Dünya İnsan Hakları Günü Vesilesiyle

İnsan hakları her tarafta ayaklar altındadır. İnsan haklarının ayaklar altında olması, insanda insanlığın, insanda insanı insan yapanın ayaklar altında olduğu anlamına gelmektedir. İnsanda insanlığın ayaklar altında olması, vicdanın, insana insanca yani tüm insanlığıyla en insanca duygularla bakabilme kapasitesinin ayaklar altında olduğu anlamına gelmektedir. İnsanlık barbarlık içinde ölümle kalım arasında debelenip durmaktadır.

Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi‘nin üzerinden henüz yüz yıl bile geçmiş değil. Bütün bir insanlık tarihiyle kıyaslandığında bu aslında daha “dün” gibidir. İnsanlığın kendi üyelerinin haklarına dair kapsamlı bir insan hakları kataloğu oluşturup yayınlaması için bütün bir tarih boyunca beklemiş olması, 20. yüzyılda yaşayacağı ve insanlığa bizzat insanlığın kendisinin ürettiği en yıkıcı araçlarla saldırmanın öğretisi olan Hitlerizm ve faşizm deneyimini yaşamış olması gerekiyordu. İnsanlığın içinden çıkmış bir “öğreti” ve hareket, bizzat içinden çıktığı insanlığa karşı en yıkıcı silahlarla saldırıyor ve milyonlarca insanın yaşamını doğrudan elinden alıyor; bir o kadarının da hayatını -savaş ve yol açtığı her yönlü tahribatın sonucu- kaybetmesine neden oluyor.

Bu nedenle bu yıl kuruluşunun 75. yıl dönümü anılan Nürnberg Mahkemeleri, faşizmi haklı olarak “insanlık suçu” olarak tanımlamıştır. Bu konuda uluslararası hukukun ulaştığı son yargı durumu budur ve insanlık adına bundan bir adım geri atmamak gerekmektedir. Nürnberg Mahkemeleri uluslararası hukukun kurumlaşmasında önemli bir adımdır. İnsanlık vicdanında da durum budur. Nazizm, eş deyişle faşizm, insanlık vicdanında mahkum edilmiştir. BBC’nin Nürnberg Mahkemeleri’nin 75. yılı vesilesiyle hazırlamış olduğu bir yayında zamanın tanıklarından birisi, “Benim açımdan onlar canavardı, o Naziler, insan değildi” diyor.[1] Nazizim, eş deyişle “nasyonal sosyalizm” insanlık düşmanıdır. Ahlaken de bundan bir adım geri atmamak gerekmektedir.

İnsanın kendisine “insan” demesinin üzerinden 2 yüz küsur yıl geçmiştir sadece. Ve bu bile öyle sanıldığı gibi kolay olmamıştır. İnsan hakları araştırmacılarından James Griffin’in işaret ettiği gibi, Büyük Fransız Devrimi’nin konusu insan kavramıydı. İnsan kavramı için insanlar barikatlarda savaşmıştır. İnsana insan denecek miydi yoksa denmeyecek miydi? Devrim, insana insan demek isteyenlerle insana insan demek istemeyenler arasında yaşanan mücadelenin ürünü olarak gerçekleşmiştir.

Feodal düzenin kendilerine tanımış olduğu ayrıcalık haklarından vazgeçmek istemeyenler, hiyerarşik düzenin kendilerine sağlamış olduğu imtiyazların ifadesi olan şeref ve unvanlarından vazgeçmek istemiyorlardı. Feodal düzen, örneğin Montesquieu’nün işaret ettiği gibi şeref ve unvanlara dayanmaktaydı ve bunlar imtiyaz haklarına işaret etmekteydi. Bu sistem bir bütün olarak bir “harç” (feudum / feodum) sistemi olması nedeniyle feodal sistem olarak tanımlanmıştır. Harç toprağı işleyen tarafından toprak sahibine ödenen, daha doğrusu elde karşılıksız bırakılan paydır. Buna göre insanlığın bir kesimi, insanlığın diğer kesimini kelimenin gerçek anlamıyla haraca bağlamıştır bu sistemde.

