Dünden Bugüne Faşizm (2)

“Faşizm, işçi sınıfının iktidara gelememenin ve gelmek istememenin karşılığında ödediği bedeldir” 

Clara Zetkin

Clara Zetkin, sözleri boşuna söylememiştir. İşçi sınıfında mevcut zaafiyet ve isteksizlik, hem kurumsal ve hem de politik düzeyde ortaya çıkmıştır. Zaafiyet, yenilgi gibi kıtasaldır ve iç savaşlarda ortaya çıkar. Bilindiği gibi 1919-1939 dönemi Avrupa iç savaşı dönemidir. Bu iç savaş giderek Avrupa’da dış savaşa dönüşmüştür. II. Paylaşım Savaşı tıpkı diğer savaşlar gibi her yönüyle bir dehşettir, bir insanlık utancıdır.

1917 Rusya’da gerçekleşen “Ekim Devrimi” aslında dünya işçilerini birleştirmeye yönelik bir devrimdir. Oysa pratikte gördüğümüz kadarıyla Clara Zetkin’in belirttiği gibi (Ekim Devrimi) işçi sınıfını değil, adeta Avrupa burjuvazisini birleştirdi. Avrupa burjuvazisi Avrupa’nın tüm antikomünist güçleri oldular.

Avrupa faşizminin zaferi, Atlantik’ten Urallar’a kadar faşist bir kıtanın ortaya çıkışı, özünde birbirini besleyen ve tetikleyen dört temel etmenin [15] sonucudur.

  • Avrupa solunun politik zaafiyeti ve kuramsal sorunlarını çözememesidir. Avrupa burjuvazisini ve diğer mülk sahibi sınıfları temsil eden siyasi güçler arasındaki kıtasal iç savaşın sonucudur ve burada solun tutumu oldukça belirleyici olmuştur. 
  • Kıtasal iç savaşın ulusal düzeyde yansımaları Avrupa toplumlarının kıtasal faşizm yapısı içinde birleştiren temel etmen olan Alman faşizmi karşısında dirençlerini düşürmüştür.
  • Birinci Paylaşım Savaşı ardında imzalanan Paris, Versailles ve St. Germain antlaşmalarının oluşturduğu Avrupa Güvenlik Sistemi’nin zaafları ve bu zaaflardan Almanya’nın, ‘liberal batı demokrasilerinin’ sessiz onayıyla faydalanması Avrupa faşizminin doğumuna büyük bir katkı sağlamıştır.
  • Alman faşizminin kıtasal saldırısı ve bu saldırının başarıya ulaşmasına yol açan ulusal ve sınıfsal etmenler Avrupa faşizmine kıtasal bir boyut eklemiştir.

Kapitalist devletin hücrelerine kadar sinmiş faşizmin, 1920 ve 1930’larda Avrupa’nın kırlarını ve kentlerini talan eden SA ve SS kıtalarının, İtalyan fasciaların, Demir Muhafızlar’ın veya diğer paramiliter grupçukların faşizmiyle ne ilgisi vardır, diye bir soru sorulabilir. Cevap kapitalist devletin yönetsel esnekliğinde yatmaktadır. Faşizm Avrupa’nın sokaklarında doğdu, ancak yükselen sosyalizm ve işçi sınıfı hareketinin yarattığı korku karşısında kapitalist devlet, popülist ve sokaklara özgü sınıfsal yapısını budayarak faşizmi özümsedi. Avrupa faşizmi, Avrupa burjuvazisinin sınıfsal korkusunun dışavurumu oldu. Avrupa karanlığı burjuvazinin en ‘muhteşem’ eserlerinden biri olarak ortaya çıktı.[16]

Bu bölümde İlk örneğini gördüğümüz İtalya’dan sonra Batı Avrupa’nın diğer ülkeleri olan Almanya, İspanya ve Portekiz’e sıçrayan karanlık dönemi irdelemeye çalışacağız.

Avrupa’da faşizm I. Paylaşım Savaşı sonrasında hortladı. Bu savaşta kayıplar dehşetin bilançosunu ortaya çıkarıyor.

Savaş güçlerinin toplamı……………… : 68.208.171

Ölü yaralı ve kayıp bilançosu……….. : 38.880.500

Bu kayıplar sadece askeri kayıplardır. Savaşa katılan orduların % 57’si öldürülmüş; sivil kayıplar hakkında kesin bilgiye ulaşılmamıştır. Tüm bu kayıpların ülkelerde yaşayan bir avuç asalak tekelci kapitalist uğruna olduğunu unutmayalım.

İkinci Paylaşım Savaşı Bilançosu:

Ölen asker sayısı …………………….. 24.000.000 ‘dan fazla

Ölen sivil sayısı ……………………….. 50.000.000’dan fazla

Toplam ölümler ………………………. 74.000.000’dan fazla

Bu dehşet verici bilançoyu hiçbir tarih bir mazeret olarak gösteremez. Yine hiçbir tarih birkaç açgözlü uluslararası tekelci sermayenin yüz milyondan fazla insanı açgözlülüğü uğruna nasıl kurban ettiğini açıklayamaz.

İtalya’dan sonra faşizmin devleti ele geçirdiği ülke Almanya’dır. Avrupa’da faşizmin uzun süre iktidarda kaldığı ülkeler de İspanya ve Portekiz’dir. Bu ülkelerdeki toplumsal yapıyla birlikte faşizmin nasıl kök saldığına ilişkin öz ve kısa bilgiler vermeye çalışacağız.

Almanya 

Yukarıda açıklandığı gibi gerek Komitern’in 7. Kongresinde olsun, gerekse, 5. Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu 13. Oturumunda olsun faşizmin tanımı oldukça açıktır:  “Mali sermayenin en gerici, en şoven ve en emperyalist kesimlerinin açık terörcü diktatörlüğü” dür, demiştik. İtalya, Almanya ve Avusturya’da ve diğer ülkelerde görülen faşist uygulamalar, gösteri ve darbeler savaşı kaybeden, büyük zararlar gören ve iflas eden tekelci burjuvazinin ülke içinde yükselen sol hareketleri bastırmak, kendi diktalarını devam ettirmeye yönelikti. Faşizm genel anlamda, emperyalist savaşların bitimi ile başlayan kanlı diktatoryadır. 

Bu bölümde savaşı kaybeden müttefik ülkelerden Almanya’da olup bitenlerle ilgili ve finans kapitalizmi aracılığıyla uygulamaya konulan faşizmin ve Nasyonal Sosyalizm ’in ana hatları ile İspanya ve Portekiz’de faşist yönetim üzerinde kısaca bilgilerimizi tazelemek istiyoruz.

İttifak Devletlerin (Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan Krallığı, Osmanlı İmparatorluğu) ve İtalya… -İtalya, savaşın ortasında saf değiştirerek İtilaf devletlerine katıldı- I. Paylaşım Savaşı’ndan İttifak devletlerinin yenik düşmesi ardında Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı devleti ve Bulgaristan işgal edildi, bununla birlikte müttefiklerden Almanya’nın sahip olduğu sömürge ülkeleri de ellerinden alındı. Bunların bazıları aşağıdaki gibidir.

  • I. Paylaşım Savaşı’nı kaybeden “İttifak Devletleri”nden biri olan Almanya, 28 Haziran 1919 tarihinde başlayıp 10 Ocak 1920 tarihinde yürürlüğe giren Versay Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Buna göre Bismarck’ın kurduğu Alman İmparatorluğu yıkılarak yeni bir Avrupa düzeni kurulacaktı. Almanya’nın batısında yer alan ve Fransa ile komşu olan Alsas-Loren ile Saar bölgeleri Fransa’ya; kuzey batıda Malmedy, Eupen ve Monschau’nun bir bölümünü Belçika’ya; kuzey doğuda yer alan Memel’i Litvanya’ya; doğuda Yukarı Silezya’nın güney ucu ve Batı Prusya’nın büyük bölümünü Polonya’ya; yine doğuda yer alan Yukarı Silezya’ın bir parçasını Çekoslovakya’ya (bugünkü Çekya) bırakıyordu. Danzig (Gdansk kenti) özerk statüde kalıyor ve Milletler Cemiyeti (Birleşmiş Milletler)’ne bırakılarak bölgenin kaderi 15 yıl sonra yapılacak halk oylaması ile belirlenecekti. İçinde Hamburg’un da yer aldığı Schleswig Holstein bölgesinin Schleswig bölümünde halk oylaması yapılacaktı. Bu oylama sonucunda Orta Schleswig Almanya’da kaldı. Diğer kuzey kıyıları da Danimarka’ya devredildi.
  • Ayrıca Almanya’nın Çin’deki hakları ile Büyük Okyanus’ta yer alan Endonezya, Papua yeni Gine’nin kuzey bölümü, Malezya’nın güney bölümü, Brunei ve diğer küçük bazı adalar Japonya’ya terk ediliyordu.
  • Almanya, Avusturya ile birleşmeyecek, ayrıca Polonya ve Çekoslovakya’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kalacaktı.
  • Zorunlu askerlik kalkacak. Ordu sayısı 100.000 askere indirilecek, diğerleri terhis edilecekti.
  • Uçak ve Denizaltı üretimine son verilecek, tüm gemi ve denizaltılar “İtilaf Devletleri”ne teslim edilecek ve Almanya, altından kalkamayacağı savaş tazminatını ödemek zorunda kalacaktı.

