Bize bir ömür daha lazım…

“Merhem elinde fakat bizi yaralı bırakıyorsun
Bize bir ömür daha lazım ölümümüzden sonra,
Çünkü bu ömrümüzü sadece umutlanarak geçirdik.”
Sadi Şirazi

Uygar dünyanın medeni insanları olarak günlerdir, İran’da kurulan idam sehpalarını, idam sehpalarında ipi metanetle göğüsleyen gencecik insanları izliyoruz. Teknoloji çağında sosyal medyadan her şeyi izlediğimiz gibi 21. yüzyılda yüksek medeniyetimizde, bu “orta çağ” yangınına da tanıklık ediyoruz.

İran’da yirmi üç yaşında idam edilen protestocu Majidreza Rahnavard, idam sehpasına çıkarken yüzü maskeli cellatlarının arasında sakin ve mağrur vasiyetini söylüyor, sesinin tılsımını dünyaya bırakırcasına : “Mezarımda Kuran okunmamasını, namaz kılınmamasını, ağlanılmamasını, şarkı söyleyip eğlenmeyi vasiyet ettim.” Diğer yanda Tahran’daki protestolarda polis tarafından öldürülen Mahabad’lı Farzin Maruf’un doğum gününde babası elinde pastayla, oğlunun mezarı başında raks ediyor, anmaya gelenlerin gözyaşları eşliğinde… Ahh bu nasıl bir çağ yangını böyle!

1979’da Humeyni, Paris’te yaşadığı banliyöden çıkıp, Air France uçağına bindiğinde , gri bulutlar İran’ın üzerine çökmüştü. Şah Rıza Pehlevi’nin ülkeyi terk edişinden 15 gün sonra Ayetullah Humeyni İran’a dönmüştü. İran, o günden sonra şiirini yüreğine gömdü, kendi fısıltısında gizlice okudu özgürlük şiirlerini, şarkılarını… Baskı ve yolsuzluklarla anılan Şah rejimine karşı sokağa çıkan İran halkının farklı bir sistem hayali, bambaşka bir yola doğru giderken, halkın umutlarına darağacı kurulmuştu. Sosyalistler, demokratlar ve ilericilerin payına İran hapishanelerinde işkence ve ölüm düşmüştü. 31 Mart 1979’da İslam Cumhuriyeti referandumu yüzde 98,2 oranında ‘evet’ oyu aldığında, mollaların korku rejimi muhalif sesleri susturmuştu. Böylece sandıktan tek partili teokratik bir sistem için halkın onayı alınmış oldu.

İran İslam Cumhuriyeti, kendi sistemini inşa ederken ilk yaptığı icraatlarden biri de kadınları toplumsal yaşamdan dışlamak oldu. 1979’dan bugüne kadar İran’da kadınlar zaman zaman geri çekilseler bile bir şekilde tarihin ve yaşamın ortasında yer aldılar, seslerini dünyaya duyurmaya çalıştılar. İran’lı kadınların sesi son yıllarda beyaz çarşamba eylemlerinde dünya ile buluşuyordu. Bugünlerde İran’daki Molla rejimi, Mahsa Amini’nin ölümünün ardından başlayan ve aylardır süren protestolar için dış güçleri suçlarken, görmek istemediği bir şey var : halkın demokratik, laik ve özgürlükçü bir sistem ve yönetim talebi. Bu talep nedeniyledir ki bazen bir feminist aktivistin, bazen bir gazetecinin attığı bir mesaj, sosyal medyadan yaptığı bir çağrı sosyal harekete dönüşebiliyor. “Benim saklı özgürlüğüm” hareketinde beyaz bilezik takan erkekler, beyaz başörtüsü takan kadınlar, zorunlu başörtüsüne karşı sosyal medyadan dünyanın dört bir yanına seslerini duyurdular.

Ve şimdi İranlı kadınların saçlarında dalgalanıyor özgürlük. Bir Furuğ Ferruhzad şiiri gibi, direngen, hüzünlü ve zamana meydan okuyan…
“ben pişman değilim
kalbim sanki zamana doğru akmakta
hayat kalbimi tekrarlayacak
rüzgar göletlerinin üzerinde hindiba sürüyor
o beni tekrarlayacak.” (Furug Ferruhzad )

Ve şimdi rüzgarlar İran’lı kadınların saçlarında savrulurken, özgürlüğü fısıldıyor usulca… İran’lı kadınların saçları, istiridye kabuğunda olgunlaşıp, büyüyen inci taneleri gibi… Karanlığın göğsünde saklanmış ışık kümecikleri usulca çıkıyor yatağından ve savuruyor aydınlığını, kendi zamanının ötesine…

Kadınların örtünmeme hakkı için verilen mücadelede, protesto gösterilerine katılanlar sadece bu hakkı istediği için idam cezası ile cezalandırılıyor. Bir yanda idam cezaları fiilen uygulamaya konulurken diğer yanda Molla rejimi tarafından oluşturulan infaz listelerinden bahsediliyor. İran’da idama gidiyor gencecik insanlar… Kimisi yirmili yaşlarda, kimisi henüz on yedi yaşında. İdam cezası alanlar bu cezayı metanetle karşılıyor, idam cezası infaz edilenler metanetle çıkıyor darağacına… Peki ya biz, tüm bu olanlara tanıklık edenler? Çağdaş dünyanın medeni insanları, biz, siz, hepiniz, hepimiz!

Görüyoruz ve biliyoruz ki, o gencecik insanların boynuna geçirilen idam ipi, aslında hepimizin boğazına dolanıyor. İdam edilenlerin soluğu kesilirken, geride kalanların ise sesi kesiliyor. Dünyanın dört bir yanında insanlar, kaygıyla, umutsuzlukla ve daha fenası kabullenerek izliyor tüm bu olanları. Oysa İran’da yaşanılan sürece dair öncelikli bir insani görevimiz var; idam cezalarının uygulanmasını durdurmak ve kadınların örtünmeme hakkının, temel bir insan hakkı olduğunu haykırmak, anlatmak.

“Bize bir ömür daha lazım ölümümüzden sonra çünkü bu ömrü sadece umutlanarak geçirdik” diyor Şirazlı Sadi ‘Nobahari’ şiirinde. Bu mısralar yaşamın özeti gibi… Üzerine çok şey yazılır elbet.. Demem o ki, bize bir ömür daha lazım lakin önce var olan ömürlerimizi koruyarak, öyle yaralı bırakmayarak…