Umutlar kesildi. Artık enkazın altından yeni bir “müjde” verme umudu da kalmadı. Devlet bütün “ihtişamı”yla deprem bölgesinde “güvenliği” sağladı. Ölen öldü, kalan sağlarla yoluna devam etmenin planlarını yaptı, yapıyor. Ama mutlaka bu enkazın hesabını soracaktır; zaten sorumlu gördüğü bazı müteahhitleri, “kolon kesenleri”, hatta denetleme yapmayan sorumluları tutukladı, bunların yurt dışına kaçmalarını engelleyici tedbirler aldı. Şimdi sıra yaraları sarmaya geldi. Yara sarması gereken de devlettir. Devlet her şeye muktedirdir. Öyle ki, “başını koyduğun o omuz da devlettir”. Bir “taktir-i ilahi”dir, bir “kader”dir başımıza gelen, olan oldu, şimdi ayağa kalkmanın sırasıdır anlayışı içinde 11 ilin Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğması için planlar hazırlandı bile
Her şeyi planlayan ve icra edecek olan devlettir. İnşa edildiğinden bugüne kadar ışıkları hiç sönmeyen Saray’da devlet oturmaktadır. O devlet diktatördür. O diktatör, o kadar anlayışlı ki, neredeyse her depremzede ile doğrudan ilgilenmiş, hatta Adıyaman’da enkaz altında kalan, kurtarıldıktan sonra da yaşama veda eden Bircan inek için sahibesi Birgül Tuncay’a bir taziye mesajı gönderirse veya bizzat konuşup bir-iki inek sözü verirse hiç şaşmamak gerekir. Ne de olsa Saray bir devlet pr (halkla ilişkiler) merkezidir. O merkezin başında da diktatör durmaktadır.
Artık ileriye bakmak gerekir. Yer bilimcilerin, uzmanların (“yerli” ve “milli” uluslararası üne sahip çok sayıda değerli yer bilimci vardır bu ülkede) uyarılarına kulakların tıkanmış olması, hazırlanmış raporların bir kenara artılmış olması artık geride kaldı. Bu saatten sonra bunun hesabını da sormanın bir anlamı yok.
Deprem vergisi adı altında toplanan paraların, başka alanlarda kullanılmış olmasının hesabını kimden soracaksın? 2000-2022 arasında toplanan yaklaşık 88 milyar TL tutarındaki deprem vergisinin nereye harcandığının hesabını kimden soracaksın?
Kontrolsüz konutlaşmanın, daha doğrusu ranta, çıkara dayalı kontrolsüz şehirleşmenin hesabını kimden soracaksın?
Uzatmayalım, “imar barışları”nın, yapı denetimsizliğinin, aile kurumu haline dönüşmüş Kızılay’ın, AFAD’ın hesabını kimden soracaksın?
7/24 halkı için çalışan devletin başı diktatörden mi soracaksın?
Olmaz, zaten hesap sorulmakta. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un açıklamasına göre 11 ilde toplam 85 bine yakın bina yıkılmış, ağır hasar görmüş. 309 kişi yıkımın sorumlusu olarak görülmüş. Bunlardan sadece 83’ü tutuklanmış, 62’si adli kontrolle serbest bırakılmış. 8 kişi hakkında yakalama kararı çıkartılırken 69 kişinin de gözaltına alınması için talimat verilmiş. Şüphesiz bu rakamlar mutlak değildir, değişecektir. Ancak, meselenin özünde değişen bir şey olmayacaktır. 1999 depreminde olduğu gibi, bu depremde de sorumluluk, sorumlu olmayanların sırtına yıkılacaktır. Nasıl ki, 1999 depreminde binaları yıkılan müteahhitler faaliyetlerine devam etmişlerse, bu depremde de binaları yıkılan müteahhitler faaliyetlerine devam edeceklerdir.
Bakan Kurum’un açıklamasına göre deprem bölgesinde yeni konutların inşasına Mart ayında başlanacak. Yeniden inşayı gerçekleştirecek kurum, ‘depremde duvarı bile çatlamayan’ konutlar inşa eden TOKİ’dir.
İster istemez burada bir soru gündeme geliyor. Aslında bu soru her zaman gündemdeydi. O da şu: Kapitalizmde konut sorunu çözülebilir mi? Kapitalizmde, çalışma hakkı, sağlık hakkı gibi konut/barınma hakkından da bahsedilebilinir mi?
Deprem vesilesiyle güncelliği yeniden fark edilen bu sorunu yukarıdaki sorular çerçevesinde veya genel olarak konut sorunu bağlamında ele almakta yarar var.
Konut sorunu aslından Homo Sapiens’den bu yana varolan bir sorundur. Yani ilk insanlar mağralara sığınmaya başladığından bu yana var olan bir sorun. İnsanlık 10 binlerce yıl sonra da aynı sorunla karşı karşıya. Barınma, şimdiye kadar yaşanmış olan toplum formasyonlarında temel bir ihtiyaç olmaktan çıkmamıştır. Sadece sosyalizmde konut sorununun çözümünün mümkün olacağı sadece teoride değil, 1917-1956 Sovyet pratiğinde gösterilmiştir. Kapitalizm konut sorununu, çözmek bir yana daha da kapsamlaştırmış, derinleştirmiş ve sermaye için vazgeçilemez bir sektör haline getirmiştir. Kapitalizm, dünya çapında milyonlarca insanı yerinden etmiş, topraklarından sürmüştür. Yerli veya göçmen insan kitlesi iş bulmak, geçimini sağlamak için sanayi merkezlerini doldurmuş, büyük şehirlerin kenar mahallelerinde aç, çıplak, sefil bir yaşama mahkum edilmiş olarak yaşamaktadır. Tabii açlığın, çıplaklığın ve sefilliğin derecesi de ülkeden ülkeye değişiktir. Ancak, değişmeyen bir şey varsa o da şudur; Kapitalizmde sadece işçi sınıfı değil, aynı zamanda genel anlamda bütün katmanlarıyla küçük burjuvazi de konut sorunu altında ezilmektedir.
