın, kim zararını görmüş ki?

Hayaller vardır. Olmuşlardır, oluyorlardır; olacaklardır.

Tehlikeli olan bu(nlar) değildir. Asıl tehlike geçmişte olanların ne olduklarını hatırlamadığımızda ortaya çıkar. Zira onlardan vazgeçmemişsiniz, unutmuşsunuzdur. Bu da bir şeylerden kaçtığınıza işaret eder.

Siz, siz olun hayallerinizden ve anılarınızdan vazgeçmeyin!

Unutmayın: Umut olduğu sürece vardır. O yüzden çok büyük bir saygı hak eder hayaller.

Evet hayaller kırılgandır; ama asla ölmezler, yok edilemezler. Çünkü o, Sufîlerin, “Âlem bir hayaldir, hayal mertebesinde yaratılmıştır,” deyişindeki; Nâzım Hikmet’in, “En güzel deniz henüz gidilmemiş olanıdır” dizelerindeki sonsuzluktur.

Hayatın katalizörü olan hayallerimiz kadardık; toprağa düştük; tohum olduk; yeşerip, ağaç olduk; meyveye durduk… Bunu asla unutmayın!

Evet büyük eksikliktir “hayalsizlik” hâli. Çünkü o cana can katan şeydir; bitti sanıldığı an, ortaya farklı bir hâlde çıkandır.

Özgürlüktür; insan(lar)a istedikleri role bürünme şansı verendir; uyanık insanın rüyasıdır.

Zamandan bağımsızdır; insan(lık)ı terk etmeyen yegâne şeydir.

Tamamıyla size ait olan başyapıttır. Yönetmen de sizsiniz, senarist de. Oyuncu da sizsiniz, kameraman da. Tamamen özgürsünüzdür.

Gerçeğin düşsel simülasyonudur ve sadece umutla değil, eylemlerle biçimlendirilir; gerçek olmasını istediğimiz şeydir.

İnsan(lık)ın hayata tutunmasını sağlayandır; hayal etme isteği ve özgürlüğü, yaşamı olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi yaşama isteği sonucu doğmuştur.

Ama sakın unutmayın: Hayal kurmak ne kadar güzelse; hayal için yaşamak da o kadar tehlikelidir; risklidir.

*

İnsan olmanın kaçınılmaz getirisidir hayal kurmak; ona geleceği kurmak için ihtiyacımız vardır. Çünkü o, yaşam belirtisidir; umudun bir başka yüzüdür; geçmişi geleceğe taşıyan bir yolculuktur; geleceğe dokunmaktır.

Kolay mı? Hayal kurmak: Kimi zaman bulutların üzerinde uçmak, kimi zaman okyanuslarda keşiflere çıkmaktır. Zamanla büyür, şekillenir, yontulur.

Yani kurulan düşlerle, bir ütopya yaratılır.

Hayal kurmaktan vazgeçmek, bir insanın kendine verebileceği en büyük cezayken; hayal kurmak ise, o hayalleri gerçekleştirmeye çabalamaktır aynı zamanda; Albert Einstein’ın, “Hayal etmek her şey demektir. Hayatın size getireceklerinin bir ön göstergesidir,” saptamasındaki gibi…

O, ne kadar uçuk bulunursa bulunsun, üzerindeki ölü toprağını atabilmenin tek yolu cesarettir; ufku genişleten eylemdir; insan(lık)ın sırtını kendine dayamasıdır; kendini tanımasına yardımcı olan eylemdir.

Önü arkası olmayandır; hâlâ hayal kurabiliyorsak umut var demektir; değişmek ve değiştirmek için…

Kalbin atmasıdır sanki; büyüdükçe, içeriği gerçekliğe daha çok yaklaşan eylemdir.

Yaşamak için bir neden yaratma çabasıdır; son umuttur hayata dair.

İnsanda yaşam isteği uyandırıp, umut verendir; insan(lık)ı ayakta tutandır.

Mark Twain’ın, “Hayallerinizi kovmayınız, çünkü onlar gittiler mi, belki siz kalırsınız, fakat artık yaşamıyorsunuz demektir,” biçiminde özetlediği her şeyin evvelidir; zekânın en önemli egzersizlerinden biridir.

İçlerinde çılgınlık barındıran hayaller özgürleştirir. Çünkü o gerçeğe atılan ilk adımdır.

Saat kurmaya benzemeyen eylemdir; hedef belirlemektir.

İnançların uğruna savaşmaktır; gerçeklere karşı gelmektir. başkaldırıdır, ayaklanmadır.

İhtimaller zinciridir. Bir azim kaynağıdır.

