Elmas – Su Paradoksu

Nedir bu elmas – su paradoksu? Birçoğunuzun bildiğini tahmin ediyorum. Ekonomist Adam Smith tarafından, 1776 yılında ortaya atılmış. Ünlü ekonomist, su insanlar için hayati öneme sahipken, fiyatının neden elmas gibi hiçbir hayati yönü bulunmayan bir cevherden daha düşük olduğunu sorgulamış. Bulduğu yanıt “her şeyin gerçek bedelinin, onu elde etmek için harcanan çaba ve zorlukla bağlantılı olduğu” yönünde. Diğer bir deyişle, suya erişim daha kolay olduğu için, fiyatı da elmasın gerisinde kalıyor.

Tam tersi bir dünya hayal edelim. Su tükenmiş. Sizin elinizde yarım bardak su var. Susuzluktan ölmek üzere olan birisi gelip boynundaki elmas gerdanlığı, parmaklarındaki elmas yüzükleri sizdeki yarım bardak suyla takas etmek istese, yanıtınız ne olurdu? Elbette ki “hayır!” olurdu değil mi?

Neyse ki bu hayal, diye düşünmeyin lütfen. Zira gerçek olma olasılığı, eylemsiz olarak geçirdiğimiz her gün daha da artıyor. Uzunca bir süredir, hayatını bu önemli kaynağı gözlemlemeye, araştırmaya adamış her kişi ve kurumdan “imdat” çığlıkları yükseliyor. Neden? Çünkü su bir “mücevher” ve süratle yok olmaya doğru gidiyor.

Yahu, dünyanın dörtte üçü su, bitmesi, tükenmesi mümkün değil diyorsunuz değil mi? Hayır efendim, değil. Biter de tükenir de. Nasıl mı? İzah edelim.

Dünyanın dörtte üçünü oluşturan o suların büyük çoğunluğu denizler, okyanuslar. Yani, bildiğiniz tuzlu su. Toplam suyumuzun sadece % 2,5’i tatlı su ama tamamını kullanamıyoruz. Çünkü donmuş buzullar, buz kütleleri ve yer altı suları formatındalar. Bu formattaki suyu hariç tuttuğumuzda kullanılabilir suyun oranı % 1,2’ye geriliyor ancak bununla da bitmiyor. Bu suyun da ancak beşte biri nehirler ve göller gibi su ihtiyacımızı karşılamak için başvurduğumuz kaynaklarda duruyor. Uzun sözün kısası, o devasa su kütlesinin çok ama çok küçük bir bölümünü kullanabiliyoruz.

Kaynak bu kadar kıtken, insanoğlu daha da kıt hale getirmek için elinden geleni ardına koymuyor. Sürekli artan dünya nüfusunun yükselttiği talep, daha fazla üretim ve tüketime odaklı kapitalizmin çevreye (ve doğal olarak su kaynaklarına) verdiği hasar; iklim değişikliğinin, sıcak hava dalgaları ve kuraklığın kullanılabilir su kaynaklarına vurduğu darbe değerlendirildiğinde şu acı gerçek ortaya çıkıyor: Su kıtlığı kapımızın eşiğini de geçmiş ve hanelerimize girmiş durumda. Avrupa’da, Amerika’da süren sıcak hava dalgalarının ve kuraklığın nehirleri ve gölleri nasıl kuruttuğu, biraz magazinel yönüne de değinecek olursak bu su kaynaklarının yataklarından ne akla hayale gelmez şeyler (dinozor ayak izleri, batık gemiler, ikinci dünya savaşından kalma bombalar, açlık taşları – ki bu taşlar üzerine Nokta Haber Yorum yazarı A.Semih İşevi bir yazı kaleme almıştı) çıktığı mutlaka sizlerin de dikkatini çekti. Uzun sözün kısası; dikkatle, sorumlulukla kullanılmazsa, bu kaynağın sonu gelebilir. Hatta geliyor gibi görünüyor.

Bu noktada çarpıcı bir bulgu da paylaşalım, 2030 yılına geldiğimizde yaklaşık 700 milyon kişinin, su kıtlığı sebebiyle yerleştikleri yerleri terk etmek zorunda kalacağı tahmin ediliyor.

“Bize birşey olmaz, Türkiye’nin her yeri su!” yaklaşımı, tamamen yanlış. Ülkemiz genel kanının aksine su açısından zengin bir ülke değil. Bu konuda durumunuzu belirlemeye yarayan bir gösterge var. Adı Falkenmark göstergesi. Yaşadığınız yerdeki kişi başı kullanılabilir su miktarı 1.700 m3’ten büyükse “stressiz”, 1.000 – 1.700 m3 aralığındaysa “su stresi olan”, 1.000 m3’ün altındaysa “kıtlık” ya da “kesin kıtlık” çekilen bir coğrafyada olduğunuzu ifade ediyor.

Türkiye’de bu rakam, 1.400 m3. Yani, ülkemiz “su stresi olan” bir ülke. Karşılaştırma amacıyla söylemek gerekirse bu rakam Kanada’da 81.000 m3, komşumuz Bulgaristan’da yaklaşık 15.000 m3. (Rakamlar 2015 yılına ait. Dolayısıyla, bir miktar daha azalma gerçekleşmiş olabilir.)

Ülkemizin, gelecekte su sıkıntısı çekmemek adına daha etkin bir su politikasına; ayrıca bütün gücüyle, yalnızca “su”ya odaklanacak, koruma ve geliştirme aksiyonlarını öncelikli olarak planlayıp uygulamalarını takip edecek bir bakanlığa ihtiyacı olduğu inancımı vurgulamak istiyorum. Zira, su kaynaklarının yönetimi, artık tam zamanlı – gerçek bir odaklanma gerektiriyor.

Bu arada, bu düzenleyici kurumlar kurulana kadar hiçbir şey yapmadan bekleyeceğimiz gibi bir anlam da çıkmasın lütfen. Bu konuda kurumlar arıtma ve yeniden kullanmaya yönelik bütün önlemlerini almalı, üretim proseslerinde su kullanımını azaltacak geliştirmelere odaklanmalılar. Öte yandan, bireysel olarak da alabileceğimiz birçok önlem bulunuyor. Kimsenin, benim tasarruf edeceğim bir litre suyun ne önemi var, diye düşünmemesi gerekiyor. Unutmayalım, ülkemizde 85 milyon kişi yaşıyor. Günde bir litre ortalama tasarruf ülke çapında 85 bin ton tasarruf anlamına gelir.

Bireysel olarak yapabileceklerimizi biraz açalım… Musluklarımıza perlatör takıp % 30 oranında su tasarruf edebiliriz. El yıkarken, diş fırçalarken musluğu açık bırakmazsak, dakikada 14 litre tasarrufta bulunabiliriz. Damlayan muslukları tamir ettirerek, gün boyu 15 litre düzeyinde tasarruf rakamına ulaşabiliriz. Duşlarımızı yalnızca 2 dakika kısaltırsak, ayda tasarruf edeceğimiz su miktarı 2,5 tonu bulabilir. 85 milyonla çarparak toplam tasarrufu hesaplama yükünü sizlere bırakıyorum.

Aslında yapılması zor şeyler değil, değil mi? Haydi, kabusu yaşamayalım. Yaşamamak için de, bugünden suyumuza sahip çıkalım.

Bir sonraki yazıda görüşene kadar, sağlıcakla kalın.

Özgün ÇINAR
Latest posts by Özgün ÇINAR (see all)