Biz Ölü Sevici Bir Toplumuz

Kabul edelim, biz ölü sevici bir toplumuz! Memleketin sağcısından solcusuna kadar, Türkünden Kürdüne kadar, Laik olanından tarikatçısına kadar, farklı seviyelerde, farklı şekillerde olsa da bu konuda özünde hepimiz aynıyız.Teneşir tahtasının üzerindeki insana saygı gösteririz. Zaten eğitim tahtasının önündeki insan tehlikelidir; düşünür, sorgular ve dahası değiştirmeye çalışır. Düşünme aşamasından, değiştirme aşamasına yol alıyorsanız, işkenceli sorgulardan, hapishanelere uzanan zorlu süreçlere hazır olmalısınız. Düşünen ve sorgulayan bir insansanız önünüzde gül bahçeleri yoktur, yaşamınız boyunca canınızı acıtacak olan dikenli bahçeler vardır. Kelimenin gerçek anlamıyla ateş çemberlerinin içinden geçersiniz. Zamanlar, çağlar değişse de dünden bugüne aynı seyirde yol alıyor otoritelerin baskıları ve otoritelere karşı direnenlerin haykırışları…

Biz ölü sevici bir toplumuz. Yaşayanları sevmeyiz. Yaşayanların üzerine kabus gibi çökeriz. Yaşamın karşısında ölümü kutsarız. Elbette yaşamı kutsamak zorunda değiliz lakin ölümü de kutsamak zorunda değiliz. Yaşama da ölüme de daha reel yaklaşıyor olsak bir dizi sorunu kolaylıkla çözeceğiz belki de… Hoş, biz çözüm odaklı düşünen bir toplumda değiliz. Çözüm üzerine yeterince kafa yormadığımız gibi sorunları büyütür, düğüm haline getiririz. Sonra parçası olduğumuz düğümden şikayet eder dururuz. Dengemiz yok bizim. Bir olay karşısında ya ak ya kara deriz ona göre hücum kıtasına geçeriz. Enginlere sığmaz taşarız. Duygularımız aklımızdan önce koşar. Sonra coşkun seller gibi önümüze gelen her şeyi yıkar, geriye tufanlar bırakırız. Bununla övünmeyi marifet sayarız. Linç kültürümüzün köklerinin derinliği de bundan çok bağımsız değildir.

Biz ölü sevici bir toplumuz. Yaşayanlara değer vermeyiz. Bir insanın değerini teneşir tahtasında biçeriz. Bu yüzden dilimizde “kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur” deyimi vardır. Yaşarken değer vermediğimiz, saygı göstermediğimiz insanın, dirisinin canına okuduğumuz insanın, ölüsüne saygıda kusur etmediğimiz gibi bu kez de göklere çıkarır yere göğe sığdıramayız. Hatta zihinlerimizde insan üstü bir varlık yaratırız. Toplumun en ilerici kesimlerinden solcularda, yani bizim mahallede bile durum budur. Mesela islamiyetteki şehadet kavramını sosyalistlerin kullanması sıkıntılı bir yaklaşımdır. Şehitlik dinsel bir kavramdır. Siyasal islamın şehadet şerbeti dediği şey, kandır, kutsanan ölülerin kanıdır (asıl olarak cihad yolunda ölenler için kullanılır bu kavram). Şehitlik kavramının sosyalist literatürdeki yeri ve bu kavramın kullanılması ayrı bir yazının konusu olur. Başka bir tartışma konusu.

Biz ölü sevici bir toplumuz. Toplumun en ilerici kesimlerinde bile bu kültürün derin izleriyle karşılaşırız. Bu yüzden gerek çözüm odaklı düşünmede gerekse doğru çözümler bulma noktasında sığ sularda kulaç atmaya çalışır dururuz. Sığ sularda kulaç atmaya çalışırken haliyle kolumuzu bacağımızı kırarız sonra suların sığlığına kızarız. Bir türlü düşünme yöntemimizde bir terslik olabileceği aklımıza gelmez. Olayları, gelişmeleri neden – sonuç ilişkisi üzerinden değerlendirmediğimiz için ya sonuç üzerinden yorum yaparız ya da neden üzerinden yorum yaparız. Diyalektik materyalizmi benimseyenlerin bile diyalektik düşünme yöntemiyle ilişkileri sıkıntılıdır. Bu yüzden sol hareketlerde şablonculuk yaygın bir hastalıktır.

