Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Türkiye’de kadınlar kimi kaynaklara göre 1921 yılında kapalı mekanlarda yapılan etkinliklerle bu günü anmaya başlamış.
Son yıllarda ise kadınlar her 8 Mart’ta Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde yaptıkları dev bir gece yürüyüşüyle kadın hareketine ve sorunlarına dikkat çekiyorlar.
Türkiye’de kadın hareketi yıllar içinde çok mesafe kat etti, birçok kazanımlar elde edildi. Ancak kadınlar açısından hala karanlık bir tablo söz konusu.
Kadir Has Üniversitesi’nin her yıl yaptığı “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması”nın 2017 sonuçlarına göre, kadının en büyük sorunu şiddet. İkinci sırada işsizlik, ardından eğitimsizlik, dördüncü sırada ise taciz geliyor.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Başkanı Gülsüm Kav, kadın cinayetlerinin bu yıl “rekor bir seviyeye” ulaştığını söylüyor. İlk kez bir yılda öldürülen kadın sayısının 400’ü aştığını belirtiyor:
“Bu rakamlar çok tedirgin edici. Yalnızca geçen ay, o da bizim bilebildiğimiz kadarıyla 47 kadın cinayet sonucu öldürülmüş durumda. Bunların nitelikleri de farklılaştı.
“Örneğin hemen iki gün önce Antalya’da battaniyeye sarılı çıplak bir kadın bedeni bulundu boş bir arazide. Nitelik değiştirmiş cinayet örgüleriyle karşı karşıyayız.
“Daha ağır şiddet yöntemleri, işkence, zalimane muamele söz konusu… Evine bomba yerleştirmek, arabasının altına patlayıcı koymak, cansız kadın bedenlerinin eziyet edilmiş halde bulunması gibi…
“Kadın cinayetlerindeki hem sayısal artış hem de bu cinayetlerin nitelik değiştirmesi bizi çok tedirgin ediyor.”
Kadın cinayetleri 2011’de düştü, son yıllarda sistematik artıyor
Kadın cinayetleri son yıllarda sistematik bir artış gösteriyor. Ancak istatistiklere göre, 2011 yılında bir önceki yıla göre kayda değer bir düşüş kaydedilmiş.
2011 yılında Türkiye, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” ya da daha bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi’ni onaylayan ilk ülke olmuştu.
İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasından birkaç ay sonra da 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun geçirilmişti.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Başkanı Gülsüm Kav, kadın cinayetlerinin bu yıl “rekor bir seviyeye” ulaştığını söylüyor. İlk kez bir yılda öldürülen kadın sayısının 400’ü aştığını belirtiyor:
“Bu rakamlar çok tedirgin edici. Yalnızca geçen ay, o da bizim bilebildiğimiz kadarıyla 47 kadın cinayet sonucu öldürülmüş durumda. Bunların nitelikleri de farklılaştı.
“Örneğin hemen iki gün önce Antalya’da battaniyeye sarılı çıplak bir kadın bedeni bulundu boş bir arazide. Nitelik değiştirmiş cinayet örgüleriyle karşı karşıyayız.
“Daha ağır şiddet yöntemleri, işkence, zalimane muamele söz konusu… Evine bomba yerleştirmek, arabasının altına patlayıcı koymak, cansız kadın bedenlerinin eziyet edilmiş halde bulunması gibi…
“Kadın cinayetlerindeki hem sayısal artış hem de bu cinayetlerin nitelik değiştirmesi bizi çok tedirgin ediyor.”
Kadın cinayetleri 2011’de düştü, son yıllarda sistematik artıyor
Kadın cinayetleri son yıllarda sistematik bir artış gösteriyor. Ancak istatistiklere göre, 2011 yılında bir önceki yıla göre kayda değer bir düşüş kaydedilmiş.
2011 yılında Türkiye, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” ya da daha bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi’ni onaylayan ilk ülke olmuştu.
İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasından birkaç ay sonra da 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun geçirilmişti.
Gülsüm Kav, kadın cinayetlerinin bir dönem düşmesinde bu adımların doğrudan etkisi olduğunu savunuyor:
“2011’de ne yaptıysak, şimdi de onu yapmalıyız. Somut, gerçek adımlar atmalıyız. İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamış olmak, yeni kanun çıkarmak önemliydi, çünkü ‘kadına yönelik şiddete tolerans göstermeyeceğim’ iradesi konuldu, toplumda da böyle bir iklim yaratıldı. Biz o adımların devamını getirseydik bugün şimdiki gibi bir tabloyu yaşamayacaktık.”