Günah Keçisi Yahudiler

1933 genel nüfus sayımında Almanya nüfusu 67.000.000 idi. Bu tarihte yaklaşık 500.000 Yahudi yaşıyordu. Yani nüfusun yüzde birinden bile az… Kaldı ki Yahudilerin nüfusu I. Paylaşım savaşında daha da azdı. Ve bu nüfus günah keçisi ilan edilmişti. I. Paylaşım Savaşı sonrasında çöken Alman ekonomisinden sorumlu tutulan bu nüfusa karşı nefret ve “anti semitizm” (Yahudi düşmanlığı) had safhadaydı. Bu ideoloji kısa sürede orta sınıf ve alt gelir grubundaki Almanlar arasında geniş yankı buldu. İleride tek adam olacak Adolf Hitler’in sorumlu tuttuğu Yahudiler, savaş döneminde Alman ekonomisinin en büyük gücüydü. Borsayı yönetiyor, bankaların % 50’ni, Alman gazetelerinin % 80’ni elinde bulunduruyordu. Yahudiler yüzünden Almanya savaşı kaybetti. Yenilginin nedenini “arkadan hançelenme”yle eş tutuldu. Versay gibi utanç bir antlaşmanın Yahudiler yüzünden imzalandığına inanılıyordu. Ülke her geçen gün biraz daha kaosun içine sürükleniyordu. İşsizler ordusu 1930’larda 6 milyonu aşmıştı. Peş peşe gelen iflaslar, ekonomiyi her geçen gün darboğaza sürüklüyordu. 

Savaş sonrasında 1919 tarihinde Alman İşçi Partisi’ni kuran Adolf Hitler, partiyi 24 Şubat 1920 tarihinde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP)’ne dönüştürdü ve daha önce mevcut olan gamalı haçın şekli değiştirilerek partinin resmi sembolü olarak kabul edildi. Siyah-kırmızı-altın renklerini Cumhuriyet’i temsil eden renkler oldukları için reddedilmiş, eski İmparatorluğu temsil eden siyah-beyaz-kırmızı renkler [8] tercih edilmişti. Hitler’in 1921 tarihinde kurduğu ve 1925 tarihinde yapılandırdığı Sturmabteilung (Taarruz Bölüğü), kısa adıyla SA diye anılan ve NSDAP’ın silahlı kanadını oluşturmuştu. Bölük, birçok silahlı çatışmaya katılmış ve NSDAP toplantı ve kurulların güvenliğini sağlamakla görevlendirilmişti. 

Adolf Hitler vatansızdı. 1925-1932 yılları arasında vatansız statüdeydi. İçişleri Bakanı Klagges’in yaptığı atama ile devlet memurluğuna geçti ve Alman vatandaşı oldu. 1933 yılında Şansölye seçilerek vatandaşlık önündeki engeller kalkmış oldu. Hitler, savaş sonrasında yaşanan büyük krizden güç kazandı. Güven verici duruşuyla, propagandasıyla alt ve orta sınıfların ekonomik isteklerini yerine getireceğine söz verdi. Milliyetçilik, antisemitizm, anti-komünizm, sosyalizm ve anti-kapitalizm ile ilgili program savunarak, güçlü bir ekonomi tesisi için silahlı bir ordu ve totaliter, faşist bir rejimle yeni bir ülke yaratacağına inananlardandı. İktidara geldikten kısa bir süre sonra güneyde bulunan Bavyera eyaletine bağlı Münih’in 16 km kuzeybatısında yer alan terk edilmiş barut ve mühimmat fabrikasının bulunduğu Dachau toplama kampını açtı. Bu, ilk kamptı. 1933 tarihinde açılan bu kampın içindeki muhaliflerin ve ağırlıklı olarak Yahudi sayısı 50’yi aştı. Nazilere göre Yahudi kanı Alman kanından farklı ve aşağılıktı. Kimlik ve pasaportlarda “Yahudi” (Jude) anlamına gelen “J” harfini damgaladılar. Bununla da yetinmeyerek kollarına sarı-siyah renklerde 6 köşeli (Yahudi simgesi) taktılar. Aynı harf ve işaretlerle evlerinin kapılarına ve işyerlerini boyadılar. 

Naziler, iktidara geldiği ilk yıldan itibaren Yahudilerin yaşamlarını zora sokan yasaları geçirmeye başladılar. Saf Irk düşüncesini uygulamaya koymalıydı. Nazi düşüncesinde İskandinav Irkı, Kuzey Almanya ovalarında milattan önce yaşadığına inanılan ve Proto-Aryanlar olarak adlandırılan ırkçı düşüncedeki bazı kişilerin en saf ırk olarak açıkladığı ırktır. Bu ırkın kayıp ada olarak bilinen Atlantis’te yaşadığına inanıyordu. İskandinavların saf ırktan geldiği ve Alman vatandaşı olduğu iddia ediliyordu. [17] Kelime olarak Aryan, asil ve onurlu anlamına gelen “Ārya” kelimesinden türetilmiştir.  “Ari” ırk, mensubu kişiler sarışın, mavi gözlü, uzun boylu, geniş omuzlu, çevik, atletik yapılı ve IQ seviyesi yüksek bireyler olmalıydı. 

Hitler iktidara geldikten sonra, Nazi öğretmenler, okullarda ırk biliminin “ilkelerini” uygulama alanına koydu. Öğrencilerin gerçek “Ari ırkı”ndan olup olmadıklarını belirlemek için öğrencilerinin kafatası ve burun uzunluğunu ölçüp, saç ve göz renklerini kaydedildi. Bu işlemler sırasında Yahudi ve Roman (Çingene) öğrenciler sık sık aşağılanmıştı. [18]

1933-1934 yılları arasında sayıları 1.400’ü bulan yasa teklifi kabul edildi. Bir yasanın 3. Maddesinde “Aryan (Saf Irk, Ari Irk) olmayanların memurluk görevlerini bırakmalarını istemiş, kimlerin Aryan olmadığı da yasada belirtilmişti. Buna göre ailesinde, ebeveyninde, dede ve ninelerinden herhangi biri Yahudi olan kişi “Aryan” sayılmayacak, bunların akıbeti fırınlar ve gaz odaları olacaktı. 1933-1941 yılları arasında Almanya’dan sayıları 300.000 aşan Yahudi İsviçre, Fransa ve faşizm tehdidi altında bulunmayan diğer Avrupa ülkeleri ile Türkiye, ABD, Kanada gibi ülkelere göç etti. Bazı bilim insanları başta ABD olmak üzere, Kanada ve Türkiye’ye sığındılar. Büyük çoğunluk “bu fırtına bir gün diner” umuduyla Almanya’da kaldı. Avrupa ülkelerinde yaşayan Yahudi sayısı 6 milyonu aşkındı. 1933’te başlayan fırtına bir türlü dinmedi. Bu süreci tarihsel bir kronoloji içinde kısaca incelemek istiyoruz.