Kapitalizm koşullarında üç sınıf; mülk/sermaye sahibi olarak büyük burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi sınıfı, bu sorunun çözümü için her biri kendi sınıfsal duruşuna göre hareket etmiştir, edecektir. Devlet (büyük burjuvazi), konut sektöründe sermaye için hiç bitmeyecek olan bir yatırım alanı görürken, küçük burjuvazi konut mülkiyetini, küçük mülkiyeti kutsallaştırmış, işçi sınıfı da bu sorunun çözümünü kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasında görmüştür. Yani işçi sınıfı açısından konut sorunu aynı zamanda bir devrim sorunudur.
Önce konut sorunu adı altında kast edilenin ne olduğuna bakalım. Bu konuda F. Engels’in tespiti hala geçerlidir:
Bugün basında büyük yer tutan sözde konut kıtlığı, işçi sınıfının hiç de kötü, aşırı kalabalık, sağlıksız konutlarda yaşadığı anlamına gelmiyor. Bu konut sıkıntısı bugüne özgü bir şey değil; daha önce ezilen tüm sınıfların aksine, modern proletaryaya özgü acılardan biri bile değildir; tam tersine, tüm zamanların tüm ezilen sınıflarını oldukça eşit bir şekilde etkilemiştir. Bu konut sıkıntısına son vermenin tek yolu var: İşçi sınıfı üzerindeki egemen sınıf sömürüsünü ve baskısını tamamen ortadan kaldırmak. Bugün konut kıtlığından anlaşılan, işçilerin kötü barınma koşullarının, nüfusun ani bir şekilde büyük şehirlere akın etmesiyle maruz kaldığı tuhaf ağırlaşmadır; kira fiyatlarında muazzam bir artış; tekil evlerde yaşayanların daha da kalabalıklaşması, bazıları için yaşayacak bir yer bulmanın imkansızlığı. Ve bu konut sıkıntısı işçi sınıfıyla sınırlı kalmayıp küçük burjuvaziyi de etkilediği için bu kadar konuşuluyor.” (Marks-Engels Toplu Eserleri; C. 18. Friedrich Engels; “Zur Wohnungsfrage” – “Konut Sorunu Üzerine”, s. 213)
Demek ki, bu sorun sadece işçi sınıfıyla sınırlı olmadığı gibi yeni de değildir. Sorunun çözümü ise sömürü düzeninin, somutta da kapitalizmin ortadan kaldırılmasıdır.
Konut sorunu aynı zamanda doğrudan işçi sınıfının sömürüsünden kaynaklanan bir sorun da değildir; kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkan ikincil sorunlarından/çelişkilerinden birisidir: “Modern büyük şehirlerimizde işçilerin ve küçük burjuvazinin bir kesiminin konut sıkıntısı, günümüzün kapitalist üretim tarzının sonucu olan sayısız küçük, ikincil hastalıktan biridir. Bu, hiçbir şekilde, işçi olarak işçinin kapitalist tarafından sömürülmesinin doğrudan bir sonucu değildir. Bu sömürü, toplumsal devrimin kapitalist üretim tarzını ortadan kaldırarak ortadan kaldırmak istediği temel beladır.” (Agk., s. 214)
Kapitalizmde konut sorunu aynı zamanda bir rant sorunudur; azami kar elde etme ve eski şehirleri kar amaçlı yıkma ve yeni şehirleri de yine kar amaçlı kurma sorunudur. Bu anlamda konut sorunu sadece ve sadece işçi sınıfının bir sorunu da değildir:
“Modern büyük şehirlerin genişlemesi, araziye belirli alanlarda, özellikle de orta kısımlarında, yapay, genellikle muazzam bir şekilde artan bir değer verir; üzerine dikilen binalar, bu değeri artırmak yerine, değişen koşullara artık karşılık vermediği için daha çok düşürmektedir; yıkılır ve yerine başkaları gelir. Bu, her şeyden önce, kiraları, en büyük aşırı kalabalıkta bile asla veya çok yavaş bir şekilde belirli bir maksimum değeri aşamayan, merkezi konumdaki işçi sınıfı konutlarında olur. Bunları yıkıp yerlerine dükkânlar, depolar, kamu binaları yapıyorlar.“ (Agk., s. 215)
Engesl’in 151 sene önce belirttiği bu politikanın sonucu, hemen bütün dünyada olduğu gibi bugünün Türkiye’sinde aynen yaşanmaktadır:
“Sonuç olarak, işçiler şehrin merkezinden kenar mahallelere itiliyor, işçi meskenleri ve genellikle daha küçük meskenler nadir ve pahalı hale geliyor ve çoğu zaman hiç elde edilemiyor, çünkü bu koşullar altında inşaat sektörü, daha pahalı meskenler, çok daha iyi bir spekülasyon alanı haline gelir, yalnızca bir istisna olarak işçi konutları inşa eder.”(Agk., s. 215)
“İşte Proudhon’un dahil olduğu küçük burjuva sosyalizmi, çoğunlukla, işçi sınıfının diğer sınıflarla ve özellikle küçük burjuvazi ile ortaklaşa katlanmak zorunda kaldığı bu zorluklarla uğraşmayı tercih etmektedir. Dolayısıyla bizim Alman Proudhoncuların esas olarak, gördüğümüz gibi, hiçbir şekilde yalnızca işçi sınıfı sorunu olmayan konut sorununa eğilmesi; tam tersine, onun gerçek ve sadece işçi sınıfına özgü bir sorun olduğunu ileri sürmesi rastlantı değildir.”(Agk., s. 215)
Friedrich Engels’in 151 sene önce söyledikleri, yaptığı tespitler ne kadar güncel değil mi? Ancak, kapitalizmin gelişmesiyle bağlam içinde bir farkla: 151 sene önce Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin yayın organı “Der Volksstaat”ta Engels’in “Konut Sorunu” yayınlandığında, şehirlerde fabrika bacaları tütüyordu. 19. yüzyıl şehri pislik ve duman saçıyordu. Sanayileşmenin gelişmesine paralel olarak giderek daha fazla işçi, fabrika sahipleri tarafından işyerine yakın alanlarda yaptırılan kiralık apartmanlarda yaşıyorlardı. Muazzam nüfus artışı ve iş bulma umuduyla kapitalist merkezlere akın, büyük bir konut kıtlığına neden oldu.
