Çöküşe Rıza (1)

CREATOR: gd-jpeg v1.0 (using IJG JPEG v62), quality = 90

yüzüncü yıldan manzaralar 1

Sonunda kış geldi Ankara’ya; kaçınılmaz olan. Kış mevsiminin hükmünü nasıl süreceği ise belirsiz, bu belirsizlik yakın saatler, günler için yapılan bilimsel tahminlerle giderilse de eninde sonunda kış; yaşanılacak olan. Kaçınılmaz olarak onun da sonu gelecek, ne var ki bu kaçınılmazlık vurgusu yalnızca mevsimler için geçerli. Ve bu kaçınılmazlık halinin gözle görünür, elle tutulur verileri onlarca yıllık itelendiğimiz yıldırıcı karanlık, yok edici, ölümcül ayazın sonlanacağına dair, “gelecek güzel günlere” ya da “maviliklere” her hangi bir umut içermiyor… 

Karanlık ve soğuk bir Ankara sabahında, kentin “ayrıcalıklı” bir semtinin ara sokaklarından bir manzara: büyükçe bir ekmek fırınının önündeyiz. Akşamdan, dünden ve belki de daha önceki günde kalan ve tanesi altı liradan satışa sunulan (“eşdeğer” ekmeğin fiyatı aynı gün yedi liradır; tazesinin!) ekmeği satın almak için bekleyenlerin oluşturduğu “kuyruk” onlarca metreyi bulmuş, caddeye dek uzanmakta. Bekleyenler sadece soğuktan değil daha çok oradaki varoluşlarına dair çaresizliklerinden ve bu hallerinin neden olduğu “sanılan” utançtan dolayı büzüşmüş esvaplarına sıkıca sarınmışlar, berelerini neredeyse gözlerine dek indirmişler. Sanılan sözcüğünü bilinçli bir şekilde tırnak içine aldım, çünkü bir sorun ve bu sorunu olumsuz yönden irdeleyen bir soru kafamı kurcalamakta: gerçekten bu “insanlar” çaresizliklerinin bilincindeler mi, yoksa yegâne sorunları bir lira ucuz ekmekle evlerine dönebilmek mi?

Yaşadığımız an düşünüldüğünde bu insanlar bir “sınıfkırım/sosyalkırım” projesinin/deneyinin yok oluş odalarının önlerinde bekleyen özneler olduğunun farkındalar mı? Yanıtım ne yazık ki onlar adına olumsuz olacaktır.

Fırına gelince; fırın çalışanları “masanın öbür yanında” olmanın yorgun keyfini yaşıyor gibi gözükseler de her an sıradan içeriye girecek kimsenin ailesinden olmasının ya da yakın bir zamanda o sıraya girecek -düşecek!- olmanın tedirginliğini duyuyor olmalılar. Soru: duyuyorlar mı? 

Fırın sahibi ya da patron/patron ailesi ise “bu tarafta” gözükmüyor çünkü fırın iki bölüme ayrılmış. Bir bölüm az önce söz ettiğimiz insanların alışverişine ayrılmış bayat ekmek deposu. İki üç metre uzağında ise fırının diğer kapısı bulunuyor; her açılışında dışarıya kışkırtıcı kokuların salındığı, sindirim sistemini hareketlendiren, tükürük salgımızı arttıran, soğukta bekleyenlere gerçekten “aç” olduklarını anlatan. Soru: aç olduklarını biliyorlar mı yoksa alacakları küflenmek üzere olan ucuz ekmeklerle karınlarının doyduğuna “şükretmeye” yazgılılar mı? Bekleneceği gibi bu tarafta sıra yok. Her çeşitten ekmek “alabilenlere” sunulmak üzere üretiliyor. Sağlıklı yaşam/sağlıklı beslenme fetişizasyonuna kimliğini ve ruhunu kaptırmış semtin orta-üst sınıfları pazarlanan ekmeklerini dışarıda bekleyenlerin verdikleri paranın on katını –türüne göre daha fazlasını- vererek ekmeklerini alıyorlar. Daha sağlıklı ve daha uzun bir yaşam… Sürüngenlerden sömürgenliğe ve vampirliğe dek uzan bir çizgi; teşbihte hata olmazmış, Marx’ın vampir metaforunu anımsayın!