  • 30 Ocak 1933 tarihinde İtalya ile olan müttefiklik iyice soğumaya başladı. Mussolini Avusturya’ya nasyonal sosyalistlerin kaldırılması için destekte bulundu.
  • 20 Şubat 1933’te Hitler, Alman ırkından olan iş adamları ile yaptığı toplantıda koşulsuz destek istedi. Hıristiyan dinine mensup Yahudi kökenli insanlar, bazı kiliselere alınmayarak korku ve endişenin yayılmasına sebep oldu. 
  • 27 Şubat gecesi Alman faşizminin resmen yürürlüğe girmesi için Alman Parlamentosu yakıldı.
  • Aynı tarihte mecliste sayıları 100’ü bulan sol ya da komünist milletvekili tutuklandı. Yahudi ya da komünist olduğu gerekçesiyle sokaklarda yakalanan insanlar dayak ve kırbaçlardan geçirildi. 
  • 5 Mart 1933 tarihinde yapılan ve 1945 yılına kadar süren son federal seçimlerde Nasyonal sosyalistler (NSDAP), oyların % 43,9’unu aldı ve iktidarda kalması kesinleşti. Almanya Sosyal Demokrat Partisi ikinci en büyük partisi % 18,3; üçüncü parti ise % 12,3 oy oranı ile Almanya Komünist Partisi oldu. 
  • 23 Mart’taki parlamento oturumunda “Halkta ve İmparatorlukta Sıkıntının Kaldırılmasına Dair Yasa” ile ilgili 5 maddelik yetki tasarısının kabul edilmesiyle yasama ve yürütme erkleri, Nasyonal sosyalistlere (NSDAP) devredildi.
  • 31 Mart’ta Alman eyaletlerinin yönetimine Nazi valiler atandı. Böylece taşrada da faşist eylemler başlamış oldu.
  • 7 Nisan 1933 tarihinde yapılan reformla devlet dairelerinde çalışacak olan memurların gerçek Alman ırkından olmaları zorunlu kılındı.
  • 14 Nisan’da parti mensubu gençler için özel okullar açıldı. Bu okullarda öğrencilere Nasyonal Sosyalizmin ilkeleri, Ari ırk ile ilgili teorik bilgilerin yanında savaş taktikleri verildi.
  • Yine Nisan’da Yahudi dükkânları boykot edilerek ilk anti seminist hareket başlatıldı ve Yahudi avına çıkmak devlet tarafından teşvik edildi.
  • Yahudi geleneğine göre 21 Nisan’da yapılan hayvan kesimi ve et pişirilmesi tamamen yasaklanarak bu azınlığın dinsel inançlarına müdahale edildi.
  • 2 Mayıs 1933 tarihinde tüm sendikaların kontrolü ele geçirildi. Fırtına Birlikleri diye bilinen SA polis örgütü tüm sendika merkezlerini işgal etti. Yöneticiler terörle sindirildi. Sendikaların varlıklarına el konularak Nazi örgütü olan Alman İşçi Cephesi ile zorla birleştirildi.
  • 10 Mayıs’ta Başkent Berlin’de Opera Alanında bir gecede 20.000’den fazla kitap yakıldı. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin yarı askeri paramiliter gücü olan “Kahverengi Gömlekliler” diye de anılan Taarruz Bölüğü (SA) mensubu olduğu bilinen bir grup öğrenci, yanlarına öğretmenlerini de alarak “Almanak” ile uyuşmayan yayınları, kütüphanelerle kitapçılardan toplayıp ateşe verdiler. İçlerinde Albert Einstein ve Sigmund Freud gibi Yahudi kökenli tanınmış bilim insanlarının yapıtları vardı. Almanya adına 1929 Nobel Edebiyat Ödülünü almış olan Thomas Mann ve “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı romanıyla tanınan Erich Maria Remarque’nun eserleri de vardı. Karl Marks, Emile Zola, Andre Gide, Maksim Gorki, Herbert George Wells (tanınmış adıyla H.G. Wells), Jack London, Upton Sinclair, Marcel Proust, Friedrich Foster, Helen Keller, Ernest Hemingway, John Dos Passos ve benzerleri… Giderek daha çok Alman olarak bilinen, oysa Yahudi kökenli ozan Heinrich Heine’nin eserleri de vardı. Heinrich Heine, yaklaşık 100 yıl önce geleceği sanki görmüş gibi [19] şunu söylemişti: “Kitapların yakıldığı yerde gün gelir insanlar da yakılır.”
  • 14 Temmuz 1933 tarihinde Nazi Partisi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP), devlet partisi oldu. Bu parti dışındaki tüm siyasi partiler feshedildi. Siyasi eylemler, gösteri ve mitingler yasaklandı. Parti üye sayısı 1935 tarihinde 2.500.000; 1940’larda 8.500.000’e çıktı.
  • 20 Temmuz’da Vatikan ile yapılan anlaşma gereği Katoliklere kendi dini uygulamaları için izin verildi. Ancak buna rağmen Katoliklerin dinsel ve kültürel örgütlerine, rahip ve okullarına baskılar [20] devam etti.
  • Almanya, 1919’da yapılan uluslararası birlikten, yani sözleşmeden 14 Eylül 1933 tarihinde tek taraflı çıktı.
  • 22 Eylül 1933’te Yahudilere ait gazetecilik ve mesleki görevin ifası yasaklandı, edebiyat, sanat, müzik ve tiyatro gösterileri kaldırıldı. 
  • 29 Eylül’de toprak sahibi köylülerin kazancı yüksek seviyeye getirildi. 
  • Aynı tarihte Yahudilerin çalıştıkları devlet dairelerinden çıkartılarak kamplara gönderildi.
  • 1 Aralık 1933 tarihinde Nasyonal sosyalistler, siyasal çalışmaların tek yasal sorumlusu oldu. NSDAP iktidarının hayata geçirdiği, ülkenin kalkınmasını esas alan iç politikalarla çok güçlü bir ülke olma yolunda ilk adımın atıldığına inanıldı.

Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ve Polis Devleti

Adolf Hitler, şansölye olarak atanmasının ardından 22 Şubat 1933 tarihinde Nazi partisi (NSDAP)’ne bağlı gençlerin yardımcı polis olarak görev yapmalarını emretti. Önceleri Hitler’in muhafızı olarak görev yapan “SS” ve bu partinin sokak savaşçılarına karşı Fırtına Birlikleri’ni kuran “SA”, kurumsallaştırıldı. Bu uygulamayla Nazi Partisi olan Nasyonal Sosyalistlerin Alman İşçi Partisi’nin toplum üzerindeki gücü ve nüfuzu artmış oldu. 27 Şubat 1933 gecesi Alman faşizminin resmen yürürlüğe girmesi için Alman Parlamentosu yakıldı. Hitler hükümeti bu tarihlerde henüz azınlıktı. Ancak önünde 5 Mart seçimleri vardı. Tek başına iktidar olmak için şiddet eylemleriyle korku yaratmaya çalıştı. Bunların arasında meşru ya da gayri meşru, kanuni, gayri kanuni olsun, olmasın fark etmezdi. Yangın, Hitler’e sadece tek başına ve anlık değil, uzunca bir süreliğine güç verecekti. 

Yukarıda belirttiğimiz gibi 5 Mart 1933 yılında yapılan ve 1945 yılına kadar süren son federal seçimlerde Nasyonal sosyalistler (NSDAP), oyların % 43,9’unu aldı ve iktidarda kalması kesinleşti. Adolf Hitler, 31 Temmuz 1932 seçimlerinde ancak % 24,53 oranında oy almıştı. Alman Sosyal Demokrat Partisi % 18,25, Alman Komünist Partisi de %14,32 ile üçüncü sırada yer almıştı.

30 Ocak 1933 tarihinde Hitler’in şansölye olmasıyla Alman İmparatorluğu, “Nasyonal Sosyalist Führer devleti” sistemine geçiş yaptı [21]. Hitler, her ne kadar şansölye unvanıyla hükümet kurduysa da bu bir azınlık hükümetiydi. Dolayısıyla fazla bir yaptırım gücü yoktu. Oysa güçlü bir hükümet kurmak istiyordu. Alman burjuvazisi de aynı görüşteydi. Bunun için bir erken seçim yapılmalıydı. 27 Şubat 1933 tarihinde çıkartılan meşhur Alman Parlamentosu yangını, Hitlerin bir provokasyonuydu. Yangının hemen ardındın OHAL ilan edilerek erken seçim kararı alındı. Seçim, 5 Mart 1933 tarihinde yapıldı. 5 Mart seçimleri Hitler ile birlikte asker-sivil elit kadro ile politikacıların seçime hile karıştırması, mükerrer oy kullanması, mühürsüz ve zarfsız sandığa atılan seçim kâğıtları ve benzeri hileler sonucu oyların % 43,9’unu aldı. Bu seçim aynı zamanda Almanya’nın 8 Mayıs 1945 yılına kadar olan süre içinde Hitler’in iktidarını pekiştiriyordu. 

