FECAAT, Ahali ve Ahval Durumu İçin Sözlük Denemesi

Fecaat: Pek acıklı hal, yürekler acısı durum…
*
Ahali: Halk, bir ülke ya da bölgede oturanların hepsi
Ahval: Hal, olan şey, olay…

*
Fecaat… Küçük dünyamda bu kelime ile tanışmam neredeyse kırk yıl öncesine dayanır; “öztürkçenin”  zorla hayatımıza sokulmaya çalışıldığı günlerdi… Coppola’nın Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı kitabından kimi yerlerde neredeyse bire bir uyarladığı, “Amerikan Savaşının” anlatıldığı (emperyalist dilden etkilenen dünya buna “Vietnam Savaşı” der!) Apocalypse Now / Kıyamet adlı filmin sonlarına doğru Albay Kurtz’ün o efsanevi tiradının alt yazısında perdeye yansır bu sözcük.  (Belki farklı bir çeviri, İngilizce ne dendiğini anımsamıyorum şimdi, ancak perdeden izlediklerimizi her anlamıyla bire bir tanımlayan bir sözcüktür bu. Horror, disaster olabilir… belki de altyazı çevirmeninin fecaat olarak çevirmeyi uygun bulduğu bir sözcüktür; uygundur…)

Vietnam cangıllarının derinliklerinde silah zoru ile yaratılan dehşet aracılığıyla yerli halk (ilkel!) üzerinde sömürüsünü-egemenliğini kurmuştur Kurtz. Kuşkusuz bu kadar basit/çürük değildir onun krallığının temelleri. İktidarının sürdürülebilirliği yarattığı korkuya, döktüğü kana ve fizyonomisi ile de özdeşleştirilen gücüne bağlıdır; kan dökerek, silah ve korku ile oluşturduğu güç kısa zaman aralığında iktidarını ve kendisini, neredeyse bizatihi bedenini bir tapını objesine dönüştürmüştür. Dokunulmazdır, fetiş objeleriyle desteklenmektedir iktidarı. Sonunun gelmesi ise tebası aracılığıyla değil içinden çıktığı, kendisini yaratan gücün “artık yeter” demesiyle gerçekleşecektir. Albay Kurtz (Marlon Brando) konuşmasında yaşadıklarını, gördüklerini ve “insanlık halini” tanımlamak için “fecaat…yalnızca fecaat” der. Onu ortadan kaldırmakla görevlendirilen Yüzbaşı Willard’da aynı sözcüğü yineleyecektir görevini yerine getirdikten sonra. (Yeni kral/şef o mu olacaktır?) Kurtz’ün kuşkusuz “yürekler acısı” diyerek tanımladığı durum kendisine ait değildir yalnızca; savaşın, emperyalist yağmanın yaptığı dehşetengiz yıkım ve kıyımla birlikte kurduğu küçük krallığında kendisine biat eden, tapınan insanlığın halidir de aynı zamanda…  Biat ve tapını insanlığın “yürekler acısı” bir halidir; bu da bir fecaat halidir.

Biat:  Bir kimsenin egemenliğini tanıma bu egemenliğin eylemlerini meşru sayma, ona tabi olma…

Tebaa: Tabi olan, uyruk, uyan…

*

Bir fecaat durumu söz konusudur; insanlık, insan olmanın ne demek olduğunu bilmediği ya da unuttuğu ya da kutsalllık argümanları aracılığıyla unutturulduğu için acınacak haldedir, pek zavallı haldedir. Son yılları unutmak mümkün mü; ne var ki acınası halkımız unutmaya yazgılı. “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür…” Atasözü bile yapmışız ya da atasözü olmuş: “insan hafızasının eksikliği unutkanlığıdır ya da unutkanlık insanlık halidir” anlamı taşır. Hafızası ile anılan deve ya da filden daha geride bir durum; gerçekten acınası bir durum: fecaat…

On yıldan uzun bir süre önce ülkemizin “sürdürülebilir” ekonomik kriz durumuna sokulduğunu biliyoruz; ve ardından gelen hızla –yeniden- yoksullaşma… “Dış güçlerin oyunu” ya da “cennette karnınız doyacak ibadete devam” vesaire söylemlerle tam –yeniden- hizaya sokulmuşken ahali, pandemi kapıyı çaldı.

“Hizaya gir!” okula başladığımız andan itibaren sıkça duyduğumuz bu komutun kanıksanan ve artık duymadan dahi uymak zorunda hissettiğimiz, içselleştirdiğimiz, kişiliğimizin bir parçası haline gelen komut olduğunu anımsatalım.