Bu tabloda zihnimi en fazla meşgul eden soru ise şu; o karanlık ve soğukta birkaç kuruş için saatlerce sıra beklemeyi göze alan “insanlık” neden fırının diğer bölümündeki sımsıcak mis kokulu ve daha sağlıklı olduğu söyleneni “almak” için çaba göstermiyor, neden küçücük cesaretten yoksun?

Brecht ve “Ui”

“Büyük siyasi suçlular mutlaka teşhir edilmeli ve her şeyden önce alay konusu olmalıdır. Neden mi; her şeyden önce onlar büyük siyasi suçlular değil büyük siyasi suçları işleyenlerdir ve bu tamamen farklı bir şeydir” diyor Brecht “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı” adlı oyununun tanıtım kitapçığında. Yaşadığımız dünya Brecht kadar bile iyimser olmamıza olanak sağlamıyor. Açlığın, sefaletin ve yoksulluğun olduğu yerde her türlü “tokluk” ve zenginlik suçtur diyebiliyoruz “ek” olarak; “suç” kelimesinin tanımını geniş tutmak kaydıyla…

Yıl 1979, küçük bir madenci kasabasında orta eğitimimi tamamlayıp fakülte eğitimi için –belki de sınıf atlama rüyalarımın peşinde, gerçekleşmeyeceğini o yıllarda göremediğim- başkente döndüğüm günlerdi ve henüz American boys faşist katiller çetesi sermaye adına ülkeyi yönetmek üzere darbe yapmamışlardı. Büyük bir açlıkla ve tabii ki gücüm yettiğince sanatsal etkinlikleri izleme derdindeydim, en başta tiyatro. (Tiyatro “uyanışının” insanlık için bir umut olduğunu düşünürüm.) O günlerde izledim faşist bir liderin yükselişini hicveden Arturo Ui’yi; Ankara Devlet Tiyatrosunda sergilenen oyun yanlış anımsamıyorsan darbenin hemen ardından yasaklandı…

Bu oyundan anımsadıklarım; büyük bir ekonomik krizin tam ortasında burjuvazi ile kol kola girmiş Chicago gangsterlerinin dünyasındayız. Sadece mafya-burjuvazi işbirliği değildir söz konusu edilen; yargı, siyaset, güvenlik gibi devletin tüm kurumları da bu kurgunun paydaşlarıdır ve böyle bir kurgunun hızla yozlaşması kaçınılmazdır. Yozlaşma halkı kontrol ederek iktidar olmanın kolaylaştırıcı unsurudur ve kuşkusuz iktidarı hedefleyen Arturo Ui tarafından kullanılacaktır. Mafya gücünü/şiddetini kullanarak yarattığı korkuyu ahlaki bir değer olarak biçimlendiren Ui’nin halkın desteğini de alması, halktan beklenebileceğini gördüğümüz öğrendiğimiz gibi zor olmayacaktır. Derdini çok iyi anlatarak gizlemesini beceren Ui iyi bir hatip ve propagandisttir de aynı zamanda. Ve böylece önlenebilir tırmanışını durduracak hiçbir şey yoktur ve bu tırmanışı engelleyecek kimse de kalmamıştır neredeyse.

politik tiyatro

Tekrar seyretmek istemez miyiz yaşadığımız bu “oyunu” sahnelerde. 80 öncesi daha yoğun olmaz üzere politik tiyatronun “uyanışın” öznelerinden biri olma işlevini hakkıyla yerine getirdiği söyleyebiliyoruz bugün. Buna karşın 2000’li yıllardan itibaren ülkemizde “politik tiyatronun” gittikçe azaldığını söyleyebiliriz ve kuşkusuz paradoks bir durum bu. Piyasaya teslim olmak mı, adı konmamış, tanımlanmamış korkunun korkuların sonucu mu? Ya da saydığımız ve unuttuğumuz ne varsa hepsinin bir sonucu mu? Ankara için konuşabilirim; kentin 60 yıllık “politik tiyatrosu” kendisini avm tiyatrosuna dönüştürdü ve yerleştiği semtin ruhuna uygun olarak burjuvaziyi –ve tabii iktidarı- rahatsız etmeden yoluna devam etme kararı almış gözüküyor. “Yeni politik tiyatro” ise onlardan boşalan yeri doldurma çabası içine girmeden kolektif genç tiyatrocular tarafından üretiliyor; şaşırtıcı ve kışkırtıcı bir biçimde, belki de çağın gereği bu. (Ankara’da Ankara Devinim Sahnesi, Aralık Sahne, Bambu Tiyatrosu ilk aklıma gelenler…)