Kav, kadın cinayetlerini önlemek ve kadınları korumak için Türkiye’de yeterli yasal dayanak bulunduğunu ancak yasaların uygulanmadığını da söylüyor:
“Kadınlara tanınan haklar geri alınmaya çalışılıyor. 6284 sayılı kanun yuva yıkan kanun gibi gösteriliyor. Korunma tedbirleri azaltılıyor. Cezasızlık devam ediyor. Tüm bunlar yeni cinayetlere sebebiyet veriyor.
“Kadına yönelik şiddete sıfır tolerans denilmesi gerekiyor. Bu mutlak yasaktır, denilmesi lazım. Evrensel bir kod bu. Bunu yapmadığımız için bugün bu haldeyiz.”
En önemli meselelerden biri ‘ekonomik şiddet’
Türkiye’de kadınların karşısındaki en önemli meselelerden bir diğeri ise çalışma hayatında yeterince yer almamaları. Bu “ekonomik şiddet” olarak da değerlendiriliyor.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yayımladığı Toplumsal Cinsiyet Göstergeleri Veri Setine göre, kadınların istihdamdaki oranı yüzde 28. Erkeklerde ise bu oran yüzde 65,1 seviyesinde.
Yani Türkiye’de çalışan kadınların sayısı, çalışan erkeklerin sayısının yarısından daha az.
Bu, hem Avrupa Birliği ülkelerine kıyasla hem de Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’yle (OECD) karşılaştırıldığında kadın istihdamında en düşük oran.
Kadın Emeği ve İşgücü Platformu’ndan (KEİG) Çağla Ünlütürk Ulutaş, bu oranın bu denli düşük olmasının en temel nedeninin kültürel olduğunu söylüyor:
“Ataerkil sistem içindeki Türkiye’de istihdamda bulunmak, eve ekmek getirmek bir kadın için asli bir rol değil. Türkiye geleneksel olarak erkeğin eve ekmek getirdiği bir ülke. Bu erkeğin temel rolü olarak görülüyor. Bu rolde küçük kırılmalar oldu gerçi. Ama yeterli değil.
“Kadınların çalışması önündeki bir diğer engel de üzerlerindeki bakım yükü. Yaşlı, engelli ve en çok da çocuk bakımına ilişkin yükler kadınların sırtında. Örneğin 1 milyon kadın sadece çocuklarına bakmak için çalışmıyor.
“Kamu iş yerlerindeki kreşlerin sayısı azalıyor. Belediyeler çoğunlukla kreş açmaktan imtina ediyor. İşverenlerin 150 ve üzerinde kadın işçi çalıştırdığı koşullarda açması gereken kreş yükümlülüğü çoğunlukla işverenlerin kadın işçileri bir yük olarak görmesine yol açıyor.”
Kadın Emeği ve İşgücü Platformu’ndan (KEİG) Çağla Ünlütürk Ulutaş, bu oranın bu denli düşük olmasının en temel nedeninin kültürel olduğunu söylüyor:
“Ataerkil sistem içindeki Türkiye’de istihdamda bulunmak, eve ekmek getirmek bir kadın için asli bir rol değil. Türkiye geleneksel olarak erkeğin eve ekmek getirdiği bir ülke. Bu erkeğin temel rolü olarak görülüyor. Bu rolde küçük kırılmalar oldu gerçi. Ama yeterli değil.
“Kadınların çalışması önündeki bir diğer engel de üzerlerindeki bakım yükü. Yaşlı, engelli ve en çok da çocuk bakımına ilişkin yükler kadınların sırtında. Örneğin 1 milyon kadın sadece çocuklarına bakmak için çalışmıyor.
“Kamu iş yerlerindeki kreşlerin sayısı azalıyor. Belediyeler çoğunlukla kreş açmaktan imtina ediyor. İşverenlerin 150 ve üzerinde kadın işçi çalıştırdığı koşullarda açması gereken kreş yükümlülüğü çoğunlukla işverenlerin kadın işçileri bir yük olarak görmesine yol açıyor.”
Kadın ve erkek arasında ciddi ücret farkı var
TÜİK’in hanehalkı araştırmasına göre, Türkiye’de kadınların eğitim seviyesi yükseldikçe işgücüne daha fazla katıldıkları görülüyor. Ancak 2016 rakamlarına bakıldığında yönetici pozisyonundaki kadınların oranı yalnızca yüzde 16,7 seviyesinde.