Hiza:  Düzgün doğru bir çizgide durmak, aynı ayarda tutmak, bir tutmak…

Hizada durmaktan hoşlanan bireylerden oluşan topluluklar olduğumuzu, hizayı bozanların derhal derdest edildiğini unutmayalım…

Derdest: Elde etmek, yakalamak…

Pandemi sürecinde bilim otoritesinin desteğini alan egemenler fecaat durumunu daha da derinleştirmek için ellerinden gelen ne varsa daha iyi sömürü için onu yapmakta sakınca görmediler. Derinleşmeyi niteleyen tek kelime fecaat değildi kuşkusuz. Yoksullaşma, yoksunluk ve düşkünleşme de onu önceliyordu. Halk ise “hastalık” deyip koşulsuz ve sorgulamaksızın katlanmayı görev bildi. Ne de olsa “Allah’tan gelen” di! Ve hemen ardından –hizayı bozmadan- daha büyük bir ekonomik kriz ile sarsıldı; sömürünün, yağmanın derinleşmesinin adını kriz sanan milyonlarca keriz. Biraz argoya hakkımız var değil mi?

Keriz: Argoda kolayca kandırılabilen oyuncu…

Bu süreçte hiza hiç ama hiç bozulmadı dersek şanlı tarihimizi tahrifatla suçlanmayız sanırım. Ve ardından büyük felaket; deprem –ve şimdi de sel-: on binlerce insanın öldüğü on binlercesinin de kurtarılmayı beklerken bir yerlerde yazıldığı söylenen kader planı uyarınca öldüğü/ölüme terk edildiği deprem. (Türk Ceza Kanununun 97. Maddesine göre “ölüme terk” bu bağlamda suç olabilir; hukukçu değilim ama okuduğum zaman anladığım bu… hata ise affola!)

*

“Allahın işi… ne dersin işte…”

Onca yıldan bu yana süren ve şiddeti katlanarak artan, sebebi ve faili belli bunca kıyam ve rezaletin ardından çamur içindeki çadırından çıkan kadın kendisine uzatılan “muhalif” bir tv kanalının mikrofonuna yaptığı konuşmaya böyle başlıyor. İktidara yakın bir müteahhitin yaptığı binaya tüm birikimlerini yatırmış ve hepsi birkaç dakika içinde yok olmuş, kuma dönmüş tüm varsıllığı; anıları çerçöp olmuş… Yırtık, yamalı branda bezi ile yapmaya çalıştıkları çadırlarının içinde yere serilmiş iki yatak var, onlar da çamur içinde. İki yatağın arasına kurulmuş odun sobası tütüyor, zehirlenmeleri bu durumda an meselesi.  Başuçlarındaki mukavva kutularının üzerine koydukları ancak bir öğünlük yiyecekleri bile çamura gitmiş. “Ne yapacaklarını” soruyor muhabir, ilerideki bir başka çadırı gösteriyor kadın eliyle “aha şurada çorba ve makarna dağıtıyorlar… Allaha şükür başımızı sokacak bir çadırımız var, karnımızda doyuyor… daha ne isteriz ki?” Muhabir bu kanıksama, “teslim olma” hali karşısında şaşırıyor. Haklı bir şaşkınlık, gençliğine veriyorum; halk adı verilen bu “topluluk biçimini” yeterince tanımıyor. Zamanla ve acı deneyimler yaşayarak öğrenecek.

Sadaka: Dilencilere verilen para, zekat, Allah katında sevap kazanmak veya hayrına fakirlere bir malın veya gelirin karşılıksız verilmesi…

Şükr: Görülen iyiliğe karşı gösterilen memnunluk, minnettarlık…

Şükür: Allaha övgü…

Teslim: Bir emaneti yerine verme, kendisini karşısındakinin egemenliğine bırakma…

*

Gerdendade: Boyun eğmek
Gerdendade-i tevfik: Gerekli çalışma ve vazifeleri yerine getirdikten sonra neticeye boyun eğme ve sonucu Allah’tan bekleme.
Hudu: Eğilip tevazu etmek
Huzu: Mahviyet ve tevazu hali, alçak gönüllü olmak. Allah’ın azametini, celal ve cemalini, büyüklüğünü tahattur ve tefekkürden hâsıl olan, insandaki huzur ve huşu hâli.
İhbak: Boyun eğme, inkıyâd, yumuşaklıkla söz dinleme.
İmtisal: Emre uyma, boyun eğme, verilen işi yapma
İnkıyad: Teslim olmak…
İtaat: Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme…
Tahattur: Hatırlama
Tefekkür: Düşünme, düşünüş

Tevazu: Alçak gönüllü

*

Derece-i inkıyad ve itaat:: Boyun eğme ve itaat derecesi

Destedad-ı teslim: Teslim olmak boyun eğmek…

*

Bu kadarla da kalmıyor kadın; “Allah devletimize milletimize zeval vermesin” diyerek olur ya az önce hatalı bir şeyler söylemiş olmaktan korkarak bir savunu haline geçiyor.

“Devlet” ile “millet” sözcükleri bir arada kullanılınca hiç kuşkunuz olmasın kast edilen hükümettir. Muhabirimiz onun bu kastını doğrulamak ve bir taraftan da eleştirel bir yorum almak üzere eksiklik ve gecikme olup olmadığını soruyor. Kadın “razı olduğunu” söylüyor.