Parlamento binası yangınına gelince; Berlin’de Parlamento yangını için günah keçisi aranmalıydı. Bunun için Alman ırkından olmayan birinin bu olayı üstlenmesi gerekiyordu. Hollandalı 24 yaşındaki inşaat işçisi Marinus van Lubbe adında bir genç olay yerinde yakalandığı açıklandı. Polis işkencesiyle komünist olduğunu söyleyen Marinus kundaklama olayını tek başına işlediğini itiraf etmişti. Reichstag yangını binanın çeşitli yerlerinde ve aynı anda çıkmıştı. Oysa Marinus adlı genç ne binayı tanıyordu, ne de aynı anda birkaç yerde olabilecek durumda eğildi. Bu genç Berlin’de de yaşamıyor ve hiç kimseyi de tanımıyordu [22]. Bu yangın sonrasında polis yetkilerinin artırılması amacıyla alelacele bir kararname çıkartılmış ve neredeyse polise sınırsız yetkiler verilmişti. Bu yetki “koruyucu gözaltı” olarak biliniyordu. Bu gözaltı ile muhaliflerin, Yahudi ve azınlıkların mahkemeye çıkartılmadan tutuklanması anlamına geliyordu. Gözaltı kararnamesi ile insanlar normal cezaevlerine değil, toplama kamplarına gönderiliyordu. Bu kamplar her ne kadar “SA” örgütü tarafından oluşturulduysa da “SS” teşkilatının yetkisi altındaydı. Polis devletinin etkinliği 1939 yılına kadar devam etti.

Keyfi tutuklamalar, gece yarısı evlere baskınlar, dur ihtarına uymayanların öldürülmesi, insanların birbirini ihbar etmeleri, sorgusuz infazlar, adam kaçırmalar, kundaklamalar, özellikle Yahudi ve Çingene kadınlara tecavüzler, işkence sonucu öldürmeler, kamplarda ağır koşullarda çalıştırmalar, aç bırakmalar, çalışamaz durumda olan yaşlı ve hastaların fırınlarda ve gaz odalarında öldürülmelerin “SS” teşkilatı için olağan günlük işlemler haline gelmişti. Tüm bu uygulamalar Nazi Partisi olan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) bilgisi dâhilinde yapılıyordu.

Nasyonal Sosyalizm doktrinini ilk kez 19. yüzyılın sonlarına doğru burjuva ideologlarından Fransız Maurice Barres tarafından ortaya atıldı. Sosyalist bir milliyetçilik görüşü temel alınmıştı. Türkçe karşılığı milli sosyalizm ya da milliyetçi sosyalizmdir. Türkçe sözlükte “Hitlercilik” diye geçer. Barres’e göre Sovyetlerden tüm dünyaya yayılan sosyalizm “liberal bir zehir”dir. Ülkeyi kurtaracak tek doktrin “kolektif milliyetçilik”tir. Ulusal sosyalizm, ancak kolektif milliyetçiliği geliştirmenin bir aracıdır. Diğer bir deyişle faşizm ile örtüşecek bu doktrin ileride aşırı milliyetçiliği ve ırkçılığı beraberinde getirecekti. Barres’e göre işçiler, kendi milliyeti olan işverenlere karşı değil, yabancı işverene ve Yahudi sermayesine karşı mücadele etmeliydi. Hitler, bu düşünceden ilham almıştı. Bu ilham ileride katliamlara yol açacak, bahane arayan diğer emperyalist güçlerin savaş çığırtkanlıkları sonucunda resmi rakamlara göre dünyada 73.000.000 insanın, Almanya’da ise 7.500.000 sivilin (6.000.000 Yahudi olmak üzere) kamplarda, fırınlarda ve sokak ortasında ölümüne yol açacaktı.

Nasyonal sosyalizm hareketinin öncülü, Freikorps denen ve I. Paylaşım Savaşı’nda terhis edilen Alman Askerleri oluşturuyordu.  Freikorps, Almanya’da 18. Yüzyıldan sonra genelde kırsal kesimde oluşan düzensiz silahlı birliklere verilen addır. Paylaşım Savaşı’ndan sonra özellikle komünistlere karşı devlet eliyle örgütlenen düzensiz silahlı birliklerdir. Bunlara ücret ödendiği için de bir yerde paramiliter ve kontra birlikler diye de anılıyordu. Nasyonal sosyalist (Nazi) anlayışa göre kapitalizm bir Yahudi sistemidir. Bilimle ilgisi ve kapasitesi bu kadar kıt olan Hitler’in nazarında Naziler sosyalisttir(!), Marksist değildir. Sosyalizm, Marksizm’den ibaret değilmiş. Kapitalizm ve Marksizm Yahudilere hizmet ediyormuş. Nasyonal sosyalizm ise salt Alman Irkı’na hizmet ediyormuş. Nasyonal sosyalizm, parlamenter sistemi tamamen reddetmiş, komünizme ve sosyal demokrasiye karşı çıkmıştır. Hitler, “Kavgam” adlı kitabında Nasyonal sosyalizmde parlamento hiçbir zaman bir oylama yeri olamayacağını, merkezi bir çalışma organı niteliğinde çalışması gerektiğini vurgulamıştır.

Nasyonal sosyalist ideolojisinin öngördüğü aile yapısı ataerkil yapıya dayalıydı. Kadınların sorumluluğu Alman ırkına mensup çocukları doğurmak ve onları iyi birer nasyonal sosyalist birey olarak yetiştirmekti.

Alman Nasyonal Sosyalizm irredantist (yayılmacı milliyetçiliğe dayalı) bir ideolojidir ve dünya üzerindeki Alman kanını taşıyan tüm toplumların Büyük Alman İmparatorluğu şemsiyesi altında birleşmesi gerektiğini savunan bir ideolojidir. Saf Alman kanını taşıyan toplumların başında Avusturya gelmektedir. Hitler “Kavgam” adlı kitabında Avusturya’nın Almanya’ya katılması çağrısında bulunmuştur.

1934 tarihinde önemli bazı tarihsel gelişmeleri göz ardı etmemek gerekir.

