Devlet terörü ve adli cinayet

20. yüzyılda örneklerini gördüğümüz totaliter rejimler, iktidarın ideolojik nedenlerle aykırı bulduğu kişi ve çevrelerin, siyasal muhaliflerin bütünüyle keyfi gerekçelerle tutuklandığı rejimlerdi. Hitler’in iktidara gelmesini izleyen aylarda, ceza yargı usulüne getirilen yeni bir yorumla, “tedbir amaçlı tutuklama” doğrudan cezalandırmaya dönüştü. Nazi terminolojisine göre “tutuklama”, rejime muhalif olanların veya muhalif olma potansiyeli taşıdığından şüphelenilenlerin polis ve yargı işbirliği içinde hapsedilmeleri demekti. 

İşbirliğinin altını çizmek gerekiyor. Nazi hükümetinin attığı ilk adımlardan biri, “koordinasyon politikası” olarak tanımladıkları, yargının Nazi hedeflerine uyumunun sağlanmasıydı. Alman Hukuk Akademisi yargıçları bundan böyle karar alırken “halkın sağlıklı duygularıyla” hareket etmeye çağırdı. Bu “sağlıklı duygular”, Nazi ideologlarının ve onların medya, okul, üniversite gibi alanlardaki yandaşlarının beslediği, kışkırttığı hınç ve nefret duygularıydı. 1934’te kurulan Halk Mahkemeleri, bu duyguların ışığında, hiçbir somut delil olmadan, ihanet, casusluk, komplo, iktidarı devirmeye teşebbüs ve benzeri suçlamalarla katıksız siyasal yargılamalar yaptı. Sanıkların “haşarat” olarak tanımlandığı bu mahkemeler, Nazi terör sisteminin önemli bir parçasıydı. On binlerce kişi komplo, bu tür suçlamalarla bu mahkemelerde mahkûm oldu. Bir kısmına verilen ölüm cezaları hemen infaz edildi. 

Tutuklama”, genellikle, halkın sesi olduğu iddia edilen çevrelerin başlattığı kin ve nefret kampanyalarının arkasından geliyordu. Bu kampanyaları ise Nazi yönetiminin propaganda sorumluları yönetiyor ve ideolojik veya fırsatçı nedenlerle yeni rejime biat eden gazeteciler, hukukçular, aydınlar, öğretmenler, akademisyenler tarafından yaygınlaştırılıyordu. 

Stalin mahkemeleri olarak tarihe geçen yargı düzeni de bundan pek farklı değildi. “Yüksek ihanet” suçlamasının hemen telaffuz edildiği, ajanlık, komploculuk, sabotajcılık, casusluk gibi suçlamaların ya bütünüyle NKVD’nin (dönemin Sovyet gizli servisi) ürettiği delillere ya da ağır işkence altında alınmış itiraflara dayandırıldığı davalardı bunlar. Stalin, 1934-1938 arasındaki Moskova davaları aracılığıyla, Bolşevik Devrimi’nin ilk kuşak yönetici ve militanlarının çoğunu tasfiye etti. Diğer taraftan, üç davadan oluşan Moskova davaları, perdenin arka tarafında yürütülen çok daha kitlesel bir siyasal temizliğin örtüsü olarak kullanıldı. Stalin davaları olarak tarihe geçen bu davalar, devlet terörünün önemli önemsiz herkesi hedef aldığını, hiç kimsenin, iktidardakilerin en yakınlarının bile bu terörden muaf olamayacağını ilan ediyordu. 

Stalinizm ve Nazizm birer terör rejimiydi. Bu terör rejimlerinin bir ayağında polis ve yargı tarafından yürütülen operasyonlar, diğer ayağında halkın kin ve nefret duygularını bir beka endişesine yöneltip, bunları besleyen, çoğaltan propaganda aygıtı vardı. Devletin zirvesinden yöneltilen bu aşırı şiddetin hedefi, düşmandı. Düşman görünüşte dış düşmandı ama devlet şiddetinin yöneldiği hedef, bu dış düşmanı içeride temsil edenler, iç düşmanlardı. İç düşmanlar toplumun çeşitli katmanlarında yer alabilirlerdi. Nazilerin Yahudilerle ilgili “radikal yabancı” kategorisinden farklı olarak, diğer “iç düşmanlar” dönem dönem değişen toplumsal kategorilerdi. Genel olarak, rejimin bastırılmış korkularının, biriktirdiği hıncın, kaybetme endişesinin beslediği öfkenin yüzeye çıkmasına tekabül ediyordu. Buna toplumun bir kesiminin değer dünyasının altüst olmuş olması eşlik ediyordu. Korku, hınç, nefret ve belki en önemlisi haset, bu devlet terörünün toplumda karşılığını bulmasına yol açan etmenlerdi. 

Stalin terörü, yargılanmadan, Stalinizmden arındırma kampanyası içinde geçiştirildi. Buna karşılık Nürnberg mahkemelerinde Nazi liderlerinin yanında Nazi hukukçuları da yargılandılar. Onlara yöneltilen suç “adli cinayet”ti. Devlet terörüne her yerde ve her zaman adli cinayet eşlik eder.