Hayal kurduğunuzda… “Neden” dersiniz, “Neden yapamayayım ki?”…

Uçsuzdur, bucaksızdır, sınırsızdır. Hep bir köşede durandır. Eşsizdir!

Realiteyi sorgulatandır; sınır tanımamaktır; kanat takmaktır.

“Eski(meyen)ler” kıymetini bildi hayal(ler)in, siz de bilin!

*

Tehlike ve risklerle burun buruna Antoine de Saint-Exupéry’nin ‘Küçük Prens’indeki üzere, “Görünenin içinde görünmeyeni arardık”; “İnsan(lar)ı sözleriyle değil, o sözlerin pratiğiyle değerlendirirdik” ve işte bu sahicilikledir ki anlatacak hikâyelerimiz olmuştu; çünkü yaşamıştık.

Bertolt Brecht’in, “Gerçeği bilmeyen sadece aptaldır. Fakat gerçeği bilen ve ona yalan diyen, suçludur, canidir,” kesinliğiyle dünyada tutkulu olmaksızın başarılmış hiç bir büyük şeyin olmadığını bilirdik.

Ve de “Bu kadar güzel bir gökyüzü altında, kötü insan(lar) nasıl yaşayabiliyor” sorusuyla, “Hakiki olan bir hakikât bulmalıyım. Yaşayıp uğruna ölmek isteyeceğim bir fikir,” sözünü telaffuz ederdik Søren Kierkegaard’ın.

“Yaşamak”, “Yaşamış olmak”; kolay ve hafife alınır bir şey değildi; hâlâ da değildir.

“Eski(meyen)”lerde böyleydi. Yani herkes beyninde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşarken; umutlarını, asgari ücretli ve sigortalı bir iş karşılığında satarken; insan olmak ve kalmakta ısrarlı dürüst insan(lar) hep çocuk kaldı; hayallerine ihanet etmedi; “Herkes gibi yaşamak ve düşünmek istemiyorum. Fabrikasyon bir yaşamın dayatılması rahatsız ediyor. Kendim olmalıyım. Şartlanmış beyinlerin ürettiği kavram, fikir ve davranışlardan arınmalıyım,” diyen Michelangelo Buonarroti’nin ifadesindeki üzere…

Hatırlıyorum, “Ahu vah” edilmeyen günlerdi o zamanlar. Hiç şikâyet etmezdik. Çünkü şikâyet etmenin, -olanı kabul etmeye denk düşen- edilgenlikten başka bir anlam taşımadığının bilincindeydik.

Hayattan şikâyet ettikçe, kendimizi kurban rolüne mahkûm etmiş olduğumuz için dünyayı değiştirmeye taraf olduk. Özgürlüğün taraflığa talip olmaya mündemiç olduğundan şüphe etmedik; Sokrates’in, “Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez,” uyarısını unutmadan…

“Ecce homo/ İşte insan” nitelemesine layık olunan zamanlardı; gökyüzünün fethe çıkıldığı o kesit.

Yani “Erdem, herkesin artık bildiği gibi, yetkinliğe giden çetin yolda her zaman engellerle karşılaşır”ken[7] “geçmiş” denilen, asla geçmemişti…

*

Tarih olarak yaşanılan andan geride ve daha da önemlisi olmuş olandır; yaşanmışa verilen isimdir “Geçmiş”…

Siz bakmayın “Hatıraların da son kullanma tarihleri vardır. Küflenirler, kokuşurlar, bozulurlar,”[8] diyen Emrah Serbes’e ya da “Bitti”, “Tükendi”, “Arkada kaldı” diyenlere; geçmiş bir “mezarlık” değildir.

“Geçmiş” denilen, çoğunlukla geçe-me-miş-tir…

Çünkü o, eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.

Geleceğin kanıtı, anahtarı olan geçmiş, bir vida somunu gibi dönerek daima yeniden canlanır.

Kolay mı? İnsanların güçlü ve zayıf yönleridir geçmiş. Çünkü tüm onur ve yaralar oradan gelir.

Geçmiş bugünü, bugün geçmişi belirlerken; bizi terk etmeyen ve bizim terk edemediğimizdir; geçermiş gibi yapıp geçmeyendir.

Yani William Faulkner’in kelimeleriyle söylersek, “Geçmiş ölü değildir, geçmemiştir bile.”

Veya Aslı Erdoğan’ca, “Her anı geçmişe uzanan köprüdür.”

Ve de “Geçmiş”i insanın gideceği yolu belirlerken; geç(me)miş, bütün hayatınızı etkiler; geçmiş yaşam(lar) doludur, kızdırır, yaralar; bir türlü geride bırakılamaz.