Bu nedenle Adam Smith, Hukuk Felsefesi Üzerine Dersler‘inde feodal sistemi insanın özgürlük durumu bakımından en barbar çağ olarak tanımlar. Zira feodal sistemde mülksüzlerin hayatı, doğrudan ve koşulsuz bir şekilde mülk sahibi olanların iradesine bağlı olarak iki dudağının arasındadır. Bir insanın hayatının bir başkasının iradesine doğrudan bağlı olmasına kölelik denmektedir.

John Locke’un feodal toplumsal, politik ve hukuk sistemine karşı modern toplumu temellendirmeyi amaçlayan Hükümet Üzerine İkinci Deneme‘sinde yaşamı, mülkiyeti ve özgürlüğü birbiriyle ayrılmaz bir şekilde neredeyse eşanlamda ilişkilendirmiş olması ancak bu bağlamda düşünülürse anlaşılabilir. Devrim buna karşı, yani insanın kendisine “insan” diyebilmesi için yapılmıştır. Ancak Fransız Devrimi’nden sonra insana insan denebildiği için tüm eksikliklerine karşın insanlık tarihinde ilk defa “insan hakları” ve aynı zamanda özgürlük hakları anlamına gelen bir “yurttaş hakları” beyannamesi yayınlanabilmiştir.

Bunun açıklamasını büyük Alman filozofu Hegel, Tarih Felsefesi Üzerine Dersler‘inde vermiştir. Hegel’e göre, modern çağ insanın insan olarak özgürleşmesini insanlığın gündemine taşımıştır. Karl Marx modern özgürlük halini, örneğin Yahudi Sorunu Üzerine adlı makalesinde politik özgürlük hali olarak tanımlamış ve insanın insan olarak tüm kölelik ilişkilerinden kurtulmasının ancak yeni bir çağda, insanda insanlığı özgürleştiren yeni bir çağda mümkün olduğuna işaret etmiştir. Marx’ın bu belirlemesi, insanlığın özgürleşmesi bakımından yeni bir aşamaya işaret ettiği için tarihsel bir öneme sahiptir. Bu nedenle olduğu gibi aktarmak istiyorum:

Politik özgürleşme başlı başına büyük bir ilerlemedir, genel olarak insani özgürleşmenin son biçimi olmasa da, bugüne kadarki dünya düzeni içinde insani özgürleşmenin son biçimidir. Anlaşılacağı gibi biz burada gerçek, pratik özgürleşmeden söz ediyoruz.[2]

Marx’ın Genç Hegelciler çevresinde yapılan bir tartışmanın ifadesi olarak ortaya konan bu gözleme göre, modern özgürlük hali politik halidir. Marx bununla, anayasal düzenin kurulmasıyla politik kararların halka dayanan bir egemenlik çerçevesinde önceden belirlenmiş yasalara göre alındığına işaret eder. Bundan böyle insan ve yurttaşlık kavramı çerçevesinde, insanın toplumda insan olarak ahlaki ve devlet karşısında yurttaş olarak politik hakları belirlenmiştir.

İnsan deyince bundan genellikle erkek anlaşılmasına karşın, bu beyanname insanın insan olarak kendisine gelmesi tarihinde büyük bir ilerlemeydi.

İnsan hakları o zaman olduğu gibi bugün de tartışma ve kavga konusudur. Postmodern saçmanın etkisiyle, “özcü” olacağı gerekçesiyle insana dair herhangi bir tanım yapılamayacağı ve dolayısıyla insan haklarına dair herhangi bir belirleme yapmanın mümkün olmadığı ileri sürülmektedir. İnsan hakları adına verilen ödüller, yapılan açıklamalar insan kavramının dolayısıyla insana atfedilen hakların da dünya görüşüne göre değiştiğini göstermektedir.

