Ekonomik kriz ve siyasal kaos

1990’lardan beri ekonomik kriz ve siyasal kaos yaşıyoruz. Daha doğrusu siyaset kriz ve kaos söylemi üzerinden yapılıyor. Her seçim ise, talanın, rantın, vahşi sömürü ve tahakkümün toplumsal çelişkileri derinleştirdiği kapitalist sistemin restorasyonu için kitlelerin rızasını alma amacına dayanıyor. Bu nedenle 24 Haziran baskın seçim, “Ekonomik kriz ve kaosun kapıda” olduğu söylemlerinin arttığı ve siyasal istikrarın belirsizleştiği bir anda yapıldı. AKP-MHP koalisyonu, emperyalizme ve onunla işbirliği halindeki Türk oligarşisine güven vermek ve kitlelerin nezdinde güven tazelemek için seçime gitti. AKP iktidarı ve onun borazanı olan yandaş medya, ekonomik krizin yaratacağı felaketlerden söz ederek sürekli ve sistemli olarak algı yönetimi yarattı. Sanki bu durumun 16 yıllık sorumlusu başka bir iradeymiş gibi Erdoğan, “IMF’ye muhtaç olmamak için beni yeniden seçin” diyerek oy topladı.  Elinde fazla argüman kalmayınca bu kez de kitleleri kriz, kaos ve beka tehlikesi ile korkutmaya çalıştı. Dahası krizin ve kaosun, solun ve sosyalist hareketin sistem karşıtlığından kaynaklandığını iddia etti.

Bu söylem bana, 12 Mart ve 12 Eylül mahkemelerinin iddianamelerini hatırlattı. Sıkıyönetim savcıları sol ve sosyalist örgütlere karşı açtıkları davaların iddianamelerinde, yapılan eylemler sıraladıktan sonra, “Sanıkların amacı, bu terör eylemleriyle memlekette ekonomik kriz yaratmak ve ekonomik krizi siyasal bir krize dönüştürerek devleti yıkıp yerine Komünist bir devlet kurmaktır” tespitleri yapardı. Bu iddialar karşısında biz de savunmalarımızda, “Hiçbir terör eyleminin bir ülkede ekonomik kriz yaratamayacağını, krizlerin kapitalist sistemin kendi doğasından ve temel çelişkilerinden kaynaklandığını, devrimin, devrimci bir durumun ortaya çıkmasıyla başlayacağını” anlatır ve Marksizm’in bu konudaki temel tezlerinden söz ederek savcıların cahilliklerin yüzlerine vururduk.

O zamanlar borsa filan yoktu, henüz döviz Türk lirasının yerini de almamıştı, fakat bugünleri görür gibi şöyle sözler ederdik: Banka soymakla bankaların batmayacağını, santralleri bombalamakla ülkenin elektriksiz kalmayacağını; ama işçilerin fabrika işgallerinin ve genel grevlerinin üretimi aksatacağını, şalterlerin indirilmesiyle elektriksiz kalınabileceğini vb tekrarlardık. Küresel kapitalizm döneminde artık ekonomi denilince üretim, bölüşüm, tüketim gibi kapitalist ekonominin temel sektörleri değil, sadece finans sektörü anlaşılıyor. Kapitalist ve emperyalist devletler ve onların geri bir uzantıları olan ülkelerin ekonomi politikaları Borsa-Döviz-Faiz üçgeni içine sıkışıp kalmış durumda. Hükümet ve devlet politikaları Borsa-Politika-Medya sektörleri tarafından belirleniyor. Her şey şeytan üçgeni gibi bu üç bileşende toplanırken kriz ve kaos oligarşinin korkulu rüyası olmaya devam ediyor.

Ekonomiyi uluslar arası finans tekelleri ve borsa, medyayı karteller, siyaseti de birkaç müesses nizam partisi yönlendirince, bu sektörlerden birinin kaşının gözünün oynaması kriz yaratmaya yetiyor. Dolayısıyla son 20 yıldan beri kriz ve kaos söylemi üzerine kurulu siyaset tarzı, toplumsal hayatın temel belirleyeni olarak her şeye yön veriyor. Krizi olumsuz yönde etkiler diye, devlet ve hükümet katındaki bazı istifalar veya önemli ekonomik ve siyasal kararlar saat 17’den, yani borsa kapandıktan sonra yapılıyor. Borsa, döviz ve faiz dalgalanmaları küresel sermaye tarafından yönetiliyor. ABD Merkez Bankası’nın faiz artırma kararları tüm dünya borsalarını etkiliyor. Dünyanın dört bir yanını sarmış olan borsa sistemi, para babalarının kumar tahtaları gibi çalışıyor.

Ancak oligarşinin egemenlik çıkarlarını koruma amaçlı yapılan ekonomik ve siyasal yaptırımlar artık kitleleri korkutmuyor. İşçiye, emekçiye ve bir bütün olarak halka dayatılan ekonomik istikrar paketleri kitleleri, açlığa, sefalete ve yoksulluğa mahkum etmekten başka bir işe yaramıyor. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler bu gerçeğin bilincine vardığında, yani bıçak kemiğe dayandığında siyasal iktidardan bunun hesabını soruyor.

 

Şaban İBA