Yerli yersiz karşınıza çıkabilendir; dağınık bir kütüphanedir; her kurcalanışta okunmamış bir kitap sunandır o.

Gölgesini üzerimizden eksik olmayan zaman dilimidir; zaman denen kavramın en küçük parçacığı diye tanımlanan “an”lar arası bir parçadır; hayatın bir periyodu, formudur geçmiş.

Geleceğini ipotek altına alan geçmiş, “eskide kalmış” gibi sunulsa da unutul(a)mayan zaman dilimidir.

O, geride kalan bir şey değildir; aksine gerçek anlamda geçmiş ancak gelecekte var olandır.

Geçmişini unutan kendini unutur. Çünkü insan(lık) hayatının izdüşümüdür; kendi geçmişine aittir; en önemlisi de geçmişinden topyekûn uzaklaşması, kaçması, var olmamışçasına devam etmesi mümkün değildir.

Murathan Mungan’ın, “Geçmişi yalnızca ondan bir şey inşa edecekseniz anmalısınız”[9] notunu düştüğü geçmiş hem geçmiştir, hem de geçmektedir, o yüzden de geçittir.

“Geçmiş küldür; üfle de gitsin…” diyenlere inat insanı, insan yapandır.

Ve kendisiyle çelişik, tuhaf bir kelimedir geçmiş… Geçmiş olsaydı, ona “geçmiş” diye seslenemezdik. Belli ki geçmemiş tam olarak.

Yani “Geçmiş tuhaf şey. Hep yanınızda taşıyorsunuz. Bana öyle geliyor ki on, yirmi yıl önce ölmüş şeyleri düşünmeden geçirdiğimiz bir saat bile yoktur; ama yine de çoğu zaman geçmişin, bir tarih kitabındaki bir sürü bilgi gibi, öğrendiğiniz bir olgular kümesinden ibaret kalması dışında bir gerçekliği olmuyor. Derken rastgele bir görüntü, ses veya koku ama özellikle de koku sizi bir anda alıp götürüyor ve o zaman da geçmişi hatırlamakla kalmıyor, içine giriyorsunuz,”[10] George Orwell’in işaret ettiği gibi.

Silmenin mümkün olmaması yanında bugüne ait olmayan, geride, dünde kalmış, eskiye dair, nostaljik değerler taşıyan varlığını inkâr edilemeyen gerçeklik; yaşayıp, geride bırakamadığımız zaman dilimidir o.

Asla ama asla dönüşü olmayan bir yerken; insan(lık)ın gelecek için biriktirdikleridir.

Öyle ya da böyle hep çıkar karşınıza.

*

“Nostaljidir dediklerin!”
“İmkânsız aşktır!”
“Yaşlandıkça yoğunlaşandır geçmişi özlemektir!”
“Georg Wilhelm Friedrich Hegel’e göre, mutsuz bilincin huyudur!” demeyin!

Eğer derseniz; yanıt(ınız)ı şöyle verir, “geçmişe özlem gelmişse bir toplumda gündeme;/ bugünden hoşnut değil demektir kimse./ ama geçmiş güzellikleri yaşatmak için,/ gönlü yok kimsenin gül yetiştirmeye,” dizeleriyle Metin Altıok.

Yaşanılan zamanda mutlu olamayan insanların mottosudur…

“Şimdide olmayan ne varsa”yı istemektir geçmiş…

Haz alınan zamanları, şimdiye çağırmaktır…

Çocuk olmayı daha bir özlemektir…

“Biz büyüdük ve kirlendi dünya” demektir…

Her şeye inattır; güçtür…

Evet geçm(em)iş güçtür!

Bernard Shaw’ın, “Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yok ise, bilin ki, o yol sizi bir yere ulaştırmaz,” saptamasındaki gibiydi her şey…

Göze alıp da, deneyene imkânsız yoktu; korkuyu fethedenlerin, dünyayı fethetmesinin mümkün olduğu bilinciyle… Çünkü insan(lık)ın hangi filizi köreltilmek istenmişse, o filiz daha gür büyümüştü her zaman bedeli ödenerek…

Bedel; “kazanılan” her şeyin sahip olduğu ödemedir; kazanılan “şey”in karşılığıdır; hayatın gerçeğidir.

Ya da Özdemir İnce’nin, “süzülerek geçiyorum bir yazın içinden/ kanatlarıma bakıp kıskanıyor çocuklar,/ ama hiç düşünmüyorlar:/ ben neler ödedim bu yok oluşa./ ne kışlar, ne kıyımlar, ne yokluklar tanıdım,” dizelerinde ifade ettiğidir.