Gerçekten seyretmek istemez miyiz yaşadığımız anları tiyatroda hiciv olarak; bu da bir soru olarak eklensin.

yüzüncü yıldan manzaralar 2

Kaba şiddetin ve politik gücün arkalarında olduğunu düşünüp her türden arsızlığı değer sanıp başlarına bir şey gelmeyeceğini düşünenleri dolandıran (Ara soru: bu bir dolandırıcılık mı?) bir kadın yakın dostu olduğunu düşündüren biçimde “iç güzellik uzmanına” şöyle diyor zor günlerinde “Canım günaydın. Mutlu bir gün olsun. Bugün çözmem gereken çok önemli bir sorun var. Öğlen bir görüşme yapıcam. Her şey ona bağlı. Bana yardımcı olur musun bebeğim?” Evet, aynen böyle demiş imla hataları yazana ait olmak üzere… ve yanıt gelmiş ona, imla sorunları yazana ait olmak üzere “Günaydın canım, toplantı nerede olacak. Birazdan seansa girecem. Hemen şifa indireyim. Bu işi kolaylıkla çözebilmem için kim ya da kimler bana kolaylıkla katkı sağlar? De lütfen gerisi bende.” Yanıt gecikmez; zamana karşı bir yarıştır sanki söz konusu olan! “Canım benim şubede olacak.”

Sanki benzer diyalogları Ui’de de duymuştum gibi geliyor. Olup bitenler için uzun uzun konuşmaya gerek yok; dolandırıcılık-tefecilik-haksız kazanç/dolaylı soygun olarak değerlendirmek mümkün. (İlk madde için biraz kuşkuda olduğumu söylemiştim.) Bu üçlemeye birde şaklabanlık ekleniyor; işte bu çöküşü asıl niteleyen unsur: şaklabanlık, spiritüalizm… Bir yerde spiritüalizm durumu ile karşılaşılıyorsa bilin ki orada yozlaşma ve çöküş başlamış ve hatta epey yol almış demektir; spiritüalizm versus bilim… Olayın tüm taraflarının dinci ve milliyetçi/faşist ya da yerli ve milli vatandaşlardan oluştuğunu unutmayalım. 

Onca yıldan bu yana toplum olarak ideolojik olarak tamamıyla dolandırılanların dolaşan paraların ceplerinden çıktığını bilmeden seyrettikleri en ucuzundan, en kötüsünden bir soap opera izlediğimiz. Bir tarafta dolandırıcı; diğer tarafta dolandırıldıklarını söyleyenler işler iyi gittiği sürece yani haksız kazanç elde ettikleri sürece asıl dolandıranlar. Kelli felli dolandırıcılar! Bir tarafta tefeciler, diğer tarafta milli ve yerli ve üstelik dinci –kaçının Kâbe önünde çekilmiş fotoğrafı var acaba?- ağırlıklı olarak sporcu tayfası, dinlerinin yasakladığı söylenen tefecilikten/faizden para kazanma, bire bin katma çabası içinde olanlar. (Nereden geldi bu karlar / Kime gitti bu karlar… Ekonomi tıkırında…) Ve haksız kazanç hırsı ve etiği! En önemlisi bu, çünkü toplumsal manipülasyonun önemli bir aracı haline gelmiş ideolojik indirgeme.