Konut sorununu ele alan ve “çözüm”ünü de açıklayan burjuvazinin ve küçük burjuva sosyalistlerinin önerilerine cevap vermek gereğini duydu Engels:
“Toplumsal sorunu aynı anda çözen şey, konut sorununun çözümü değildir, ancak toplumsal sorunun çözümü yoluyla, yani kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasıyla, aynı zamanda konut sorununun çözümü de mümkün olur.” (Agk., s. 243)
Engels’in konut sorununda birtakım iyileştirmelerle yetinen reformizme yönelik bu eleştirisi sorunun nasıl çözüleceğini de ortaya koyuyordu: Aynı zamanda konut sorununu da çözmek istiyorsan kapitalist üretim biçimini ortadan kaldırmalısın!
Sorun iyileştirme talepleri değil, sorun iyileştirme taleplerinde nihai çözümü görmektir. Konut sorununda iyileştirme talepleri sorunun nihai çözümüyle aynı kefeye konursa reform adına; konut alanında iyileştirme adına burjuvazinin kuyruğuna takılmak ve konut sorununda sınıfsal ve mülkiyetsel perspektifi kaybetmek anlamına gelir.
“Yazarımız (Avusturyalı burjuva ekonomist Emil Sax’ı kastediyor, İ.O.) şimdi sorunun pratik çözümüne geçiyor. Devrimci Proudhon’un işçileri evlerinin sahibi yapma önerisinin ne kadar az olduğu, burjuva sosyalizminin bu öneriyi kendisinden önce pratikte uygulamaya çalışmış ve halen de uygulamaya çalıştığı gerçeğinden görülebilir. Bay Sax ayrıca konut sorununun ancak konut mülkiyetinin işçilere devredilmesiyle tamamen çözülebileceğini beyan eder”(Agk., s.239)
Hem burjuvazi hem de küçük burjuvazi konut sorununun nihai çözümünü işçilerin oturdukları konutların mülkiyetine sahip olmalarında görüyorlar.
İşçi kiracıyı oturduğu konutun sahibine dönüştürmek, onu sınıfından kopartmanın ve boyun eğen küçük burjuvaya dönüştürmenin bir yoludur. Bunun için küçük burjuva sosyalisti veya Proudhon’cu olmaya da gerek yok. Erdoğan bunu TOKİ üzerinden alasıyla uygulamaya çalışmaktadır. Kasım 2022 itibariyle TOKİ’nin sosyal konut projesine başvuranların sayısı 8 milyonu aşmışsa bu çok düşündürücü olmalıdır. Kiracıları ev sahibi yapıyormuş gibi görünen bu proje burjuvazinin konut sorunda güncel durumu göz önünde tutarak geliştirdiği ve kapitalizmin olduğu her yerde/ülkede özgünlüğü olan ama esası değişmeyen bir projedir.
“Konut sorunu”nun hem büyük burjuva hem de küçük burjuva çözümlerinin esası, işçinin kendi konutuna sahip olmasıdır.” (Engels)
Kapitalistin konut sorunundan anladığı, sermayeye rant alanı açılmasıdır; işçi/emekçi semtlerinin şu veya bu bahaneyle yıkılması (kentsel dönüşümün rantsal dönüşüm olarak uygulanmasıdır (“Afet Yasası”nın rant odaklı işletilmesi vs.) Bu nedenle konut sektöründe sermaye, devletin devasa desteğiyle sürekli konut yapmaktadır. Güya kiracı sayısı azaltılıp, oturduğu evin mülkiyetine sahip olanların sayısı artırılacaktır. Ancak, sermaye ve devletin elele vererek uyguladığı bu konut politikası istenildiği gibi ilerlememektedir. Küçük burjuvazinin iyileştirilmiş koşullarda barınma imkanına sahip olmak için bu alandaki mücadeleyi salt reformizmle sınırlandırması ve bu anlamda burjuvazi ve sermayenin politikasını desteklemesi sorunun özünde bir şey değiştirmemektedir. Türkiye’de konut sahipliği oranının 2002’de yüzde 73,1’den 2021’de yüzde 57,5’e; aynı dönemde kiracı oranının da yüzde 18,7’den yüzde 26,8’e çıkması küçük burjuva destekli burjuva konut politikasının başarılı olmadığını göstermektedir.
Engels, burjuvazinin oturduğu konutun mülkiyetine sahip olmaları için işçi sınıfını ve emekçileri destekleme politikasına şiddetle karşı çıkar.
Engels, kiralık evleri fiilen ortadan kaldırma ve kiracıları mülk sahibi haline getirme perspektifini gericilik olarak görüyordu. Böyle bir “küçük burjuva sosyalizmi”ne değer vermiyordu. Engels, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin kiracılar için sürdürülebilir çözümler üretebilecek durumda olmadıklarını, bunun ötesinde çözüm üretmeye istekli de olmadıklarını savunuyordu.