Önemli olaylar

  • 20 Ocak 1934 tarihinde “Milli Çalışma Disiplini Yasası” kabul edildi. Bu yasanın kabul edilmesiyle birlikte “Alman Çalışma Cephesi” meşru bir zemine oturtuldu ve Ekim 1934’te resmen Nazi Partisi olan Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (NSDAP)’ne bağlandı.
  • 26 Ocak’ta Almanya ile Polonya arasında saldırmazlık paktı imzalandı. Bu anlaşma ile Almanya hiçbir şekilde Polonya’ya karşı sınırı ihlal edecek girişimde bulunmayacak.
  • 29 Mart 1934 tarihinde Versay Antlaşması hiçe sayılarak askeri bütçe yaklaşık 3 katına çıkartılarak 78.000.000 Mark’tan 210.000.000 Mark’a, Reishwehr (Transfer) harcamaları ise 345.000.000 Mark’tan 574.500.000 Mark’a yükseltildi. İngiltere bu bütçenin Versay Antlaşması’na aykırı olduğunu açıkladı. Ancak Belçika bu itiraza karşı çıktı.
  • 17 Nisan 1934 tarihinde de Fransa, Almanya’nın bu tutumunun kendilerinin güvenlik sorununu tehdit ettiğini İngiltere’ye bildirdi.
  • 29 Mayıs 1934 tarihinde Silahsızlanma Konferansı Genel Komisyonu’nu yeni bir oturum düzenleyerek Doğu Avrupa ülkeleri arasında karşılıklı yardım paktının gerçekleştirilmesi ele alındı. Pakta göre Sovyetler Birliği, Almanya, Baltık ülkeleri ve Çekoslovakya herhangi bir savaş durumunda birbirlerine yardımda bulunacaklardı.
  • Adolf Hitler, 30 Haziran 1934 gecesini 1 Temmuz 1934 gününe bağlayan gecede üst düzey “SA” mensubu yetkililerin öldürülmesini emretti. 1 Temmuz tarihinde 85 yetkilinin daha öldürülmesi ile bu sayının yüzü aştığı anlaşıldı. Cinayetler, Gestapo subayları tarafından gerçekleştirilmişti. Nazilerin vurucu gücü olan “SA” örgütü başlangıçta serseri ve lümpen takımından oluşuyordu. İlerleyen zaman içinde küçük burjuva sınıfı işçi sınıfına, yani bir alt sınıfa düşmekten korkuyordu. “SA” örgütü bu ara sınıfın adeta sığınağı olmuştu. Küçük burjuvazinin çıkarları tekelci burjuvazi ile çelişiyordu. Bu kriz hiç şüphesiz ki büyük sermayenin lehine çözümlenmeliydi. Naziler, işçi örgütlerini dağıtarak işçi sınıfını örgütsüz bıraktılar. Bu müdahale büyük sermayenin işine gelmişti. Ücretler düşürülmüş, her işletmenin kendisi işçilere vereceği ücreti tespit etmişti. Bu uygulama ile tekelci sermayeye dizginsiz sömürünün önü açılmıştı. 1933 yılından başlayarak savaş yıllarına kadar büyük sermaye şirketlerinin kârları % 450 gibi inanılmaz bir rakama ulaşmıştı. Bunlar arasında Bosch, Siemens, AEG, Krupp, Deutsche Bank gibi bilindik büyük sermaye ile finans kuruluşları vardı. Bu büyük sermaye şirketleri çalışanlarına Yahudileri düşman olarak gösteriyor ve onların sermaye düşmanı olduğunu lanse ediyordu. Giderek bu dalga bir anti semitizme dönüşecekti. 
  • “SA” örgütünün bağımsızlaşması ve “SA” üyelerinin sokakta şiddet eylemleri gerçekleştirmeye olan yatkınlıkları, Hitler’i tehdide varacak kadar rahatsız ediyordu. Ayrıca Hitler, disiplinsiz uygulamalarından dolayı “SA”dan rahatsız olan generallerin güvenini ve sadakatini kazanmak istiyordu. Hitler aslında gelir dağılımı ile ilgili I. Paylaşım Savaşı’ının bitiminden sonra Almanya’da başlayan ve bazılarınca “ikinci devrim” olarak bilinen işçi hareketleri, Alman Komünist Partisi, Bavyera Sovyet Cumhuriyeti, Bağımsız İşçi Sendikası ve Spartaküs Birliğinin başlattığı ve Rusya’nın desteklediği ayaklanmanın ardından Röhm’ün tutumunu pek beğenmemişti.

1934 tarihinde “SA” örgütü başkanı Ernst Röhm burjuvazi isteklerini çözmekten rahatsızlık duyduğunu dile getirmişti. 2 Temmuz günü Münih’te bulunan Stadelheim Hapishanesi’nde göğsünden vurularak öldürüldü.

Bu temizlik hareketi ayrıca, Alman mahkemelerinin Nazilere olan bağlılığını göstermek adına yargısız infaz yasağını kaldırmasına yol açmış, bu da Nazi yönetimine yasal dayanak sağlamıştı. Uzun Bıçaklar Gecesi Alman hükümeti için bir dönüm noktasıydı. Hitler 13 Temmuz 1934’te Reichstag’da (Alman parlamentosu) yaptığı konuşmada kendini “Alman halkının yüce yargıcı” sıfatıyla seslenmiştir.[23] Uzun Bıçaklar Gecesi (intikam gecesi) diye bilinen bu operasyonda Hitler, yerini sağlamlaştırmak ve sayıları 2 milyonu aşan “SA” militanlarının, düzenli ordunun yerini almasını istemişti. Sınıfsal açıdan bakıldığı zaman da faşist hareket ile gerek ordu içinde ve gerekse Nasyonal Sosyalist hareket içinde orta sınıf etkisinin tasfiye edilmesiydi.

  • 02 Ağustos 1934 tarihinde Alman Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’un ölümü ile Hitler’in önündeki engeller tamamen kalkmış oldu. 
  • 19 Ağustos’ta yapılan halk oylamasında 4.300.370 (% 10,07) Hayır oyuna karşılık 38.394.848 (% 89,93) evet oyu ile Şansölyenin yetkileri Führer ve Şansölye (unvanları) Adolf Hitler’de toplandı. 
  • 24 Ekim 1934 tarihinde işçi ve işverenler uzlaşarak korporatif Alman Emek Cephesi’ni kurdular.  Bu uzlaşma liberal ekonomistlerin nazarında Alman halkının ekonomik durumu için geçici bir ferahlıktı. Tabii ki bundan Yahudiler ve diğer azınlıklar pay alamıyordu. Faşist parti toplum üzerindeki etkinliği ile Yahudiler, Bolşevik ve azınlıklar düşman gösterilerek hedef haline getirildi (Korporatizm, aynı zamanda tüketici olan üreticiler tarafından, bütün tüketiciler için düzenli üretim anlamındadır).

5 Mart seçimlerini Hitler, hile ve düzenbazlıkla OHAL kapsamında gayri meşru bir şekilde kazanmıştı. Daha önce demokratik şartlarda gerçekleşen 31 Temmuz 1932 tarihindeki seçimlerde de oyların ancak % 24,53’ünü alabilmişti. Geniş yetkilere sahip bir makam olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri her 7 yılda bir halk oylaması ile yapılıyordu. Son seçim olarak bilinen Mart ve Nisan aylarında yapılan iki aşamalı seçimlerde Hitler, Hindenburg’a karşı ancak oyların % 36’sını alarak kaybetmişti. Eğer OHAL ilan edilmeseydi, hiç şüphesiz Hitler 5 Mart 1933 seçimlerini de kazanamayacaktı. Yine 1932 seçimlerinin ardından Hitler, başbakan olarak atanmadı. Cumhurbaşkanı Hindenburg, Kurt von Schleicher’i hükümeti kurmakla görevlendirmişti. Ocak 1933’te Hitler başbakan olarak atanıncaya kadar geçen süre içinde akla hayale gelemeyecek bir sürü ayak oyunları yaşandı. Tehditler, adam kaçırmalar, burjuvazinin çantalar dolusu paralarla adam satın alması, Hitlerin mensubu olduğu Nazi partisinde başvurulan mafya şantajları, ayak oyunları, rüşvet ile insanı yıldıracak ve kendi deyimleriyle hizaya getirecek her türlü gayrimeşru yollara başvuruldu. Hitler hiçbir zaman sandıktan çıkmadı. Cumhurbaşkanı Hindenburg ve çalışma arkadaşları sonunda iktidarı kendi elleriyle ona teslim etti. Hitler, iktidar olduktan sonra yapılan 5 Mart seçimleri de OHAL koşullarında yapılmıştı. Her türlü entrikalar, oy hırsızlığı, onaysız zarf kullanımı, Berlin’de ve diğer büyük kentlerde çalınan seçim sandıkları ile oylarını artırdı. Bu seçim hiçbir zaman halk iradesine dayanmayan bir seçim olmuştu. Sayın Taner Akçam’ın dediği gibi Hitler’in iktidarda kalmasının nedeni sandık değil, aksine sandığı iptal etmiş olmasıdır. Sandık olsaydı, Hitler belki de hayatının sonuna kadar hiçbir seçimi kazanamayacak ve dünyanın başına bela ve katliamlar getiren bir musibet olmayacaktı..

Hiç şüphesiz ki Adolf Hitler, kendi diktasını sürdürmesi için ülke içinde bazı temizlik hareketine başvurması gerekiyordu. Bunun için güvendiği ve sadakatinden şüphe etmediği kişileri işbaşına getirdi. Bununla birlikte gerek polis teşkilatında ve gerekse orduda, yargıda ve diğer kurumlarda kurumsal yapının değiştirilmesine ve yönetim kadrolarının oluşmasında bir takım önlemlerin alınması gerekiyordu. Muhalefeti, Komünist, Yahudi ve diğer azınlıkları tamamıyla sindirmeliydi, terörize etmeliydi. Polis teşkilatı yeni baştan dizayn edildi. Polis örgütün içinde doğrudan kendisine bağlı gizli siyasi bir polis teşkilatını kurdurttu. Dünyaya ün salmış ve savaş sırasında da ele geçirdiği topraklarda bu teşkilat, Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi için vazgeçilmez olmuştu. Tüm dünya halklarının korkusu olan Gestapo işbaşındaydı. 