Biz ölü sevici bir toplumuz. Yıllar önce cezaevindeyken, havalandırmada volta atarken volta sohbetlerinin ayrı bir derinliği vardır– bir arkadaşımla sohbete dalmıştık. Demokrasi kültürümüz üzerine tartışıyorduk. Ben, “Komünist de olsak devlet ne kadar demokratsa ne kadar özgürlükçüyse biz de o kadarız. Bir ülkede demokrasi kültürü yoksa yahut sorunluysa sosyalistte olsan seninde demokrasiyle, özgürlüklerle olan ilişkin benzer sorunlar taşır” demiştim ve üzerine demli çay kıvamında güzel bir sohbet etmiştik. Hala böyle düşünüyorum, içinden çıktığın toplumun kültüründen pek bağımsız değilsin. Nitekim kapitalist devlet sistemini eleştirip alternatif olarak sol örgütlere girdiğimizde orada da demokrasi kültürünün olmadığını görüyoruz, gördük. Kimi sol örgütlerde ise bu konuları tartışamazsınız bile, çok daha katı hiyerarşik yapıları ve katı uygulamaları vardır. Oysa marksizm bir bilimdir ve hayatla bilimsel olarak ilişkilenmeyi gerektirir. Karl Marx, yaşasaydı bizleri muhtemelen en sert biçimde eleştirirdi. Belki de sopayla kovalardı kimbilir…

Biz ölü sevici bir toplumuz. Gerçeklerle yüzleşmektense kaçmayı tercih ederiz. Gerçeklerle yüzleşip, bu gerçeği kabullenip, başka çözüm yolları bulacağımıza yüzleşmekten kaçmak kolayımıza gelir. Bu konuda da devlete benziyoruz. Ölüm orucu eylemi her koşulda başvurulacak bir eylem değildir. Bazen bu eyleme başvuracağın kaçınılmaz süreçler vardır. Türkiye’de hapishaneler tarihi direniş tarihidir aynı zamanda. 12 Eylül 1980, Amerikancı faşist askeri darbe sonrası, cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalara, işkencelere karşı ölüm orucu eylemleri yapıldı. Sonraki süreçlerde farklı siyasal dönemeçlerde yine ölüm orucu eylemleri yapıldı. 19 Aralık 2000 tarihinde, aynı anda 21 cezaevine yapılan, “Hayata Dönüş Operasyonu” adı verilen hapishane katliamında ben de hapishanede tutukluydum. Cezaevlerindeki koğuş sisteminden F Tipi hücrelere geçilirken, F Tipi Hücre saldırısına karşı en kitlesel katılımın olduğu ölüm oruçları süreci yaşandı. Birçoğumuz o sürecin tanıklarıyız. Kimi arkadaşlarımız hayatını yitirdi, kimi arkadaşlarımız hafızasını kaybetti ve ömür boyu sürecek sağlık sorunları oluştu, kimi arkadaşlarımız Korsakof oldu. O ağır sürecin yaralarını hala taşırız yüreğimizde. Ve Türkiye Devrimci Hareketi, o sürecin siyasal olarak analizini yapıp, özeleştirisini verip kendini süzgeçten geçirmedi. Örgütler arası birbirini suçlamak değil gerçek bir analiz ve ders çıkarmaktan bahsediyorum.