Mutavaat: Boyun eğme, itaat etme, uyarma

Razı: Kabul etme, onama hali. Durumu ile ilgili kabullenme hali…

Ubudiyet: Kulluk, kölelik

Cehaletle ilgili bir kanaatkarlık durumu mu? Cehalet ülkemizde yeterince ele alınmamış bir sorun; yeterince tanımlanmamış ve sanki bir kavram kargaşası var gibi gözüküyor. Diplomasında ne yazarsa yazsın diplomalı ülke insanının çoğunluğunun eğitim düzeyi/niteliği okur yazar –ancak haliyle!- olmanın ötesine geçmiyor. Örnek olsun belediye otobüsünün gideceği yeri okumak okur yazar sayılmaya ya da eğitim almış sayılmaya neredeyse yetecek. Okuduğunu anlamak ise ayrı bir araştırmanın konusu!

Cehalet: Bilmezlik, bilgisizlik

Kanaatkar: Elindekiyle yetinen…

Muhabirimiz söyleşiyi istediği yönde sürdürme çabasında ama ne yapsa bunun olanaksızlığını henüz anlamış değil, yeni / tekrarlayan sorusu birden yanında bitiveren bir gencimizin tehdidi ile kesiliyor. Gencimiz ne konuşulduğunu anlamamakla bilmemekle birlikte muhalif logoyu tanımış ve “kutsalına” saldırıda bulunulduğunu ya da bulunulacağını düşünmüş olmalı; durumdan görev çıkarma hali! Gencimiz, söyleşinin yapıldığı toprakların elli yıl öncesine selam çakan bıyıklarıyla –ve belli ki ana babasının ya da dede ninesinin izinden yürümeye azimli- söyleşiyi sonlandırması için “beden diliyle” telkin etmekte sakınca görmüyor. Muhabir ise yürek yemiş; onunla konuşmaya çalışıyor. Olmuyor.

Kadını/durumu savunmaya ve/veya muhabire saldırmaya gelen gencimiz daha eğitimli ve daha varsıl gözüküyor. [Bu arada konu ile ilgisiz olan, tanıdıklarıma tanıştıklarıma dair gözlemlerimin sonucunu aktarmak isterim, genç araştırmacılar için bir tez konusu olabilir belki: orta ve daha üst sosyoekonomik sınıfta/statüde olan milliyetçi gençlerimizin askerlik yapmamak için her yolu denediklerini (sağlık raporu, paralı-kısa dönem, sürekli eğitim olanakları (!), sürdürülebilir bakaya hali  vs.) ve çoklukla da başarılı olduklarını not etmek isterim. Ama bu notumdan militarist olduğum sonucu çıkarılmasın.]

Diğer taraftan bu atak ve milliyetçi olduğuna emin olduğumuz gencimizin meşrebine uygun bir “eğitimden” geçtiğini de iddia edebilecek durumdayız. “Ağaç yaş iken eğilir” diye bir atasözümüz vardı değil mi; milli eğitim bakanlığının “talim” ve “terbiye” kurulları tarafından onay verilmiş kitapların okutulduğu okullarda alınan eğitimlerde bize öğretildiği üzere.

Meşreb: Tutum durum, yaradılış, huy, karakter

Talim: Yetiştirme, öğretim

Terbiye: Eğitim, eğitilmek, araba hayvanlarının dizginine verilen ad

*

“… eski çağlardaki kralların genellikle aynı zamanda rahip olduklarını söylerken, görevlerinin dinsel yönünü tam anlamıyla anlatmış olmuyoruz. O çağlarda bir kralın çevresindeki kutsallık aylası hiç de boş bir söz değil, ciddi bir inancın ifadesiydi. Krallar, birçok durumda yalnızca rahip olarak değil, yani insanla tanrı arasında bir aracı olarak değil, genellikle insanın elinin uzanamayacağı bir yerde olduğu varsayılan ve ancak insanüstü ve görünmez varlıklara sunulan ve kurbanlarla ulaşılabilen iyilikleri kullarına ve kendine tapınanlara verebilecek tanrılar olarak saygı görürlerdi…”

Albay Kurtz’ün cangılın derinliklerindeki karanlık kulübesinde birkaç kitap gözümüze ilişir filmin ilerleyen sahnelerinde; önemli bir ayrıntıdır. Bu kitaplardan biri antropoloji klasiklerinden James G. Frazer’ın Altın Dal adlı kitabıdır; baş ucundadır.

Gerek siyasetçilerin ya da ilgilenenlerin, gerekse “siyaset bilimcilerin” topluma ya da topluluklara vesairelere ait durumları yorumlarken antropolojinin gösterdiklerine, öğrettiklerine pek –hatta hiç- değer vermediklerini, önemsemediklerini düşünüyorum. Kim bilir belki de kronikleşen ve gelecek olan, önümüzde yaşanma olasılığı olan yenilgi durumlarına yönelik öngörülerinin olmamasının nedenlerinden birisi de budur.

***