Yeşilçam filmlerinin sosyolojik ve psikolojik açıdan Türk toplumunu sanıldığından çok daha fazla etkilediğini düşünüyorum.
Zengin kız, fakir oğlan aşklarının defalarca işlendiği bu filmlerde damardan şırıngalanan ana duygu aslında ayrımcılıktı. Zenginler; kötü, dalavereci, şımarık, tepeden bakan, hor gören, aşağılayan, acımasız karakterler olarak boy gösterirken, fakirler; iyi, merhametli, dürüst, fedakar, onurlu, gururlu tiplemelerle yansıtılırdı. Senaryolar hep bu zıtlığı vurgular, izleyiciyi zengin olan taraftan nefret eder hale getirir, paranın insanları nasıl da kirlettiğini abartılı sahnelerle kör göze parmak misali anlatır, fondaki acıklı şarkılar eşliğinde yoksulluğun bir erdem olduğu anlayışını akıllara kazırdı. Öyle ki, huysuz ama vicdanlı ve tonton fabrikatör amcalar bile bu anlayışı yıkamazdı. Hele de fakir oğlan kör olmuş veya sakat kalmışsa karşı tarafa olan nefret iyice büyür, herkes intikam ateşiyle yanardı. Kader ağlarını o ezik jönden yana örmeye başladığında, olmadık mucizeler gerçekleşip para ve güç artık onun eline geçtiğinde, roller değişip zenginler sürüm sürüm süründüğünde ise herkes derin bir “ohhh” çekerdi.
Bugünün Türkiye’sinde, İstanbul manzaraları dışında hiçbir estetik güzelliğin de yansımadığı bu Yeşilçam filmleriyle büyüyen ve şuur altında zenginliği “tu kaka” olarak niteleyen o kadar çok insan var ki, adeta yaşam görüşlerini o dönemin senaristleri belirlemiş. Bu kesim, parayı, Yeşilçam filmlerinde izleyip nefret ettikleri zenginlerin “elinin kiri” olarak gören, yoksulluğu bir kader olarak benimseyen ve ezikliğini gururla maskeleyerek yaşayan bir kesim… Oldukça duygusal, bir o kadar öfkeli bir kesim… Ve asıl ironik olan, aslında paradan başka bir şey düşünmeyen, ancak bu konuda son derece umutsuz ve karamsar bir kesim…
Karamsarlık bir toplumu ele geçirdiğinde ve ortak bir anlayış olduğunda o toplum çürüyor demektir, çünkü karamsarlık; hayatı belirleyen bir bakış açısıdır; yetersizlik, değersizlik, zayıflık, acz ve ümitsizliktir. Karamsarlık, geçmişin karanlık gölgelerinden sıyrılamamış olmanın yarattığı bir ruh halidir. Karamsarlık; kendine, başkalarına ve hayata karşı yitirilen güven duygusudur. Karamsarlık, yokluk ve yoksunluk bilincine kapılmaktır. Karamsarlık; olumlu düşüncenin olumsuz düşünceye teslim olmasıdır.
Karamsar insanlar kendilerini bunalmış, ezilmiş ve savunmasız hissederler. Onlar, yenilgiye ve ihanete uğradıklarını düşünerek daima yakınır, lanet okur, küfrederler. Ya küstah, isyankar ve saldırgan ya da zayıf, içe dönük ve dışlanmış bir tavır sergilerler. Sürekli olarak başkalarını ve dış dünyayı suçlar, asla kendilerine bakmazlar. Hayatı bir savaş alanı gibi görür ve her daim savunma halinde yaşarlar. Onlar, felaket tellalı olmaktan zevk alırlar. Yaşanan dramlara üzülüp veryansın etseler bile tüm bunlar hakkında konuşmaktan tuhaf bir haz duyarlar. Başkalarının hüzünlü bakışlarında kendi bakışlarını bulurlar, “kadersiz” diye nitelendirdikleri yaşamlar kendi yaşam korkularına aynalık eder.
Karamsarlığı besleyen, kültüründe karamsarlık olan toplumlar vardır, aynen bizim toplumumuz gibi… Öyle ki; acılı Adana’larla, ağlak Yeşilçam filmleriyle, can yakan türkülerle, kamyon arkası yazılarıyla ülkenin ruhuna sinmiştir bu karamsarlık… Entelektüel kesim bunu kibir, eleştiri ve yargıyla örtbas etmeye çalışırken, cahil kesim feryat figan ederek dışa yansıtır… Ezilmişliğin, komplekslerin, suçluluk duygularının, utancın dışa vurumudur tüm bu tepkiler. Egonun da ötesinde, superegonun ve süperegoyla oluşan “acı beden”in çığlıklarıdır. Karamsarlık, o “acı bedenin” besin kaynağıdır…
Alışılagelmiş her durum bir döngünün ifadesidir bana göre ve o döngü kırılmadıkça da sürer gider. Toplumun acılarını besleyen karamsarlık döngüsü bitmedikçe eski Yeşilçam filmlerine hakim olan duygular da sürüp gidecek. Zenginler ve fakirler, ezikler ve kibirliler birbirlerine hep düşman olacak. Dahası, “para” denilen şey asla bir enerji olarak kabul edilmeyecek. Oysa ki, parayı değerli bir kağıt parçası olarak algılamak yerine hava gibi, su gibi gereksinim duyulan ve hak edilen bir enerji olarak kabul ettiğimizde, onunla ilgili tüm olumsuz yargıları bıraktığımızda, onu“elimizin kiri”, “kötülüklerin anası” olarak “aslanın ağzında” görmediğimizde, daha da önemlisi kendimize değer verdiğimizde ve önümüze gelen fırsatları değerlendirip emeğimizi ortaya koyduğumuzda bu enerji hayatımıza dengeli bir biçimde akar.
Velhasıl, Yeşilçam filmlerinin etkisinden kurtulmanın zamanıdır artık… O filmleri her başa sarışımızda içimizdeki ezikliği de başa sarıyoruz çünkü ve hayatı ezik bir toplum olarak yaşıyoruz, eziyoruz, eziliyoruz, kendimizi ezdiriyoruz…
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024