Biz ölü sevici bir toplumuz. Özeleştiri vermeyi sevmeyiz. Sloganlarla her şeyin üstünü kapatmaya çalışırız. Ya siyah ya beyaz der, eleştireni ise hızla ötekileştiririz. Evet, ölüm orucu eylemi her koşulda başvurulacak bir eylem değildir. Bunu tartışmak ölüm orucu eylemine giren insanların iradelerine, duruşlarına saygısızlık değildir, bu tartışmayı o noktaya indirgemek hem abesle iştigaldir hem de yine bir kaçıştır. Kaldı ki yaşanan onca acı deneyimden sonra ölüm orucunun kendisini de tartışmak gerekir. Artık bazı şeyleri açıkça tartışmanın vakti gelmedi mi? Elbette ki adaletsizliğe karşı, kapitalist sisteme karşı, erkek egemen sisteme karşı mücadele edeceğiz. Ezen sınıfla ezilen sınıf olduğu sürece sınıfsal mücadele devam eder. Bunca adaletsizliğin olduğu bir sistemde bir karşı duruşun yoksa hızla zalimlerin safına sürüklenirsin. Bazı şeyleri tartışmaktan kaçmak için bahane üretmeyelim. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor artık! Yaşanan adaletsizliklere ve hak gasplarına karşı muhalif güçlerin politika üretememesinin sonuçları bir kısır döngüye dönüşüyor. İnatlaşma üzerinden kör bir dövüşe giriliyor.

Birincisi, ölüm orucu siyasi taleplerle yapılacak bir eylem değildir. İkincisi sol yapılar ölüm orucunu bir mücadele biçimi olarak benimsemekten vazgeçmelidir. Ölüm orucu eyleminin sınıfsal mücadelede yeri olabilir mi? Bu eylem yöntemini tarihin sularına gömmenin vakti gelmedi mi?

Biz ölü sevici bir toplumuz. Sorumluluk almayı sevmiyoruz. Lafı evirip çevirmeden olduğu gibi söylemekten kaçınıyoruz. Zira olduğu gibi tartışırsak “başkaları bizim hakkımızda ne düşünür” fikri iliklerimize işlemiş. Başkalarının bizim hakkımızda ne düşüneceğine o kadar kafayı takıyoruz ki bu yüzden tartışmaktan imtina ediyoruz. Oysa şunu diyemiyor muyuz kendimize “benim sosyalistliğimi tartışacak olanların elinde Süleyman mührü mü varmış, onlar mı karar verecek benim ne olup olmadığıma.” Sol örgüt liderlerinin elinde Süleyman mührü mü var? Sol örgütler tam da bu noktada manipülasyon yapacakları alan açıyorlar kendilerine. Böylece kimse tartışamıyor. Oysa tartışmalıyız, sol örgütleri yöneten network modeli, masonik yapılanmayı da tartışmalıyız. Bu döngünün artık değişme vakti gelmedi mi? Devletin baskıcı politikalarıyla mücadele etmek sol yapıların otoriter yönetimlerini eleştirmekten daha kolay. Devletin manipülasyonlarını bertaraf edebiliyorsunuz ama örgütün manipülasyonları ile uğraşmak zor. Pir Sultan Abdal diyor ya “ille dostun attığı bir tek gül yaralar beni”, sol yapıların manipülasyonu işte böyle ağırdan yaralıyor insanları. Bu yüzden insanlar bu konularda konuşmaya, yazmaya çekiniyor.. Devletin baskıları yetmiyormuş gibi bir de böyle bir gerçeklik var.

Biz ölü sevici bir toplumuz. Kendi aramızda konuşup yakınırız ama değiştirmeyi düşünmeyiz. Bundan ötürü, yüz yüze konuşulanlarla kamuoyunda konuşulanlar hep farklıdır. Gerçekten yeni ve daha yaşanılır bir dünya istiyorsak önce paspas altına sakladıklarımızdan başlayalım.

Biz ölü sevici bir toplumuz. Ve her ölümde bir yanımız eksiliyor. Ölüm ne kutsanacak ne de yadsınacak bir şey. Yaşıyorsak ve daha yaşanılır bir başka dünya istiyorsak hep birlikte, ortak akılla değişimi yaratabiliriz.

Biz ölü sevici bir toplumuz. Bu gerçekle yüzleşip, kurtulmalıyız bundan. Umuyorum Aytaç ve ölüm orucundaki diğer canları kaybetmeyiz.

Bu yazıyı yazdığım için bana kızanın da anlamaya çalışanın da canı sağolsun.