Kapitalizm tarihinde burjuvazinin konut sorununu çözmesi, çözümün konut sorununu yeniden ortaya çıkartması biçimindedir (Agk., s. 260)
“İşte bu burjuvazinin konut sorununu uygulamada nasıl çözeceğinin çarpıcı bir örneğidir. Kapitalist üretim biçiminin işçilerimizi her gece içine kapattığı hastalıkların üreme yeri, rezil, delik deşik bodrumlar ortadan kaldırılmamıştır, başka yerlere kaydırılmıştır. Aynı ekonomik zorunluluk ilk yerde ortaya çıkardığını, aynı şekilde sonraki yerinde de ortaya çıkarmaktadır. Kapitalist üretim biçimi var olmaya devam ettiği sürece, konut sorunu veya da işçilerin kaderlerini etkileyen her hangi bir başka toplumsal sorunun tek başına çözüleceğini beklemek budalalıktır. Çözüm, kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasından ve bütün geçim araçlarına ve iş araçlarına işçi sınıfının el koymasında yatmaktadır.” (Agk., s. 263)
Sonuç itibariyle:
Friedrich Engels 1872-1873 döneminde kaleme aldığı üç bölümden oluşan “Konut Sorunu Üzerine” yazısında burjuvazinin ve küçük burjuvazinin işçileri ev sahibi yapma hayalini yıkmıştır. Bu çalışmasında Engels, anarşist Proudhon ve Almanya’daki taraftarlarının konut sorunu üzerine düşüncelerini eleştirir. Her ülkede ve kapitalizmin her somut gelişme sürecinde farklı biçimler alsa da konut sorununun burjuvazi ve küçük burjuvazi tarafından çözülemeyeceğini ortaya koymuştur. Aslında burjuvazi ve küçük burjuvazinin konut sorununu çözme fikrinin esası Engels’in bu çalışmasının 2. baskısında (1878) önsözünde de belirttiği gibi “işçinin kendi konutuna sahip olmasıdır”. Bu sahip olmanın nasıl olacağı kapitalizmin tarihinin her döneminde iktidarlar tarafından farklı projelendirmelerle ele alınmış olsa da sonuç hep aynı olmuştur. Fabrikaların yakınına işçi evleri inşa etmekten, lojman projelerinden, yönlendirilerek veya kendiliğinden kurulan işçi/emekçi semtlerinin rantlaştırılmasına veya sosyal konutların inşasına varana kadar birçok biçimle karşımıza çıkan konut sorununun esası kapitalizmde veya burjuva toplumda kiracıların oturduğu konutun mülkiyetine sahip olmalarını sağlamaktır. Proudhon da, konut sorununda kendisini kapitalist toplumunun “konutların bağımsız özgür sahipleri topluluğu”na dönüşmesi mücadelesine adamıştı.
Konut sorununu bütün yönleriyle ele almak bu makalenin sınırlarını aşar. Ancak, makale içinde belirtilenlerin yanı sıra şu noktalara da dikkati çekmek isterim.
Büyük burjuvazi ve küçük burjuvazi işçilerin oturdukları evin mülkiyetine sahip olmaları konusunda hep aynı fikirde olmuşlardır. Bu konuda anarşist Proudhon ile faşist Erdoğan arasında zerre kadar bir fark yoktur. Proudhon ilke, ideal, belki ebedi adalet adına, Erdoğan veya hangi ülkede olursa olsun iktidarlar, sermayenin çıkarları için işçilerin ev sahibi olmalarını sürekli desteklemişlerdir, desteklerler. Bu politikanın sonuçları işçi sınıfı için hep yıkıcı olmuştur.
Ev sahibi olmak işçinin hareketliliğini sınırlandırmak, onun ayağına/hareketine pranga vurmak demektir. İşçinin ev sahibi olması, onun bir biçimde, özel mülkiyet temelinde köylüleşmesi demektir. Nasıl ki, köylü toprağına bağımlıysa, bundan dolayı hareket özgürlüğüne sahip değilse işçi de sahibi olduğu evi kolay kolay terk edemez, hareket özgürlüğü sınırlanmıştır. “Büyükşehir işçilerimiz için hareket özgürlüğü hayatın ilk şartıdır ve toprak mülkiyeti onlar için ancak bir pranga olabilir. Onlara kendi evlerini yaptırın, onları toprağa zincirleyin ve fabrika sahiplerinin ücret indirimlerine karşı direnişlerini kırın.” (Agk., s. 239)
İktidarda olanlar burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını savunmada oldukça kurnaz, ama aynı zamanda “halkını düşünen” olabilirler. Bunların bildikleri şudur: Küçük mülk sahiplerinin sayısı ne kadar çoğalırsa işçi sınıfına karşı o kadar güçlü bir “ordu”ya sahip olunur. (Agk., s. 226) Bunu en iyi yapmaya çalışanlardan birisi de diktatördür. Diktatörün bitmez tükenmez esnaf aşkı, esnafı desteklemesi, TOKİ üzerinden sosyal konut projesi, şimdi de yine TOKİ üzerinden deprem bölgesinde 100 binlerle ifade edilen yeni konut inşası, bunun birer örneğidir. Kapitalizm bir taraftan işçilerin sayısal artışını beraberinde getirirken burjuvazi de sayısal olarak büyüyen sınıfın küçük mülkiyet temelinde siyasi olarak yanlış yerde durmasını, kendisine yedeklenmesini sağlayan adımlar atmaktadır.
“Geçen yüzyılın burjuva devrimleri… soyluların ve kilisenin büyük mülklerini küçük parsellere böldü ve böylece o zamandan beri toplumun en gerici unsuru ve şehir proletaryasının devrimci hareketinin önünde sürekli bir engel haline gelen bir küçük toprak sahipleri sınıfı yarattı. Napolyon III ulusal borcun bireysel paylarını azaltarak kasabalarda benzer bir sınıf yaratmayı amaçladı ve Bay Dollfus ve meslektaşları, işçilerine yıllık taksitlerle ödenecek küçük konutlar satarak, işçilerdeki tüm devrimci ruhu bastırmaya ve aynı zamanda onları mülkleri üzerinden bir zamanlar çalıştıkları fabrikaya bağlamaya çalıştılar; öyle ki, Proudhon’un planı yalnızca işçi sınıfını rahatlatmamakla kalmadı, doğrudan onun aleyhine döndü.” (Agk., s. 226)
Burjuvazi işçi ve emekçileri kapitalist sisteme bağlamak için konut sorunun da kullanmaktadır. Bu sorunun özellikle güncel ve yakıcı olduğu dönemlerde birtakım “kolaylık”larla işçi ve emekçi ailelerinin konut sahibi olmaları teşvik edilir. TOKİ’nin bütün marifeti bundan ibarettir. TOKİ’nin sosyal konut projesine başvuranların sayısı 8 milyonu aşması burjuvazinin konut sorununu konut veya küçük işyeri sahibi olma temelinde küçük mülkiyeti nasıl teşvik ettiğini ve geliştirdiğini göstermektedir. Önce belli miktarda bir peşinat ödüyorsun, sonra da sanki kirada oturur gibi geriye kalan miktarı taksitle ödüyorsun. Bankalara borçlananlar, ev sahibi olma umuduyla kredi almış olan işçi aileleridir ve “orta sınıf” unsurlarıdır.