Ulutaş, “Örneğin öğretmenlikte kadınların çok yüksek bir temsili var. Ama orada bile kadın okul müdürlerinin oranının yüzde 9 olduğunu görüyoruz. Kadınlar en yüksek temsil edildikleri mesleklerde dahi cam tavanla karşılaşıyorlar,” diyor.
Bunun yanı sıra bir de cinsiyete dayalı yatay ayrışma söz konusu. Kadınlar bazı sektörlerde tercih edilmiyor, ya da kendileri bu meslekleri tercih etmiyorlar. Örneğin sanayide kadın istihdamı yüzde 14 dolaylarında.
Dolayısıyla kadınlar ekseriyetle hizmet, tarım, perakende, tekstil, gıda gibi sektörlere, düşük ücretli, düşük statülü ya da emeklilik imkanı sunmayan yarı zamanlı işlere sıkışmış durumda.
Ayrıca kadın ve erkek arasında çok ciddi bir ücret farkı da söz konusu. Bu alandaki bazı çalışmalara göre, aynı işi yapan bir erkek 100 lira alıyorsa kadının aldığı ücret 80 lira seviyesinde kalıyor.
Kadınların çalışma koşulları da oldukça ağır. Çoğunlukla sekiz saatin üzerinde ve asgari ücrete tabi olarak çalışıyorlar.
Üzerine bir de günde ortalama dört saat süren ev işlerinin binmesi söz konusu oluyor. Birçok kadın bu ağır koşullar altında çalışmaktansa, maddi durumu el veriyorsa, çalışmamayı tercih ediyor.
Tüm bunlara karşın yüksek profesyonel işlerde çalışan beyaz yakalı kadınlar açısından ise olumlu bir tablo söz konusu.
Çağla Ünlütürk Ulutaş, “Akademisyen, avukat, hekim, mühendis olan kadınların oranlarına baktığımızda, Avrupa’nın gelişmiş pek çok ülkesiyle, örneğin İskandinav ülkeleriyle yarışan bazı oranlar karşımıza çıkıyor. Türkiye’de aslında bir kutuplaşma var,” diyor.
Kadın istihdamı önündeki engeller ayrımcılık, mobbing, taciz
Kadın istihdamı önündeki bir diğer engel de kadınların iş yerinde karşı karşıya kaldığı cinsiyet ayrımcılığına dayalı tutumlar, mobbing ve taciz.
Bu alandaki son örnek, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın 221 kadın gazeteciyle yaptığı bir anket çalışmasının sonuçları.
Buna göre, ankete katılan kadın gazetecilerin yüzde 61’i psikolojik şiddete, yüzde 59’u mobbinge, yüzde 17’si fiziksel şiddete maruz kaldıklarını söylüyor; hamileyken işten çıkarıldıklarını, yöneticileri tarafından taciz edildiklerini, terfi ettikleri için nefret nesnesi haline geldiklerini, fiziksel özelliklerinden dolayı ayrımcılığa uğradıklarını belirtiyorlar.
Çağla Ünlütürk Ulutaş, kadının iş yerinde maruz kaldığı insanlık onurunu aşağılayan tutumların da kadınların çalışma hayatından uzaklaşmasına yol açtığını söylüyor:
“Kadınlar cinsel tacize maruz kaldıklarında dahi tacizi uygulayan erkeğin değil kadının işten çıkarıldığını ya da ikisinin birden işten çıkarıldığını görüyoruz. Kadın çifte cezalandırmayla karşı karşıya kalıyor.
“Mobbingin de genellikle üst erkeklerden ast kadınlara uygulandığını biliyoruz. Çoğunlukla kadınların anlamlandırabildiği bir şey de değil bu. Kendisine yapılan bir psikolojik yıldırma süreci var ama bunun bir suça konu olduğunu bile pek çok çalışan bilmiyor.
“Bir başka sorun da bu tarz mağduriyetleri ispat etmekle ilgili sorun yaşanması. Dolayısıyla pek çok durumda ya bunu saklamayı ya da kendileri işten ayrılmayı tercih ediyorlar.”
Türkiye’de ‘makbul kadın’ olmak
Kadın istihdamı son olarak bu hafta bir televizyon kanalında Hülya Avşar ile Mehmet Aslantuğ arasında geçen bir sohbetin ardından hararetle tartışıldı.
