Doğanın Gizli Dili: Gerçekler

Doğanın bir düzeni vardır. İnsan soyu ve diğer canlılar bu düzenin bir ürünü olarak yaşama nöbetindeyiz… Ne var ki insan tüm gücüyle söz konusu ettiğim bu doğal düzeni bozma çabasındadır. Oluşturduğu kültürüyle, ahlâkıyla, siyasetiyle bu düzeni bozma uğraşını anlamlı kılmaya çalışıyor bir taraftan da… Doğal düzeni bozduğu oranda kendisini başarılı zannediyor. Dahası bunun ahlâki bir şey olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyor.

Öyle ya da böyle her birimiz bir insan toplumu içinde yaşıyoruz. Farkında olsak da olmasak da pek çok şeye çare ararken çaresizliğe sığınıyoruz bazen. İşin daha da trajik olanı, çaresizliği çare belliyoruz giderek. Bugün bizi çevreleyen devlet, sınırlayan milliyetimiz, anlam ihtiyacımızı karşılayan ideolojilerimiz; hayatı oluşturmakta kullandığımız para çaresizliğimizin ürünü maalesef.

O kibirli insan, aslında ne kadar da çaresiz, kendini sınırlayan şeyler olmadan yaşayamıyor; çok yazık. O yüzden dilim kederli… Çok şey anlatmak istiyorum ama bunu tam olarak başaramıyorum. Dilimin kederi bundan, kederim çaresizliğimden…

İnsanın çaresizliği, yalanı üretmiş sanırım. Aslında insan, aklını keşfettiğinde yalanı da keşfetmiş olmalı. Ama önce gerçek nedir ona bir bakmalı. Gerçek: Daima geliştirilecek, yeni bilgilerle güçlendirilecek, ama hep doğru kalacak bilgi demektir. Heidegger, gerçeğin özgürlük olduğunu söyler. Yalanın temel misyonu gerçekleri öldürmektir. Onun gücü yetmez gerçekleri öldürmeye; en fazla yaralar. Gerçekler eninde sonunda yarasını sarar, devam eder yoluna. Gerçek ölümsüzdür; yalan ölümlü… Adaletin, gerçeğin, yerini bulması sadece zaman meselesidir.

Aslında yalanın hikâyesini bilmeden gerçeğin hikâyesini tam olarak kavrayamayız. O nedenle şu yalanın hikâyesine biraz daha yakından bakmalı… Yalanın tarihini kim niçin yazar ona bakalım. Her birimiz irili ufaklı yalanlar söylemişizdir hayatta. Hiç yalan söylemedim demeye gücümüz yetmez sanırım. En azından ben böyle bir iddiada bulunamam. Ama küçük yalanları saymazsak büyük yalanların mucidi siyasetçilerdir; bundan hiç kuşkum yok. Bugünün Türkiye’sine baksanız bunu rahatça görebilirsiniz. Bu böyle olsa da yalanın ipliğini pazara çıkaracak daha çok malzeme var elimizde.

İsterseniz “küçük” yalanlardan başlayalım; zira “büyük” yalanları anlatmaya kitaplar yetmez. İnsan soyu olarak kendimizi yalan ile avutmaya ne kadar da teşneyiz; başkalarının aynasından kendimize bakmaya ne kadar da meraklıyız. Kendimize başkalarının gözünden bakmak çok müthiş bir şey olmalı! Başkalarının gözlerinin bizi nasıl gördüğü, mutluluğumuzun ya da mutsuzluğumuzun temel sebebi! Böyle olunca, isteyerek ya da istemeyerek yalana sığınıyor insan. Uzak gelecekte oluşacak (oluşacak mı) o mükemmel insanın taslağı olarak dolaşıyor yeryüzünde.

Yalanla önce kendisini, sonra karşısındakini, daha sonra da yaşamı küçük düşürür insan, farkında olmayarak. Kendini bu kadar alçaltan insan “yüce” bir yaşamı nasıl göklere çıkarabilir ki. Zira, yalan söylemek, insanın isminin altını değil, üstünü çizmektir. İnsanın isminin üstünü sıklıkla çizmesi ona nasıl bir motivasyon veriyor acaba? Özellikle günümüz Türkiye’sinde, dinle mayalanmış bir siyasi kültürün hegemonyasında yalanın “ustaca” söylenmesi bir erdem olarak görülüyor. Böylesi yalanlarla beslenmeye alışmış toplumlarda gerçeklere alerji yüksektir.

Gerçekler bizim hep haklı çıkmamız için bir imkândır; haklılığın garantisidir. Gerçekler bize yalanın yıkımına karşı direnme duygusu verendir. Gerçekler yalanın o karanlık ordusuna karşı bize kalkandır. Gerçek bizi “var” kılandır. Hangisi daha değerli?, Yaşama yalanla mı, gerçekle mi tutunmak?

Yalanı dilinden ve aklından çıkarmayan her kimse, yaşam için bir yük; diğerleri için bir fazlalık olmaktan kurtulamaz. Yalanla kısmî başarılar kazanılabilir tabii. Yalan hak edilmemiş başarı için söylenmez mi zaten? Ama yalan her halükârda hak edilen başarıya giden yola düğümler atar. Yalan, insanın ayağını ateş üstünde bırakıp kaçar; onun kişiye sahip çıkacak bir gücü yoktur. Yalan sözle yetinilmediğinde, kültürel, giderek de fiziki soykırıma neden olur; en tehlikeli olanı da budur. Bu nedenle, bize gerçekler adına anlatılan şeyler hep eksiktir; yalandır; zira, tarih yazıcıları galiplerdir. E. Galeano şöyle demektedir: “Bize aslında, bize anlatılanlardan çok daha fazlayız. Çok daha güzeliz.”

Ezcümle, işaret parmağı gibi olmalıyız; sadece gerçeği/olanı gösteren. Nasıl bir ağacın yaprağı, bütün bir ağacın sessiz bilgisi olmadan sararamazsa, biz de bizim bilgimiz olmadan yalanın tarihinin “gerçek” diye yazılmasına müsaade etmemeliyiz. Hikâyemiz gerçeğin bilgisiyle yazılmalı.
Yukarıda sıraladığım, bizi çevreleyen devlet, sınırlayan milliyetimiz, anlam ihtiyacımızı karşılayan ideolojilerimiz, hayatı oluşturmakta kullandığımız para
çaresizliğimizin ve yalanın temel sebebidir.
Bunu bilmeliyiz.
Sorumluyuz.
Gerçeğin dili, doğanın gizli dilidir aynı zamanda.

Ali Rıza GELİRLİ
Latest posts by Ali Rıza GELİRLİ (see all)