İşçi ailelerinin ve “orta” gelirli olanların ev sahibi olmaları için burjuvazinin doğrudan veya devlet (kamu) üzerinden teşviki, sonuçta küçük burjuva mülk sahipliği zihniyetinin teşviki anlamına gelir. Bu zihniyet işçiyi borçlandırır, sermaye sahibinin kölesi yapar. “Böylece işçiler sırf bu konutları elde etmek için ağır ipotek borçları almak zorunda kalıtlar ve artık sermaye sahiplerinin daha da kölesi durumuna düşerler; evlerine bağımlı olurlar, başka yere gidemezler ve kendilerine sunulan çalışma koşullarına katlanmak zorunda kalırlar.” (A.g.k., s. 226, 1887 baskısı üzerine Engels’in notu)
Özellikle işçilerin kendi dört duvarınıza sahip olma hayali gerçekler karşısında çoğu zaman başarısız olur. Örneğin diktatör faiz oranlarını düşürür, ama fiyatlar ve inşaat maliyetleri hızla artar. Aynı zamanda önceden hesaplanamayacak riskler ortaya çıkar. Örneğin bir iktidar değişimi TOKİ sosyal konut projesini altüst edebilir.
Barınma hakkından, sosyal konutun, kamulaştırmanın nimetlerinden bahsedenler bu konuda Engels’e elbette hak vermeyeceklerdir.
Kapitalizm modern, büyük, mega vb. kavramlarla ifade edilen şehirsel yerleşim merkezlerinin oluşmasını beraberinde getirmiştir. Bu türden şehirleşme kapitalizmin bir kaçınılmazlığıdır; gelişmesinin bir yasallığıdır. Bu gerçekliği göz önünde tutarak baktığımızda kapitalizmde konut sorununun çözülemeyeceği sonucuna varırız. Bu nedenle bir taraftan konut sorununu çözmekten bahsederken, diğer taraftan da, örneğin İstanbul gerçekliğine sessiz kalmak bir saçmalıktır. Konut sorunun çözümü için o devasa kentlerin ortadan kalkması gerekir; bu kentlerin ortadan kalkması için de kapitalizmin ortadan kaldırılması gerekir. Bu gerçekleştirildiğinde, toplumun ve işçi sınıfının “her işçiye kendi küçük evini sağlamaktan çok farklı” görevleri olacaktır. (Agk., s. 243)
Büyük şehirlerin kapitalizmle birlikte yok olacağı, yani sosyalizmde büyük şehirleşmenin olmayacağı konusunda Stalin Engels’ten farklı düşünür. Sadece belirtmekle yetineyim.
Elbette bu sorunun bir çözümü vardır. Bu konuda iki sistem iki çözüm vardır: Kapitalizmde konut sorununun çözümü ve sosyalizmde konut sorununun çözümü. Kapitalizmde konut sorununun çözümü çözümsüzlük üretmektir.
“Konut sorunu nasıl çözülecek? Günümüz toplumunda, tıpkı diğer herhangi bir sosyal sorunun çözüldüğü gibi: Arz ve talebin kademeli olarak ekonomik olarak eşitlenmesiyle, sorunun kendisini tekrar tekrar üreten bir çözüm, yani bu bir çözüm değildir.” (Agk., s. 226)
İşçi sınıfının iktidarda olduğu koşullarda, sosyalizmde konut sorunu nasıl çözülür?
Engels konut sorununun nasıl çözüleceği konusunda devrimin soruna dar bir perspektiften bakmaması gerektiğini de dile getirir. “Bir toplumsal devrimin bu sorunu nasıl çözeceği, yalnızca özel koşullara değil, aynı zamanda çok daha geniş sorunlara da bağlıdır; kent ile kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması en temel sorunlardan biridir. Geleceğin toplumunu kuracak ütopik sistemlerimiz olmadığı için bu konuya girmek gereksiz olmanın da ötesindedir.” (Agk., s. 226) Ama “Öncelikle her toplumsal devrim, her şeyden önce, her şeyi bulduğu gibi kabul etmeli ve elindeki araçlarla en apaçık kötülüklere çare bulmalıdır. Orada da gördük ki, varlıklı sınıflara ait lüks konutların bir kısmı kamulaştırılarak, kalan kısmı ise barınma yoluyla konut sıkıntısı bir an önce giderilebilir.”(Agk., s. 243)
Ekim Devrimiyle birlikte Bolşevikler konut sorununu böyle çözmeye başlamışlardı.
Konut sorununun çözümü mülkiyet ve sınıf sorunudur
“Bu konut sıkıntısı işçi sınıfıyla sınırlı kalmayıp küçük burjuvaziyi de etkilediği için bu kadar konuşuluyor”(Agk., s. 214)
Engels o zamanki siyasi durumdan hareketle bu değerlendirmeyi yapıyordu. Aynı durum bugün birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de günceldir ve yatıp kalkıp üzerinde konuşulmaktadır. Sadece 6 Şubat depreminden dolayı değil, son dönemde enflasyonun artışından, bunun kira fiyatlarına yansımasından, kentsel dönüşüm meselesinden ve nihayetinde devletin sosyal konut projesinden dolayı konut sıkıntısı, genel anlamda sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ancak, bu görüşte olmayanlar da var. Reformistler, Marksist, Marksist-Leninist kavramları kullanarak da, kapitalizmde barınmanın da bir hak olduğunu iddia edebilmekteler. Bunlar için kapitalizmde nasıl ki çalışma hakkı, sağlık hakkı olmalıysa barınma hakkı da olmalıdır. Bu hakları elde edebilmek için burjuva düzenin sınırları içinde kalarak, onun eksikliklerini tamamlayarak mücadele edilmelidir. Yani burjuva düzenin sınıfsal, mülkiyetsel karakteri tartışma dışı kalmalıdır. Tam da bu noktada burjuva düzende çalışma hakkının, sağlık hakkının olamayacağı gibi barınma hakkının da olamayacağı açığa çıkmaktadır. Bu ve başkaca temel sorunlar kapitalizmde işçi sınıfının tekil olarak çözebileceği toplumsal sorunlar değildir. Bu sorunların toplamı devrimdir, özel mülkiyetin kaldırılması yerine toplumsal mülkiyetin getirilmesidir.