*

Ağır bedeller ödedik; bir Bask atasözündeki “Aidi luzeak, guztia ahaztu/ Zaman her şeyi unutturur,” saptamaya inat; yaşanmışı unutmadık; yine bir Kürt atasözündeki gibi, “Agır xweşe lê ari jê çêdıbe/ Ateş iyi de külü olmasa,” diyenlerden olmadık.

Yeni bir adım atmanın, yeni bir söz söylemenin, insanların en fazla korktuğu şey(ler) olduğu yani Furuğ Ferruhzad’ın, “Ben, yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum,” diye betimlediği hâlde sonsuzluğa inanıp, bildik ki, gerçek var oluşun bir şartıydı “ölümsüzlük”e bağlanmak…

Evet, “ölümsüzlük”e bağlanıp; unutmadık!

“Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” deseler de; belleklere kazınmaktır unutmamak.

Unutmadıklarımız yaşadıklarımız, yaşattıklarımızdır.

Tüm kalbimizle isteyerek yaptığımız şeydir unutamamak; vefadır; yürekte saklamaktır.

Yaşanmışlıkları zihnin bir köşesinde canlı tutup, anıyı ziyarettir unutmamak.

Unutmamak seçilir; unutamaz insan kolay kolay; vazgeçer sadece; “Unuttum” demek bile unutmamaktır aslında.

Özetle unutmamak var olmaktır; belalı bir şeydir.

Silikleşip gitmesinler, yok olmasınlar diye sıkı sıkı sarılmaktır unutmamak ve yola devam etmektir.


Yola devam ettik…

Virginia Woolf’un, “Önemli olan şey hayat, başka hiç bir şey değil hayat -keşfetme süreci- sonu gelmez ve aralıksız süreç, keşfin kendisi asla değil,”[11] saptamasını “es” geçmeden; yaşadıklarımızın unutulup/ unutturulmaması için “Söz uçar, yazı kalır,” diyen Marcus Tullius’a kulak vererek…

Mehmet yoldaşımın yazdıkları tamı tamına bunlara denk düşer…

Tıpkı “Anlarımı eksik yaşamak yerine şiddet ve aşırılık konusunda hata yapmak isterim,”[12] içtenliğiyle mazeretlere sığınılmayan; tökezlenip düşülse de, yeniden ayağa kalkılan günlerdeki üzere; “İnsan kendini yalnız insanda tanır, hayat herkese ne olduğunu öğretir,”[13] saptamasındaki gibi…

Tamamlıyorum diyeceklerimi!

Bir tür kavuşmadır hatırlamak; insanın hayali ile gerçekleştirebileceği arasında yalnızca tutkusunun aşabileceği bir mesafe dururken…

O mesafeyi kapatırken “Fabrikalar, tarlalar ve siyasi iktidar her şey emeğin olacak” haykırışıyla, ne iyi etmişte yaşamışım(z) THKO-MB’li o Emeğin Birliği serüvenini Marangoz’(lar)la, Şişko’(lar)la, Küçük Doktor’(lar)la, Erbakan(lar)la, Sami(ler)le, Ufaklık(lar)la, Mehmet yoldaş(lar)la…


[*] Mehmet Özcan, Hatırlamak Direnmekrtir, Favori Yayıncılık, 2018… içinde “Önsöz”.
[1] Hallac-ı Mansur.
[2] Melih Cevdet Anday, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi, Haz: Memet Fuat, Cilt:1 (1920-1970), 5. baskı, Adam Yay., 2000, s.324.
[3] Gilles Deleuze, Bergsonizm, madde ve bellek… http://www.academia.edu/6438851/Henri_Bergson_un_Zaman-Bellek_Kuramı_ve_Sinemayla_İlişkisi_Hiroşima_Sevgilim_e_Bakış
[4] Cemal Süreya, Sevda Sözleri, Yapı Kredi Yay., 2001.
[5] Oruç Aruoba, Hani, Metis Yay., 11. Basım, 2017.
[6] Cengiz Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları, Çev: Refik Özdek, Ötüken Yay., 1988.
[7] José Saramago, Körlük, Çev: Aykut Derman, Can Yay., 25. Basım., 2013, Çev: Aykut Derman, Can Yay., 25. Basım., 2013, s.39.
[8] Emrah Serbes, Afili Parçalar (Madde 84: Ayşenur’un Ablası.)
[9] Murathan Mungan, Harita Metod Defteri, Metis Yay., 2015.
[10] George Orwell, Boğulmamak İçin, Çev: Suat Ertüzün, Can Yay., 2015.
[11] Virginia Woolf, Gece ve Gündüz, Çev: Oya Dalgıç, İletişim Yay., 2005, s.126.
[12] Susan Sontag, Yeniden Doğan, Çev: Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı, 2013.
[13] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.345.