Ama yine de insana insan olarak bakınca, onun canlı-doğal, toplumsal ve entelektüel bir varlık olduğunu belirleyebiliriz ve bundan hareketle de bazı temel insan hakları belirlemesi yapılması mümkündür. Bugün yapılacak olan insan hakları tanımı, hiçbir durumda 1948 Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin gerisine düşmemelidir.

Hak, özürlük demektir. İnsan hakları insana insan olmasından dolayı gelen özgürlük haklarıdır ve insan ta anne karnında kalbi atmaya başlamasıyla bu hakları elde eder ve yaşamı boyunca bu haklar kişiye devredilmez ve elinden alınamaz bir şekilde verilmiştir. Bunlar; insanın insan onuruna yakışır bir biçimde yaşama hakkını, yani barınma, çalışma, eğitim / öğretim, sağlık, seyahat  ve göçme / yerleşme hakkını kapsamaktadır. Kısacası insanın kendi çağına has tüm gereksinimleri insanın hakkıdır. Bu onun tüm kapasitelerini geliştirmesinin ve böylece kendisini gerçekleştirmesinin önkoşuludur. İnsan haklarına dair felsefi ve bilimsel araştırmanın, incelemenin ve tartışmanın ulaştığı nokta budur.

Fakat dünya çapında milyonlarca insanın günlük geliri 1-2 dolarla ifade edilmektedir; insanlar teneke ve / veya kartondan yapılmış evlerde barınmak zorunda kalmaktadır. İnsanların büyük çoğunluğu temiz su ve hijyenin gerektirdiği temiz yaşam koşullarından ve sağlık haklarından yoksundur. Oysa hijyen ve sağlık canın korunmasının en temel koşuludur.

Eğitim ve öğretim neredeyse tamamıyla metalaştırıldığı için, insanların eğitim ve öğretim olanaklarından aldığı payı ceplerindeki paranın miktarı belirlemektedir.

Bu durum, ünlü Alman filozofu Kant’ın tabiriyle insanı bir insanlık hakkı olan aydınlanma hakkından mahrum bırakmaktadır. Savaşlar dolayısıyla evleri barkları yıkılan insanlar, kendilerine yeni bir hayat kurmak için çıktıkları yollarda hayatlarından olmaktadır. Bu, mevcut dünya düzeninin insanın en kutsal hakkı olan yaşam hakkını her bakımdan tehdit eden yaşam düşmanı bir sistem olduğunu göstermektedir.

Bunu en bariz bir şekilde pandemi sürecinin idare ediliş sürecinde bir kez daha gözledik. Pandemi veya tüm salgın koşullarında piyasa ilişkilerinin hakim olduğu tüm ülkelerde, insan yaşamına karşı ticaretin lehine karar verilmiştir. Ticaret hakkı insanın yaşam hakkına üstün tutulmuştur.

Toplumda işsizliğin, evsizliğin, yoksulluğun artmasına, eğitim seviyesinin düşmesine orantılı olarak şiddet artmaktadır. Bunun ilk kurbanları özellikle kadınlar ve çocuklar olmaktadır. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde insanın insana zulmü dayanılmaz hal almıştır. Kara vicdanlılık, insana zulümden, kendi türüne acı vermekten zevk almak had safhaya ulaşmıştır. İnsanlık bir bütün olarak insanlıktan çıkmıştır. Dünya İnsan Hakları Günü’nde, insanlığın karşı karşıya olduğu ve çözmekle yükümlü olduğu sorun budur.


KAYNAKLAR

[1] Bkz.: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-55019547?fbclid=IwAR1PX02uGltMUuXqzYe29RRjUKdz-NvCbI0ahKXVjodUeSREnsVcQY-0fRM (erişim: 11.12.2020)

[2] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Sol Yayınlar, Ankara 1997, s.20.

Doğan GÖÇMEN