Konut sorununu, barınma sorunu olarak görenler ve bu doğrultuda mücadele edenler konutu meta olarak görmezler, bir insan hakkı olarak görürler. Ancak, bu kapitalizm gerçekliğiyle asla bağdaşmayan bir anlayıştır. Kapitalizm, varlığını sürdürebilmek için her şeyi metaya, kar kaynağına dönüştürmek zorundadır. Bu dönüştürme zorunluluğu kapitalizmin bir içsel yasasıdır. Şüphesiz ki, mücadeleyle burjuvaziden birtakım tavizler alınabilir. Ancak, burjuvazi gerek gördüğünde verdiği tavizi geri alabilir. Bu nedenle çalışma, sağlık hakkı gibi barınma hakkını da, diyelim ki bir “insan hakkı” olarak ancak ve ancak işçi sınıfının iktidarında, sosyalizmde gerçekleşebilir.
Sosyalist Sovyetler Birliği (1917-1956) konut sorununun çözümünde de öncü bir rol oynamıştır. SSCB’de sosyalist bilinç ve ruhla yetişen mimarlar, inşaatçılar, mühendisler, destek için başka ülkelerden sosyalizmin inşasına katılmak için gelen ilerici mimarlar, inşaatçılar gerçekten yüksek kaliteli, insan onuruna yakışır konutlar, şehir planlamaları hazırladılar ve bu planlara göre yapılaşmaya gidildi. Bugün dahi estetiğinden, sağlamlığından bir şey kaybetmemiş olan yapılar, sosyalist SSCB döneminden kalmadır. Kruşçev revizyonizmiyle başlayan (20. parti kongresi, 1956) ihanet döneminde inşa edilen yapılar kapitalist zihniyetle inşa edilmiş ve dökülen yapılardır.
SSCB’de sosyalizmin inşası kapitalizme özgü konut yetmezliği ve fahiş kira gerçekliğinin geride kaldığını gösterir. Sosyalizmde nasıl ki çalışma ve sağlık birer haksa, barınma da bir haktır. Bu hakların gerçekleştirilmesi, uygulanması kapitalist sistemin yıkılmış ve yerine sosyalizmin kurulmuş olduğunun doğrudan ifadesidir.
Ekim Devriminin ilk adımlarından birisi toprağın kamulaştırılması olmuştur. Toprağın kamulaştırılması şehirsel alanlarda rant ve fahiş kira bağlamında her türden spekülasyonun önünü almıştır. SSCB’de proletarya diktatörlüğü konut sorununun ve modern şehirleşmenin planlanmasını ve gerçekleştirilmesini sistematik olarak ele almıştır(1)
Sosyalizmde konut yönetiminin maliyetleri sosyal fonlardan karşılanır.
Sosyalizmde şehir planlama ve konut inşaatı, ücret ilkesinde olduğu gibi, üreticinin “topluma verdiğini” geri alması ilkesine göredir. (Marks-Engels Toplu Eserleri; C. 19, Marks;“Gotha Programı Eleştirisi”, s. 20) Sosyalizmde emekçi, vergisiyle konut inşaatının ve şehir planlamasının geliştirilmesine katkıda bulunur.
Buna karşılık aileler, sosyalist yaşam biçimini daha da geliştirmeye hizmet eden sosyalist konut alanlarının avantajlarından yararlanırlar. Ve bu, öncelikle konut alanını korumak, yenilemek ve değiştirmek için kullanılan çok düşük bir kira karşılığında gerçekleşir. Ayrıca doğal afetler, yangın ve su zararlarının sonuçlarının giderilmesine de katılımda bulunurlar. Sosyalizmde konut yönetiminin maliyetleri sosyal fonlardan karşılanır. Maliyet asgaride tutulur. İdari organlar, faaliyetleri hakkında kiracıların seçilmiş temsilcilerine düzenli olarak rapor verirler ve onlar da kiracılara rapor vermek zorundadırlar.
Konut sorununun çözümünde SSCB, çığır açıcı bir rol oynamıştır. Bugün bu alanda Sovyet pratiği yol gösterici bir örnek teşkil etmektedir.
Unutmamak gerekir ki, sosyalizm sadece konut alanında değil, başka ekonomik ve toplumsal alanlarda da toplumsal bir paradigma değişimini gerçekleştiren bir sistemdir. Sanayinin (ekonominin) diğer alanlarında olduğu gibi konut alanında da modern inşaat bilimi ve teknolojisi geliştirilmiş, kaynak tasarrufu sağlanabilmiş ve doğa ile barışık yaşamanın yasaları keşfedilip ona göre hareket edilmiştir.
SSCB’de insan ve doğanın birliğinin sağlanması için fevkalade ileri adımlar atılabildiyse bunu bu devasa ülkede sosyalizmin inşasına borçluyuz.