Açlığı ve yoksulluğu işgal eden bir başka gösteride farklı mekânlarda aynı günlerde sergileniyor; milyonlarca dolar çürümüşlüğün resmedilmiş hali olanlar ve mafyöz suratlılar tarafından aklanırken adında “güzellik” kelimesinin geçmesi tesadüf mü? Peki, bu ısmarlanmış güzellik halinin düştüğü durum sizce balkondaki seyirciler tarafından, o ekmek sırasında saatlerce bekleyenler tarafından nasıl seyrediliyor? Yanıtım “ya umursanmıyor ya da çoklukla imrenilerek seyrediliyor” şeklinde. (Ah o gemide bende olsaydım / Açık denizlere yol alsaydım / Vız gelirdi her şey inan bana / Yeter ki ben sana varsaydım)  Ne yazık ki böyle olmadığını düşünmemiz için hiçbir veri ve neden yok. Hareket sıfır, derin suskunluk hali “toplumda”; çıt yok! Herkes çöküşün baş aktörü olabilme ya da çöküşten nasiplenme umudu ve hayaliyle çaresizce dolanıyor. Toplumsal katatonik form şizofreni hali mi? 

Söz konusu gösterilerde dillendirilen paralar ortalama 10 milyon dolar gibi… Yaklaşık bir değer… O zaman “neden” diye sormadan bir dipnot ekleyelim: ülkede maaşlı-bordrolu yaşanların neredeyse yüzde sekseninin aylık geliri 400 doların altında. Üstelik “işsizler” bu dipnotun konusu değil! 

Bu kargaşada bir de saat söz konusu oldu ki çoğu kimsenin gözünden kaçmış olabileceğini düşünerek anımsatalım. Dolandırıcı olduğunu iddia ettikleri hanımefendiye kazançlarına karşılık hediye verdikleri bir saat söz konusu: sözü geçen saat markasının fiyatı sekiz yüz bin dolara kadar çıkabiliyor. Tavuk kazdan daha ucuz sanırım piyasada, esirgenmiyor. Diğer taraftan bu “pahalı saat” meselesi toplumsal psikolojinin de konusu ya da nereden nereye gelindiğini ya da bir yerlere gelinemeyip nerelerde otlanılıp durulduğunu da örnekleyen bir mevzu. Yakın zamandan örneğimiz, yakın zamandan olmasına rağmen halk olarak millet olarak unutulması yeğlenen bir örnek, şu meşhur 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun öznesi bakanlardan birinin, üstelik ekonomi bakanının kolundaki saatin dört yüz bin dolar olduğunu unuttu toplumumuz. (Kıskanma ne olur / Çalış seninde olur.) Bunun çoktan unutulduğundan ya da kişinin bunu hak ettiğinin düşünüldüğünden eminiz; geriye çok küçük bir azınlık kalıyor bunları hala sorgulayan. Daha eski, tarihe mal olmuş ya da tarihe gömülmüş bir anekdot ise tümden unutuldu gitti: 12 Eylül faşizminin uzatmalı memuru Özal’ın ya da onun kadın halinin iktidarda olduğu günlerdi. (Yazar bile yaklaşık tarihi unutmuş!) Televizyonlara yansıyan görüntüde trafik kazasında kolu parçalanan adam kolundaki “marka” saat için ağlıyordu.

aymazlık 

Aymazlık: Sözlükler “aymazlığı” çevresinde olup bitenin farkına varmayan, habersiz olan gafillik, gaflet ya da gaflet uykusu olarak tanımlar. Ancak fiiliyatta daha geniş anlam yüklenebilir. Aymazlık, görmezliğe gelmek, durumu umursamamak ve giderek duruma dair bir rıza halini de tanımlar… 

ya da kundakçılar

Yeniden tiyatroya dönelim; Alman yazar Max Frisch’in gelmekte olana, gelmesi, gerçekleşmesi kesin olana karşı “sıradan” insanların pragmatik duyarsızlığını, umursamazlığını, aymazlığını anlattığı oyun 2000’li yılların başında, yanlış anımsamıyorsam 2005-2006 olabilir, Aymazlar ve Kundakçılar adıyla Dostlar Tiyatrosu tarafından sahnelendiğinde oyunun hak ettiği ilgiyi görmemesi de aymazlık olarak nitelendirilebilir mi? Burada yıl önemli, dinci-ırkçı faşizmin tüm gücüyle iktidarı ele geçirdiği ve devleti kendi ideolojik kurgularına göre hızla biçimlendirmeye başladığı yıllar; her şey öylesine açık ki ve her şey o kadar net görülüyor ki… 