Hitler’in tetikçisi, provokatörü ve eli kanlı katili olduğu uluslararası finans kapitalizmi ile diğer emperyalist devletler, 38 milyon 880 bin 500 askerin, 6 milyon Yahudi’nin ve milyonlarca sivilin katilidir.

İspanya / Franco Dönemi

Franco 1939 yılından başlayarak 1945 yılına kadar ülkeyi katı faşist rejimi ile birlikte toplam 36 yıl yönetti.

1945 II. Paylaşım Savaşı’nda iki ana müttefiki olan Almanya ve İtalya’nın yenilmesinin ardında gerek savaş döneminde İspanya’nın savaşa katılmaması ve en azından tarafsız gibi davranma görüntüsünü yaratması ile tüm faşist rejimlerinin yıkılması ardında kendisine dokunulmadığı, OHAL kapsamında halkına karşı biraz daha müsamahakâr (hoşgörülü) davrandığı imajını vermesi, yasaklanan bazı kitle örgütleri ile siyasi partilerin sınırlandırılmış faaliyetler kapsamında çalışmalarına izin verdiği, işçilerin sınırlı greve gitmesine göz yumduğu ve böylece faşist ve tek adam yönetiminin uzun yıllar devam etmesini sağladığını görüyoruz. 

İç savaşın ardında kurulan Falanjizm esaslarına dayanan İspanyol rejimi, milliyetçiliğe, radikal Katolik inanca ve antikomünizm görüşlerine dayanmaktadır. II. Paylaşım Savaşı’nın ardında en iyi iki müttefikini kaybetmesi ile birlikte dinsel kurumları ön plana çıkararak falanj (yarı askeri siyasal örgütlenme) esaslarını etkin hale getirmiştir.

Franco, II. Paylaşım Savaşı’nın bitiminden sonra başlayan soğuk savaş döneminde faşizmi bir yerde simgesel olarak korumuş, uluslararası arenada yalnız kalmamak için çeşitli girişimlerde bulunmuştur. ABD’nin desteğiyle 1960’lı yıllarda teknokrat kadroları işbaşına getirmiştir. Anayasanın ortadan kaldırıldığı 1939 tarihinden başlayarak soğuk savaş dönemi boyunca ülke sadece Kanun Hükmünde Kararname (KHK)’lerle yönetildi. Buna göre yapılan rejim değişikliğini şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. Anayasasız bir yönetimde siyasi görevler atama yoluyla yapılıyordu. Faşist rejim genel oy hakkını gasp etti. Liberalizmi reddediyordu.
  2. Gruplar halinde caddelerde, sokaklarda yürümek için yerel yönetimlerden izin alınması zorunlu kılınmıştı. Bu da bize İspanya’da hala toplanma ve örgütlenme yasağının yürürlükte olduğunu gösteriyordu.
  3. Farklı siyasi partilerin kurulması yasaklanmıştı. Çünkü farklı siyasi partiler toplumun bölünmesini simgeliyordu. Bu nedenle iktidardaki parti dışında başka partilerin kurulmasına izin verilmedi.
  4. Genel oy kullanma ve milletvekili seçimi yasaktı. Tüm atamalar Franco tarafından yapılıyordu. 1942 yılına gelinceye kadar meclis lağvedilmişti. İktidar, tek elde toplanmıştı.
  5. Silahlı kuvvetler, polisin tüm yetkilerini elinde toplamıştı. Toplumsal düzeni, silahlı kuvvetler sağlıyordu.
  6. 1939 yılından başlayarak 1966 yılına kadar basın, sansüre tabiydi. Gazeteler, radyolar, televizyonlar ve diğer iletişim araçlarında sadece diktatörlüğü öven haber ve yorumlara izin verebiliyordu. Basın ve yayın üzerinde mutlak kontrol sağlanmıştı. 
  7. Kitap ve dergiler basıldıktan sonra sansüre tabi tutuluyordu. Diktatorya ile ilgili bir eleştiri bulunduğu takdirde tüm basım ve yayınlar durduruluyor, mevcutlar da piyasadan toplatılıyordu. 
  8. Taban örgütlenmesinde işveren ile işçiler aynı seviyede yer alıyordu. Sınıf farklılığı reddedildiği için de işçilerin grev yapması yasaklanmıştı. Tüm ideolojiler ve farklılıklar, diktatörlüğe hizmet etmek zorundaydı.

1939’da İspanya iç savaşının ardında ülkede ekonomik anlamda bir anarşi düzeni yaşanıyordu. Savaşla birlikte nüfusun büyük bölümü üretim yeteneğini yitirmişti. Diktatörlüğe ve yasaklamalara rağmen bir kaos ortamı yaşanıyordu. Franco, hiçbir kurumu yerli yerine oturtmadan, ekonomik anlamda gerekli tedbirleri almadan II. Paylaşım Savaşı çıktı. Bu savaş, mevcut kötü durumu daha da kötüleştirmişti. İspanya, her ne kadar tarafsızlığını ilan etmiş olsa da dolaylı olarak savaşa katılmak zorundaydı. İç savaş süresince kendisini yalnız bırakmayan Hitler ve Mussolini’ye yardım etmek zorundaydı. Özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmak üzere binlerce İspanyol gönüllüyü Mavi Tümen adı altında doğu cephesine 50.000’e yakın asker ve subay gönderdi. Almanya, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Macaristan ve Romanya’nın yer aldığı mihver devletlerden yana tutumu, savaşın bitimiyle uluslararası alanda yalnızlaşmasına ve tecrit edilmesine yol açtı. Çünkü soğuk savaş döneminde ABD’nin her ülkeye sağladığı ekonomik yardım adı altındaki Marshall planı kapsamında İspanya ve Portekiz yararlandırılmadı. 

Direnişçi grupların 1936 tarihinde başlattıkları vur-kaç taktikli gerilla savaşı, savaşın bitiminden sonra da devam etti. Bu dönemde ekonomi, tamamıyla otokrasinin tekelindeydi. Temel ürünlerinin fiyatını devlet belirliyordu. İspanya bu dönemde kendi yağında kavrulmaya başlamıştı. Yaşanan kıtlık ortamı ve devlet müdahalesi ister istemez karaborsayı hortlatmıştı. Genel yolsuzluk ve yozlaşmanın yanında, devletin ithalat iznini Franco’ya yakın kişilere verilmesi de yasadışı yöntemleri beraberinde getirmişti. 

Ekonomide mevcut otokrasi fazla ömürlü olamadı. Yaşanan kaos ortamı nedeniyle fiyatlar, bazı alanlarda serbest bırakıldı. Ticaretin ve malların serbest dolaşımı kısmi olarak yaşanan kaos ortamını gevşetti. 1952 yılında gıda kalemlerinde uygulanan karne uygulamasına son verildi. II. Paylaşım savaşı sonrasında müttefik olmakla birlikte ABD ile SSCB arasında soğuk savaş dönemi başladı. 

Kapitalist ülkelerin korkulu rüyası komünizmin kendileri için bir tehdit olarak görülmesi üzerine ABD’nin İspanya’ya bakışı da değişti. ABD tarafından İspanya’ya askeri üs kuruldu, ekonomik yardımlar yapıldı, parlamenter rejim Franco tarafından reddedildiği için ekonomi devletin tekelinden alınıp, teknokratlara devredildi. Bu da uluslararası kapitalist devletlerin kamuoyunu rahatlatmak amacıyla yapılmıştı. Bir Katolik örgütlenmesi olan Opus Dei örgütü, Franco’yu destekliyor ve ona bağlıydı. Bu örgütün üyeleri, Franco ile birlikte çalışıyordu. Bunların tamamı teknokrattı. ABD’nin isteği doğrultusunda bu teknokratlar, teknokrat hükümetine dâhil edildiler. Çünkü IMF devredeydi.

1973’lü yıllarda dünyada “petrol krizi” yaşanmaya başladı. Bu krizden İspanya da nasibini aldı. İspanya ekonomisini çok daha fazla etkiledi. Ülkede büyümeyi durduracak önemli bir krizdi. Bu dönemde yasak olmasına rağmen ilk kez büyük çapta işçi eylemleri ve grevler başladı. Franco’nun torunu Juan Carlos’un naibi Amiral Luis Carrero Blanco, ETA örgütü tarafından düzenlenen bombalı saldırıda öldürüldü. Yönetim yavaş yavaş çözülmeye başladı. Halkın artık baskıcı rejimi kabul etmemesi, Avrupa’da görülen kısmi bile olsa burjuva demokrasisi örnekleri ile batı Avrupa’da çalışan İspanyol işçilerinin yönetime karşı tavır alması, İspanya’da yeni bir dönemin geleceğini çağrıştırıyordu. 