*
1)
Şehirlerde ve Şehir Tipi Yerleşim Yerlerinde Konut Alanı Artışı
(Yılın sonu itibariyle ve milyon metre kare konut alanı olarak)
1913 |
1926 |
1940 |
1950 |
1956 |
|
Toplam kentsel konut fonu |
180 |
216 |
421 |
513 |
668 |
Bunun içinde: |
|||||
Toplumsallaştırılmış konut alanı |
– |
103 |
267 |
340 |
453 |
Kişisel mülkiyette olan konut alanı (1913 için konut alanındaki özel kapitalist mülkiyet dahil) |
180 |
113 |
154 |
173 |
215 |
Büyük Sosyalist Ekim Devriminden önce işçilerin, küçük ücretli memurların ve ailelerinin konut durumu oldukça kötüydü. Rutubetli, soğuk yeraltı sığınaklarında ve konut kışlalarında 2-3 insan bir odada olmak üzere ikamet ediyorlardı. Örneğin 1912 yılında Moskova’da 325.000 kişinin oturduğu 24.500 küçük odalardan oluşan konutlar vardı. Ural’da, Donets Havzası’nda ve Bakü’de işçiler oldukça kötü konutlarda yaşıyorlardı. Yoksul mahallelerin yanında aristokratların sarayları ve burjuvazinin villaları yükseliyordu; bunların içinde sadece bir aile oturuyordu ve bir kişi birkaç 100 metre kareyi kullanıyordu.
Ekim Devriminden sonra konut ilişkileri işçiler ve ücretli memurlar için hızla değişti.
Komünist partisi ve Sovyet hükümeti eskisi gibi, bütün vatandaşların konut durumunu iyileştirmek için sürekli çaba harcamaktadır.
Sovyetler Birliği’nde konut yapımı geniş bir cephede ilerlemektedir.
Emperyalist savaşta, müdahale savaşında,, iç savaşta ve Büyük Anavatan Savaşında kent konut fonu en ağır bir biçimde etkilenmiştir. Bilindiği gibi sadece Büyük Anavatan Savaşında 1710 kentsel yerleşim yeri tamamen veya kısmen yerle bir edilmişti. Bu imhalara rağmen kent konut fonları, 1913 yılında 180 milyon metre kare olan konut alanını 1956 sonunda 668 milyon metre kareye, yani 3,7 misline çıkartmıştır.
SBKP MK’sının ve SSCB Bakanlar Konseyi’nin “SSCB’de Konut İnşasının Gelişmesi Üzerine” kararı, konut yapımını, ilk 10-12 sene içinde konut yetersizliğini tamamen ortadan kaldırma amacıyla daha güçlü olarak ilerletmeyi öngörmektedir.
Bununla uyumluluk içinde Altıncı Beş Yıllık Planda toplamda 328 milyon metre karelik konut inşa etmek ve yerleşmek öngörülmektedir. Bu, 1913’deki kentsel toplam konut fonunun 1,8 mislidir.
Sovyet iktidarı döneminde devlet ve kooperatif örgütleri (kolhozlar hariç) tarafından ve kent halkının kendi imkanları ve devlet kredileri yardımıyla toplam alanı 507 milyon metre kareye varan konutlar inşa edilmiş veya yeniden oturulabilir hale getirilmiştir. Son 11 sene içinde (1946-1956) kolhoz köylüleri ve kırsaldaki aydınlar 5,6 milyon konut yapmışlardır.” (Rakamlarla Sovyet İktidarının 40 Yılı (1917-1956), s. 311-312. TÖZ Yayınları, Haziran 2020. Çeviren: İbrahim Okçuoğlu)
*
Deprem ve Konut Sorunu
Her deprem sonrasında olduğu gibi, bu deprem sonrasında da aynı konular konuşuluyor ve suçlu aranıyor. Bu konulardan birisi yıkılan binalar. Söz konusu bina olduğuna göre, bunun sorumlusu ancak müteahhit olabilirdi. Önce müteahhit-suçlu mesajı verilmeye çalışıldı. Bu nedenden dolayı da gazetelerde bolca “hırsızlar”, “katiller”, “çalmışlar” vb. kavramlar kullanıldı. Hürriyet gazetesi “toplu cinayet sadece yüzde 10 kazanmak için- değer mi”, “sadece yüzde 10”, “tüyler ürpertici saptama”, “yüzde 40 çaldılar”ı manşete çıkartıyordu.
Şüphesiz ki, müteahhitlerin bu toplu cinayetteki payları küçümsenemez. Ama tek sorumlu olan onlar değil.
Bu cinayetten düzenin kendisi sorumludur. Ve müteahhit, sistem izin verdiği için, koşulları olduğu için çalmıştır. KTÜ eski Rektörü ve İnşat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. A. Dumanoğlu’na göre “inşat maliyetini yüzde 10 etkileyen deprem önlemleri alınmış olsa bu kadar kişi ölmez”miş. Veya “devletin müthiş itirafı”na göre “inşaatların yüzde 95,1’i özel sektör, yüzde 5’i de kamu tarafından yapılmış.” DİE’nin ağzından devlet, itirafa şöyle devam ediyor: “Özel sektörün yatırımlarında, çeşitli kuruluşlarca yapılan araştırmalarda, denetlenen projelerin yüzde 91’inde hesap ve çizim hataları belirlenmiş olup, yine beton kalitesiyle ilgili yapılan araştırmalarda beton mukavemetlerinin, projesinde öngörülenden yüzde 40 eksik gerçekleştiği, şantiyelerin yüzde 90’ında standart ve yönetmeliklere aykırı beton döküldüğü belirlenmiştir…İnşaatlarda gerekli denetim yapılmamaktadır.”(Hürriyet gazetesi, 27.08.1999)
Demek ki, suçlu sadece müteahhitler değil. Asıl suçlu, sorumlu devlettir, bu düzendir. Bu düzen çalanları, hırsızları yetiştiriyor. Bu düzen çalanların, hırsızların, sermayenin düzenidir. Bu düzendir ki, işçileri ve emekçileri mülk sahibi olmaya teşvik ediyor ve “ev sahibi olun, konut sorunundan kurtulun” demeye getiriyor. F. Engels’in dediği gibi “Konut sorunu’nun büyük burjuva ve küçük burjuva çözümünün çekirdeğini, işçinin kendi konutunun mülkiyetine sahip olmasıdır” oluşturur. Böyle bir anlayış, gelişi güzel, her türlü kontrolden, güvenlikten yoksun konutların seri olarak yapılmasını teşvik eder. Burjuvazinin konut sorununu çözme anlayışı, bu sorunu her seferinde yeniden üretmiştir. Bu sistem içinde başka türlü de olamaz. Kırsal alandan büyük şehirlere göç, bir zamanlar küçük yerleşim alanlarının yapılan fabrikalarla büyük yerleşim birimlerine dönüşmesi kontrolsüz yapılanmayı beraberinde getirmiştir. İnşaat firmalarının devletle ortaklık içinde ülkenin en güzel yörelerini ve aynı zamanda birinci derecede deprem alanlarını blok blok binalarla doldurmaları ne konut sorununu çözmüş ve ne de sağlıklı yaşamı sağlamıştır. Sermayenin kar ve daha fazla kar hırsı -onun bu doğallığı- işçi ve emekçilerde konutunun sahibi ol anlayışını geliştirmiş ve insanlar konutun mülkiyetine sahip olunca bütün sorunların çözüleceğine inanır duruma gelmişlerdir.