Demokrasi retoriğinin ardına sığınarak görmemenin görüleni anlatmamanın adının kimi yerlerde entelektüel tarz olarak adlandırıldığını da görmekteyiz. Bu sürecin sol cenahtan da epeyce destek gördüğünü ve iktidarın attığı tüm adımların “demokratikleşme” ve “halkseverlik” masallarıyla alkışlandığını unutmayalım. İşin tabii ki toplumsal psikolojiyi ilgilendiren yanını da ihmal etmemeli; dinci faşist iktidarın palazlanmasına verilen destek iktidar tarafından bıyık altında gülümsemeyle yanıtını alsa da destekçi sol bunu da görmezden gelmeyi yeğliyordu. Soru: verilen bu desteğin nedeni –pek de zavallı bir hal- sol içi iktidar mücadelesinde destekçi taraflara getireceği kazanç beklentisi olabilir mi; bu ne körlük. “Yetmez ama evet” ekibi ile “solda iktidar” olamadıkları için Troçkist olmayı seçenler iktidarı açıktan ya da dolaylı yoldan desteklediler ve hala yaptıklarının, aymazlıklarının arsızlığı ile savunabiliyorlar ve bu savunu haliyle bile en bi muhalif partilere eş başkan olabildiler. 

bir aydın

Ergenekon-Balyoz günleri; kimilerinin (kimi aydınların!) demokratikleşme için iktidarın en önemli adımları attığını söylediği günler. Paris-Brüksel kafelerinde bilmem kaçıncı enternasyonali kurup, emperyalist örgütlerin kalkınma ajanslarında memurluk yapan batılı aydınların Türkiye distribütörü olan yerli aydınımızın odasındaki bir sohbetin tam ortasında haber geldi, rakip gördüğü aydın yazdıkları söyledikleri gerekçe gösterilerek gözaltına alınmıştı ve daha önceki gözaltılar düşünüldüğünde birkaç sene “içeride” kalacaktı. Eğer odasının yarısını kaplayan görkemli masasının çekmecelerinde ya da ortalıkta bir yerde zil olsaydı emin olun zil takıp oynayacaktı. (Zilleri taktı çıkı çıkı yaptı / Aklını taktı taktı ne yaptı? / Şeffaf bir maske taktı / Deli mi ne?) Sanırım bu durum “dışarıdaki” aydınımızı rakipsiz yaparken diğer taraftan da yıllardır iktidara sunduğu dolaylı ve sözlü desteğin  (aydınımız kanıt bırakmama telaşını içten içe duyuyor olmalı ki bu türden sohbet, seminer, konferans vs. paylaşımlarını yazıya dökmekten itinayla kaçınmıştır hep)  meşrulaştırdığını da düşündürmektedir.  Yaptığım “bu sıradan faşizmdir” itirazımı ise şiddetle yanıtlayacaktır: “ne faşizmi ulan 1908’de başlayan burjuva devriminin yol alışı”…

Bir ülkede tüm bunlar yaşanırken kendisini aydın sananların çöküşün payandası –pek de zavallı bir destek- olması toplumsal dekadansı göstermez mi; toplumsal dekandansın emareleri nelerdir peki? Yaşadığımız coğrafyada sayısız örneği bir çırpıda söyleyebiliyor olmamız bile çöküşü göstermez mi?

*

Sadakaya teşne, şükür kültürü/şükrederek ile zavallı varoluşunu sürdürülebilir kılmaya çalışırken çöküş halinden nasipleneceğini uman (yarın Allah kerim) bir topluluğun, güruhun kitlelerin ya da bir türlü toplum olmayı beceremeyen ya da toplum olma istenci/iradesi olmayan yığınların, “halkın” ezici çoğunluk halindeki varlığı bile çöküşün aslında rıza ile gerçekleşmiş olduğunun kanıtı sayılamaz mı?

-devam edecek-