Batı Sahra’daki Polisario Cephesi, bağımsızlık savaşını vermeye başladı. 1974 Temmuz’unda Franco, hastalandı ve yaşam destek ünitesine bağlandı. 20 Kasım 1975 günü 82 yaşındayken öldü. Yerine Juan Carlos, İspanya karalı olarak geçti. Carlos’un ilk işi otokrasiyi tamamen ortadan kaldırmak ve kapitalist ülkelerde görülen burjuva demokrasisine geçmek olmuştur. 

Franco; iktidarının ilk 6 yılında 150 bin ve iç savaşta da 600 bin insanın katiliydi.

Portekiz

Avrupa’da emperyalizmin zayıf halkalarına baktığımızda bunların başında Almanya ve İtalya geliyordu. Ardından İspanya ve Portekiz geç kapitalistleşen ülkelerdi. Hızla gelişen tekellere ve emperyalist güdülere karşı feodal sınıflar temizlenememişti. Bunların arasında elbette Rusya da vardı. Ancak 1917 Ekim’inde İşçi sınıfı devrim yaptı. İtalya ve Almanya’da faşizm iktidara geldi. Hatta Bulgaristan ve Macaristan’ın da faşist yönetimin gücünü toparladığı ve iktidara geldiğini, sosyalizme doğru kaymakta olan Fransa’nın Naziler tarafından işgal edildiğini [24] biliyoruz. İspanya ve Portekiz’in üzerindeki aşırı baskı ve stres de faşist yönetimleri iktidara taşıdı.

Avrupa’daki belli başlı faşist yönetimlerinin ardından diğer ülkelere de yayılan faşizan akımların üzerinde durmayacağız. Ancak tarihte en fazla sözü edilen dört ülkenin sonuncusu olan Portekiz’de yaşam alanı bulan faşist akımın sebep-sonuç ilişkisi üzerinde kısaca durmaya çalışacağız. Latin Amerika’nın belli başlı ülkelerinde görülen faşist hareketler ile Uzakdoğu ve Ortadoğu’daki tavandan inen faşist cuntalar ile Türkiye’deki faşist yönetimler ile ilgili özet bilgileri ileride ele almaya çalışacağız. 

Portekiz’e gelince, dünyada sömürgesi bulunan üçüncü büyük ülkeydi. Aynı zamanda tarihin küresel imparatorluğudur. Sömürgeciliği, 1415’ten 1999 tarihine kadar devam etmiştir. Diğer bir deyişle 600 yıla yakın bir süreyi kapsamaktadır. Bu zenginliğin kaynağı 1415 yılında Kuzey Afrika’daki zengin ticaret merkezi olan “Ceuta’’yı ele geçirmesiyle başlamıştır. Bunu Atlas Okyanus’undaki keşifler izlemiştir. Afrika kıtasını dolaşarak Hindistan’a kadar ulaşmıştır. 1755 tarihindeki başkent Lizbon’da yaşanan büyük deprem, bu imparatorluğu olumsuz etkilemiş, politik ve ekonomik çöküşünü hazırlamıştır. 19. yüzyılda en büyük sömürgesi Brezilya bağımsızlığını kazanınca, geriye Afrika’daki önemsiz sayılabilecek ülkeler kalmıştır. Gerek iç çekişmeler ve gerekse dış baskılar sonucu zayıflamış olan sosyal ve ekonomik yapı ve yavaş yavaş sömürgelerinin kaybına yol açmıştır. Buna rağmen Brezilya, Angola ve Mozambik’te kültürel mirasını bırakmıştır. Bugün bile o izler hala sürüyor. 1999 yılında son sömürgesi olan Makao da Çin Halk Cumhuriyeti’ne katılınca imparatorluk dönemi de sona ermiştir. 

Bu ekonomik ve sosyal çöküş sonrasında Salazar, 1926’da yapılan askeri darbenin hemen ardından José Mendes Cabecadas hükümetinin Maliye Bakanı oldu. Cabecadas, koyu bir Katolik olmasına rağmen, monarşinin süresini doldurduğuna inanıyordu. Gerçek bir burjuva demokratıydı; demokrasinin işçi sınıfına hem havuç hem sopa vermek ve devrimcileri işkence tezgâhlarından geçirmek olduğunu biliyordu! Gerçek bir sömürgeciydi; Portekiz’i sömürgeleriyle tek ve bölünmez bir ülke olarak görüyordu [25].

1920’lerin başında ülke, ekonomik yönden büyük bir çıkmazın içine girmişti. Cumhurbaşkanı buna çare olarak küçüklükten beri parayı çok seven ve ailesi tarafından kiliseye gönderilen, ancak kilisenin kabul etmediği, uygun üniversiteye gitsin dediği ve ileriki dönemde ekonomi profesörü olan Antonio de Oliveira Salazar’ı Maliye’nin başına getirmek istedi. Ancak tüm yetkileri kendinde toplanmasını isteyen Salazar’ın bu isteği kabul edilmedi. Aradan geçen süre içinde ekonomik iflas, kapıya dayandı. Ekmek karneye bağlandı. Enflasyon neredeyse 3’lü hanelere çıkacaktı. Temel gıda maddelerinin fiyatları alabildiğine yükselmişti. Karaborsacılık başını alıp gidiyordu. Sonunda 1928 tarihinde tekrar Salazar çağrılarak Maliye Bakanlığına atandı ve olağanüstü yetkilerle donatıldı. Dokunulmazlık verildi. Bizdeki bir zamanlar Kemal Derviş gibi ekonomiden tek başına söz sahibi oldu. 

Salazar’ın ilk icraatı işçi hakları, demokratik talepleri, çalışma koşulları, grev ve toplu sözleşmeleri askıya almak oldu. İşçi ve diğer çalışanların ücretleri yarıya indirildi. Ona güvenen yerli ve uluslararası burjuvaziyi yüzüstü bırakmadı. Kısa sürede borçlar ödendi ve bütçe hedeflerine ulaştı. 

Cumhurbaşkanı ile ulusal ve uluslararası burjuvazinin takdirini kazanan Salazar, 1932 yılında başbakanlığa atandı. Portekiz’de sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi yaşamı zorbalıkla da olsa kontrol altında tutmayı başardı. Salazar, milliyetçi, aşırı tutucu, gelenekçi, radikal muhafazakâr faşist bir kişiydi. Dünyada en çok okuyan kültürlü bir faşist. Akademisyen faşist bir liderdi. Ancak Franco ile birlikte Mussolini’ye hayrandı. Hitler ve diğer faşist liderlerle kıyaslandığında “light faşist” kalırdı. Nazi hayranı olduğu halde Franco’nun yaptığı gibi ülkesini II. Paylaşım Savaşı’na sokmadı. Ama el altında müttefikleri destekledi. Aksi halde Nazileri destekleseydi, sahip olduğu sömürgeleri kaybedeceğini biliyordu. Portekizlilere göre Cumhuriyet’in de facto diktatörüydü. 

Diğer diktatörlerin aksine Salazar 40 yılı aşkın bir sürede başbakanlık yapmıştır. Hitler, Mussolini, Franco gibi cumhurbaşkanlarını devirip, yerlerine geçmemiştir. Uluslararası finans kapitalizminin isteklerini diğer liderler gibi kanlı bir şekilde yerine getirmedi. Gerçi Portekiz’de de kan dökülmüştür. Ancak en çok sömürgelerdeki isyanlarda ve bağımsızlık savaşlarında kan dökmüştür. Örneğin Angola’da 80.000; Mozambik’te 65.000; diğer sömürgelerde 15.000 insan, Salazar’ın, light faşistin değişim rüzgârına direnerek ölmüştür. 