“Konut Sorunu” yazısında Engels şöyle der: “Bugün basında büyük bir rol oynayan…konut krizi işçi sınıfının kötü, tıka basa dolu, sağlıksız konutlarda yaşaması değildir. Bu konut krizine son vermek için sadece bir araç vardır: Çalışan sınıfın, hakim sınıf tarafından sömürülmesini ve baskı altına alınmasını yok etmek. Bugün konut krizinden anlaşılan, …işçilerin, nüfusun büyük şehirlere ani akınıyla (doğan) kötü konut ilişkileridir, devasa boyutlarda artan kiralardır. Bu konut krizi… işçi sınıfıyla sınırlı değildir… küçük burjuvaziyi de ilgilendirmektedir.”
Deprem nedeniyle gündeme gelen konutla ilgili sorunlar, Engels’in bahsettiği ve bu burjuva düzen yıkılmadan çözümlenemeyecek sorunlardır. Burjuvazi, depremin sonuçlarını, depremin kendinde aramayı ve felaketi “kader”le açıklamayı denedi, ama tutmadı. Bugün teknolojinin gelişme düzeyi, depremden etkilenmeyen veya az etkilenen binalar yapmaya uygun. Bu teknoloji sayesinde dünyanın birçok deprem ülkesinde depreme dayanıklı binalar yapılıyor. Bu teknoloji Türkiye’de de var ve kullanılıyor. Ama her tarafta değil.
Düzen çürümüş, düzen dökülüyor ve düzen çeteleşmiş. Birinin eli diğerinin elini “yıkıyor”. Birinin eline bulaşan mutlaka diğerinin de eline bulaşıyor. Rüşvet, göz yumma, kontrolsüzlük, malzemeden çalma, binlerce ölü ve yaralı, yıkılmış binlerce bina – bütün bunlar işte böyle işleyen bir sistemin sonucudur.
Bu sonuçlardan kurtulmanın yegane yolu, bu sonuçlara neden olan bu düzeni yıkmaktan geçer. Şüphesiz ki, sömürünün olmadığı düzende de; sosyalizmde de depremler olacaktır. Deprem bir doğa hareketliliğidir. Bu engellenemez. Ama depremin beraberinde getirdiği yıkıntı ve hasar engellenebilir, asgariye indirilebilir ve böylece deprem, insanları öldürmez. Bunu sağlamak için sosyalist devlet, her bir deprem bölgesinin jeolojik özelliklerinden hareketle depreme dayanıklı binalar inşa etmeyi esas alır. Sosyalizmde özel işletmecilik ve sömürü olmadığı için yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi inşaat, altyapı alanlarında da halka ve sosyalizmin geleceğine hizmet esastır.
Marksist Leninist Komünistler böyle bir düzenin kurulması için mücadele ediyorlar.
Bu sorunların nihai olarak sosyalizmde çözümleneceği anlayışı, bu düzende hiçbir şey yapılmaz olarak algılanmamalıdır. Burjuvazi, demokratik kitle örgütleri vasıtasıyla baskı altına alınabilir. Şu veya bu şekilde nüfusun yarısını doğrudan ilgilendiren ve bütün ülkenin olduğu gibi dünyanın da ilgi merkezinde olan bu depremin tahribatının (ölü, yaralı, maddi yıkım vs.) bütün çıplaklığıyla açıklanması için hükümet baskı altına alınabilir.
Depremin sonuçları, mevcut düzene karşı ve sosyalizm için tamamen ajitasyon ve propaganda malzemesidir. Önemli olan, bu somut malzemeyi gerçekten somut olarak değerlendirebilmektir.
Felaketi nakite çevirmek için harekete geçildi. Depremden doğrudan zarar gören emekçi yığınlarını düşünen yok veya kar elde etmeye neden oldukları oranda düşünülüyorlar. Burjuvazi ve emperyalistler, yerli ve yabancı sermaye deprem bölgesini yeniden inşa etmek için ortaklıklar kurmaya, projeler üretmeye başladılar. Zararın 40 ila 50 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor. Bu zarar oldukça büyük olmalı ki, emperyalist ülkeler bu denli yoğun ilgi gösteriyorlar. Deprem pastası büyük ve emperyalist ülkelerin hepsi bu pastadan büyük bir pay koparmaya çalışıyorlar.
Deprem bölgesi yeniden inşa edilir. Ama hiçbir sorun çözülemez ve Türkiye, yeniden inşaya “katkı” için gelen yabancı sermaye vasıtasıyla emperyalizme daha da bağımlı olur.
Politikada ATLIM, Sayı 33, 11 Eylül 1999.
- Deprem, Kapitalizm, Sosyalizm ve Konut Sorunu - 24 Şubat 2023
- Sermaye Kar İçin Her Türlü Cinayeti İşler - 16 Şubat 2023
- Deprem Felaketi Kader Değildir - 9 Şubat 2023