Hülya Avşar, kendisinin sunduğu bu programda, “Erkek çalışsın, kadın evde çocuklarını büyütsün, yemeğini yapsın, kocasını karşılasın. Ben mesela öyle bir kadınım,” diye konuşmuş ve erkek egemenliğinin “güzel bir duygu” olduğunu savunmuştu.
Sosyolog Selda Tuncer, bu tür söylemlerin çok tehlikeli olduğunu düşünüyor:
“Bunu televizyon başında izleyen bir kısım erkek eminim evde şunu demiştir: ‘Bak bu kadın bile bunu diyor. Aslında siz erkeklerin üstünlüğünü istiyorsunuz, erkekler seviyorsa da böyle sevsin istiyorsunuz.’ Televizyon kanalıyla bu söylemin evlere taşınması kadının güçsüzleştirilmesi demek.”
Bu gibi örneklerin Türkiye’deki “makbul kadın” anlayışına göndermeler içerdiğini belirten Tuncer, makbul kadını da şöyle tanımlıyor:
“Ataerkil dönemde hep bir makbul kadın var: Namuslu, evli barklı, ailesine düşkün, çalışıyor bile olsa ailesine bağımlı. Kadınlık bunun üzerine kurulu. Belli bir ev çevresinde, aile çevresinde var olan, kendini bu şekilde var eden bir kadın. Topluma uyumlu, az ses çıkaran, sorun çıkarmayan, sadık, fedakar, geleneklere uyan bir kadın.
“60’larda, 70’lerde bu makbul kadın biraz daha modern, seküler bir kadın görünümündeydi. Yaşantısı yine de gayet ataerkil pratikler içindeydi. Fakat kamusal alanı daha genişti. Bugün ise makbul kadın yine aile merkezli ama sekülerlikten çok dini ya da gelenek referanslarla örülü.”
Türkiye’de kadın olmak hep mücadele demek
Tuncer, makbul kadın imajının medya eliyle de beslendiğine dikkat çekiyor:
“Kadınlar televizyon dizilerinde hep güçsüz. Hep erkeklere bağlı, aldatılıyorlar, şiddet görüyorlar, ama asla güçlenemiyorlar. Son dönemde reyting için muazzam bir şiddet, aşağılama da söz konusu.
“Güçlü, bağımsız kadın, böyle bir örnek hiçbir dizide yok. Kadın kadına bir arkadaşlık, dostluk da yok. Hep birbirinin kuyusunu kazan kadınlar var, hep dedikoduyla uğraşan, hep bir erkek veya aşk ilişkileriyle meşgul, başka bir şeye kafasını yormayan kadınlar…
“Halbuki gündelik hayatımızda, televizyonda, haberlerde güçlü kadınları görmeye ihtiyacımız var. Böyle kadınlar toplumda var, ama öne çıkarılmıyorlar.”
Türkiye son yıllarda erkeklerin kadının ne giymesi gerektiği konusundaki görüşlerini sık sık açıkladığı, siyasetçilerin kadının kahkaha atmaması yönünde salık verdiği, kadının kaç çocuk yapması gerektiğinin söylendiği, kürtajın, sezaryenin tartışmaya açıldığı, kadının sürekli annelik üzerinden tanımlandığı, bir yıl içinde en az 15 kadının sokakta şort giydiği için saldırıya uğradığı, ilahiyatçıların ‘kadın dayak yiyorsa şükretsin’ gibi cümleler kurabildiği dönemlerden geçti, geçiyor.
Sosyolog Selda Tuncer’e göre, Türkiye’de kadın olmak hep mücadele etmek demek:
“Hep geriden gelmek, hep o eşitsizlik içinde önünüze iki kat engeller konulurken geriden geldiğinizi ispat etmeye çalışmak, her konuda 2-3 kat fazla çalışmak, sürekli tedirgin olmak, hiçbir zaman kendini güvende hissedememek, hep bedenen bir yerlerinizi kontrol etmek, özgür hissedememek, sürekli kendinizi açıklamak zorunda kalmak, ne yaptığınızı, niye yaptığınızı, kendi içinizde sürekli muhasebe yapmak, sürekli sabretmek, sürekli alttan almak…
“Sonsuza gidebilecek bir liste sayabilirim kendi özelimde. Çok yaralıyım. Ben böyle yaşıyorum. Ama en güçlü kadın da Türkiye’de böyle yaşıyor. Bu hayatı hiçbirimiz bağımsız bir birey gibi yaşayamıyoruz.”
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024