1933 tarihinde “Yeni Devlet”i ilan etti;  Mussolini’nin ardından, Franco’nun da uyguladığı korpotarizmi (kapitalist sistem içinde olup, sosyalizm ve sendikalizm karşıtı olan ekonomik model), sömürgeci, antikomünizm ve sömürgeciliği kurumsallaştırdı. Korpotarizm, devlet tarafından yürütülecek kalkınma modeline olan düşkünlüğünden ileri geliyordu. Toplumsal sınıfların radikalleşmesini engellemeye çalışıyordu. Portekiz’in bir Katolik krallığı olduğunu düşünüyordu. Radikal bir Katolik’ti. Sömürgeci zihniyeti de Portekiz’i birçok kıtalı ülke olarak düşünmesinden ileri geliyordu. Her faşist gibi kendisi de antikomünistti. Amacı komünistleri, anarşistleri ve her türlü muhalifleri öldürmekti. Salazar, göreve başlar başlamaz ilk işi 1926 tarihinde yapılan askeri darbe ve sonrasında oluşan askeri vesayeti kaldırmak oldu. Askerin esas görevi sömürgeleri korumak ve egemenliği altında tutmaktı. Kısacası uluslararası sermayenin kuklası olma görevini ve kendisine biçilen rolü iyi oynuyordu. 

1950’li yıllarda Portekiz, sömürgelerdeki isyanlarla karşılaştı. 1953 yılında Hindistan kıyılarındaki sömürgeleri olan Gao, Daman ve Diu’nun statülerinin belirlenmesi amacıyla Hindistan’ın yaptığı görüşme teklifi Portekiz tarafından reddedildi. 17 Aralık 1961 tarihinde Hint birlikleri bu üç toprağı da kendi egemenliği altına aldı. Aynı yıllarda Afrika’daki Angola, Gine Bissau, Doğu Timur, Sao Tome ve Mozambik’te özgürlük dalgası yayılmaya başladı. Şubat 1965 tarihinde muhalefet lideri Humberto Delgado öldürüldü. 

Uluslararası burjuvazi, Portekiz’i bir kanser hastası ve Salazar’ı kemoterapi olarak görüyor ve hastanın bu tedaviye cevap verdiğini düşünüyordu. Salazar, Avrupa’daki diğer faşistlerle iyi geçiniyordu. Gerek Hitler, gerek Mussolini ve gerekse Franco ile. Muhalifleri ve komünistleri düzenli bir şekilde katlettiği ve Afrika sömürgelerindeki toplama ve imha kamplarına gönderdiği faşist bir cennet (!) yaratmıştı. Hitler Nazizmi’ni, komünizmi ve monarşiyi “aşırı” buluyordu. “3 F” dediğimiz unsurlar, tüm faşist liderlerin başvurduğu bir yöntemdi. Salazar da bu yönteme başvurmuştu. Futbol, Fatima ve Fado…   Futbol, bilindiği gibi kitleleri siyaset dışına iten bir unsurdur. Fatima ise göklerden gelen emirleri içerir. Fado da tevekkül etmek, kaderine razı olmaktır. [26] 

Sömürgeler bu dönemde silahlanmış, kurtuluş mücadelesi dalga dalga yükseliyordu. Sosyalizm, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, Uzak Asya’daki ve Latin Amerika’daki tüm sistemleri zorluyor, rejimleri sallıyordu. Faşizm Avrupa’da tüm kurumlarıyla yıkılmıştı. Nazi Almanya’sı, Franco’nun İtalya’sı ve İspanya’nın Franco’sunu esen bu kasırgadan nasibini almıştı. Franco’nun, Müttefiklere verdiği ödünlerle biraz daha ayakta kalabildi. Ancak o da fazla sürmedi. Tüm bu gelişmeler Salazar üzerinde büyük bir baskı ve stres yaratıyordu. Bu stres, korku ve panik, beyin kanamasına yol açtı. 1968 yılında geçirdiği beyin kanamasıyla felç oldu. Buna rağmen kendisini hala başbakan sanıyordu. Kendisine başbakanlık sarayında bir oda tahsis ettiler. 1974 tarihinde öldüğünde bile kendisini hala başbakan diye biliyordu. O tarihte “karanfil devrim” diye adlandırılan bir ayaklanma ve askeri darbe sonunda Salazar diktatörlüğü tarihe karıştı.  

Sömürge tipi faşizmle ilgili bilgileri önceki yazılarımızda ele almıştık.

Sonuç

Faşizm, burjuva devrimini tamamlamış ülkelerde iktidara gelmeden önce tarihi, siyasi, ekonomik ve kültürel ya da uluslararası bağlamda hedefe ulaşmak için büyük kitlelerin desteğine ihtiyaç duymuştur. Bu destek alt ve orta sınıf üzerinde yoğunlaşmıştır. Ancak amacına ulaştıktan sonra orta ve alt sınıflar üzerindeki ezici baskısını hissettirmiştir. 

Faşizmin tahlilinde Komitern’in de aradığı sorulara yanıt olarak İtalya ve Almanya’da sonuçlanan rejimin tespitinde bazı sonuçlara varılmıştır. [27] Bunların belli başlılarını şu şekilde açıklayabiliriz.

  • Faşizm, sosyal demokrat partilerin kendisini reformist çizgiden ayıramaması, gerçek bir devrimci parti hüviyetine girmemesi ve Paylaşım Savaşı sonrasında işçi sınıfını örgütlememesi,
  • İşçi sınıfının yükselen devrimci taleplerine karşı burjuvazinin başvurduğu terör faaliyetleri ve sindirme politikası, 
  • Sosyal demokrasinin bu tehlikeyle mücadelede yetersiz kalışı ve proletarya diktatörlüğü ilkesini göz ardı etmesi, 
  • Tekelci sermayenin tutucu kesimlerinin ekonomik çıkarlarını gerçekleştirme temelinde burjuva alt ve orta katmanlarının harekete geçirilmesi ve örgütlenmesi,
  • Finans kapitalizminin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü olması sonucu hareket alanını bulmuştur.

Faşizm, İtalya, İspanya ve Portekiz’de kapitalizmin henüz ileri aşamasına ve gelişmişlik düzeyine ulaşmadığı, yarı feodal üretim ilişkilerine dayalı olduğu halde başarılı olmuştur. Kapitalist gelişme süreci içinde sanayisi daha ileri gelişme düzeyine ulaşan Almanya’da ise faşizmin iktidara gelmesi pek düşünülemezdi. İtalya’dan sonra Almanya’da da Faşizmin iktidar olması, savaş sonrasında sömürgelerini kaybetmesi ve burjuvazinin olup bitenleri kabullenmemesi sonucuyla açıklanabilir. 

Nedeni ne olursa olsun, faşizm, emperyalist çağının bir gerçeğidir. Emperyalizm olgusu toplumsal formasyonu oluşturan siyasi, ekonomik ve ideolojik düzeyleri (özellikle ekonomik düzey) tarafından belirlenmiştir.


[15] Serdal Bahçe, Faşist Cordon Sanitaire ve Avrupa Karanlığı (AÜ-SBF Geta Tartışma Metinleri, No 109, Şubat, 2010 s.2)

[16] Serdal Bahçe, a.g.e

 [17] Widney, Joseph P. Race Life of the Aryan Peoples New York: Funk & Wagnalls. 1907  (https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Cst%C3%BCn_%C4%B1rk)

 [18] Nazi Irkçılığı, Holokost (https://www.ushmm.org/outreach/tr/article.php?ModuleId=10007679)

 [19] Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, 1933 Alman Faşizmi (Türksolu dergisi, sayı 267 http://www.turksolu.com.tr/267/ataov267.htm)

[20] https://www.ushmm.org/outreach/tr/article.php?ModuleId=10007673

[21] Michael Kotulla: Deutsche Verfassungsgeschichte: Vom Alten Reich bis Weimar (1495-1934), Springer, Berlin 2008 (wikipedia).

[22] T24 Gazetesi, 23 Temmuz 2013, Hitler seçimle işbaşına gelmedi (Prof. Dr. Taner Akçam) 

[23] Selami İnce, BirGün Gazetesi  (28.02.2016; erişim tarihi 17.0B.2018).

[24] https://tr.wikipedia.org/wiki/Uzun_B%C4%B1%C3%A7aklar_Gecesi.

[25] Erhan Nalçacı, AKP Ülkeyi Faşizme mi Taşıyor (Ocak 2010; www.gelenek.org

[26] Soner Torlak, Salazar: Bir Tosun Paşa hikâyesi (Everensel,25.12.2016)

[27] Berker Bank, (Klasik) Faşizm Üzerine Marksist Tartışmalar (Sosyal Bilimler Dergisi Cilt IX, Sayı 2, Ekim 2016)

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)